neredesin, firuz


biz çok şeylerden konuştuk seninle
kendini pişiren yemeklerden
hiç ısınmayan iklimlerden
erenlerden, hiç değilse sezenlerden 
kasketini bir heykele vermelerden tut 
tarlalardaki mavi keten çiçeklerine
elini omzumuzda hissettiğimiz mikail’lerden 
kesifliğine acıyarak baktığımız çehrelere.

biz çok şeyleri el ele gezdik seninle 
vişne, portakal ve bilhassa hurma 
çarşamba pazarları, dingo’nun ahırı, 
parmaklarımızın arasından avcumuzu 
öpmeye yeltenen rüzgârlı kasabaları, 
düşük bütçeyle yazılmış, daha fecisi 
yazıldığı gibi yaşanmış hayatları.

biz çok şeyleri beraber tanıdık seninle
tek mirası kırmızı berjer koltuğu olan bir babayı, 
sabun kokan mahallelerde kırılmış balkon fayanslarını, 
“şu karşı dağı aşın, oradaki köy sizin” diyen canileri.

bütün suçların temelinde hırsızlık yatar, çünkü her suç özünde hak çalmaktır.

biz bu dünyanın en azılı hırsızlarını tanıdık seninle.

ismi sel ile gelen çocukluklar tanıdık,
ala boyanan efsunlu kanepe rüyaları.
ebemkuşağı nevi bilyelerde, kuş kafeslerinde 
göğün camekanında, karlı bir turunç bahçesinde 
minik yalancı çobanlar tanıdık, zararsız ve sevgili.

yıllardır açılmamış sandıktı bazı sanıklar 
onları tanıyamadık üzgünüm,
izin verselerdi beraber buğulanabilirdik.

biz neden böyle küs kaldık firuz, sen bilirsin söyle. kişisel tarihimizin en kanlı yıllarından geçiyoruz. bilenmişiz, öfkeliyiz, intikam için çivi arıyoruz. oysa mızraklar, oklar atıldı. yarıya inen bayrakları göndere çekebiliriz artık, bu savaş zaferle sonlandı!

yoksa sonlanmadı mı?

“sonlanmadı, zira içimizdeki canavarın bizimle tokalaşmak için uzattığı el havada kaldı ”









@