BOŞLUK
Cezvede kaynattığı sütün cızırdayarak taşmasıyla irkildi. Ocağı öylece bırakarak, bir eli belinde diğer elinde cezveyle tezgahın diğer ucuna yürüdü. Üzerinde pembe çiçekler olan su bardağına sütü boca edip cezveyi de içi kap kacak dolu evyeye bıraktı. Süt ılınana kadar bir sigara yakabilirdi. Gömleğinin cebinden sigara çekip dudaklarının arasına sıkıştırdı. Ocağın bir gözünü yakıp aleve eğildi.

“Anne, bu evden gitmeyelim.”

İrkilerek arkasını döndü. Sigaradan bir nefes çekip açık cama doğru üfledi. “Neden kalktın sen? Sütünü getireceğim şimdi. Haydi git, birazdan gelirim.” 

“Ben burada kalacağım, götürme beni bu evden.”

Gülümsedi. “Yarın konuşuruz. Haydi sütünü içireyim sana.” Sigarasından, dumanı çalar gibi ürkekçe bir nefes daha çekti.

“İçmem.” Sesi ağlamaklı. “Gidersek bu ev sahipsiz kalır anne, gitmeyelim.”

Yarısına bile gelemediği izmariti pervaza basıp pencereden dışarı fırlattı. Derin derin iç çekerek açık pencereyi kapattı. Daha küçük bir eve geçmeleri gerekti. En az yetmiş yıllık bu devasa tahta konağın artık elle tutulacak bir yanı kalmamıştı. Tek başına yetişemiyordu temizliğine, bakımına. “İlaç vereceğim ama, içmen lazım sütünü. Yemek de yemedin.”

“Masal anlatırsan içerim.” 

Ağrıyan belini zorlamamaya çalışarak aksak aksak tezgaha doğru yürüdü, süt dolu bardağı alıp masaya koydu. Sandalyeyi çekip konuştu “Anlat anlat masal kalmadı. Ne anlatacağım sana ben?” 

Terliklerini sürüyerek mutfağa girdi, kadının çektiği sandalyeye kurulup iki eliyle süt bardağını kavradı. “Bilmediğim bir masal anlatırsan içerim. Bilmediğim bir masal anlat.” Şu haliyle nasıl da sevimliydi. Bildiği bir masalı anlatmaya kalksa ya da hiç anlatmasa, nuh derdi de peygamber demezdi. Sütü içmezse de haplarını veremezdi. Gülümsedi. Yeni boyadığı tırnaklarını saçlarının arasından geçirerek kafasını kaşıdı. “Peki bakalım. Bilmediğin bir masal anlatalım sana. Ama sütünü içmezsen bir daha hiç masal anlatmam.”

İki eliyle kavradığı bardağı kaldırıp dudaklarını uzatarak hüpürtülü bir yudum aldı.

*
“Bir varmış; bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken... Ben annemin beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken uzak diyarların birinde bir küçük kız yaşarmış. Günlerden bir gün bu küçük kız, diğer tüm küçük çocuklar gibi, 8 yaşındayken tek başına çıkması gereken bir yolculuk için hazırlanmış. Yanına küçük bir sırt çantası, elinde gideceği yeri gösteren harita, bir de hayallerinden başka bir şey almadan arkadaşlarıyla birlikte yola çıkmış. Zaman içinde herkes kendi yoluna yürümüş. Küçük kız da elindeki haritada işaretli yolları ve köyleri takip ederek varacağı yere doğru heyecanlı yolculuğuna devam etmiş. 

Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Derken bir sabah üzerinde yıllar yılı yürüdüğü, yemişiyle karnını doyurduğu toprak sarsılmaya başlamış. Küçük kız önce o kadar şaşırmış ki olduğu yerde kalakalmış. Toprak sarsılmış da sarsılmış. Sonra da tam önündeki alan dört bir yönden yarılarak, parçalanıp göçmüş. Göçükle birlikte zeminde oluşan delik büyümüş büyümüş… O kadar büyümüş ki yürüse geçit vermez, çevresini dolansa hiç bilmediği, haritasında olmayan yerlere gideceği bir boşluk haline gelmiş. Kız şaşkınlığını üstünden atınca boşluğun kenarına yaklaşıp, dibinin yüzeye yakın olmasını umarak usulca kafasını uzatmış. Gördüğü manzara karşısında kalbi korkuyla sıkışmış. Genişliği kelimelerle tarif edilemez büyüklükte olan çukurun derinliği de bir o kadar tarifsizmiş. Öyle ki toprak giderek koyulaşıyor, boşluğun aşağısına doğru kapkara bir bilinmeze uzanıyormuş. Küçük kız öyle paniklemiş ki ağlamaya başlamış. Ne yapacağını bilemediğinden günler ve gecelerce çukurun başında çömelip, karnına çektiği dizlerine sarılarak beklemiş beklemiş… Öyle uzun beklemiş ki yemek yemeyi, uyuyup dinlenmeyi, ateş yakıp ısınmayı, kuytu bir köşecik bulup tuvaletini yapmayı unutmuş. Aralarından yürüyüp geçtiği ağaçlar, otlar, çalılıklar gibi yemeye ve yediklerini sindirip çıkarmaya ihtiyacı olmayan bir bitki gibi boşluğun başında beklemiş durmuş. Lakin beklemekle o boşluk ne kayboluyor ne de küçülüyormuş. O bekledikçe boşluk olduğu gibi duruyor, boşluğu yok saydıkça günler haftalara, haftalar aylara, aylar mevsimlere karışıyormuş. Bekleyişinin bilmem kaçıncı ayının bilmem kaçıncı gününde küçük kız, dizlerine sardığı kollarını usulca çözüp üstüne yağan karı silkelemiş. Keçeleşmiş saçlarını sağa sola sallamış. Az öteye gitmiş, kimseyi görememiş. Az beriye seslenmiş, kimse cevap vermemiş. Demek ki onca zaman o, bu koca boşluğun başında korku ve şaşkınlıkla beklerken yardımına kimse gelmediği gibi, merak edeni de olmamışmış. Önceleri üzüntüyle çatılan kaşları bu sefer öfkeyle gerilmiş. Madem onu merak eden, ona yardım etmek isteyen kimse yokmuş o da bu boşlukla kendisi savaşırmış. 

Hiç vakit kaybetmeden bu boşluğun icabına bakmaya karar vermiş. Ama önce acıkan karnını doyurmalıymış. Çevresine bakınmış. Başını ağaçların, gökyüzüne uzanan dallarına kaldırınca bir sürü yemiş görmüş. Ama yemişler o kadar uzağındaymış ki dallara tırmanmak için epey bir vakit harcaması gerekmiş. O yüzden ağaçların kökünde biten tatsız tuzsuz otlardan bir avuç alıp midesinin gurultusunu bastırsın diye ağzına atıvermiş. Ağzını kamaştıran otları çiğnerken gözüne yerdeki çalı çırpı birikintisi takılmış. Aklına hemen bir fikir gelmiş. Uzun bekleyişi sırasında ne de olsa boşluğu tanıma fırsatı bulmuş. Boşluk çevresindekileri çekmediği gibi içinden ne yılan ne de çıyan çıkıyormuş. Bu yüzden boşluk büyükse de, kendi haline bırakıldığında tehlikesizmiş. Eğer boşluğun dibi ulaşamayacağı bir derinlikteyse de, boşluğun içini doldurmaya çalışması halinde karşıya geçme şansı olabilirmiş. Bunca zaman bunu akıl edemediği için kendine saya söve işe koyulmuş. Günlerce, gecelerce çevredeki bütün çer çöp, çalı çırpı, taş, kaya ne bulduysa boşluğun içine atmış. O kadar çok çöp toplamış, o kadar çok çöp doldurmuş ki boşluğun içine, boşluğun bulunduğu yer ve civar köyler tertemiz olmuş. Buna rağmen boşluk birazcık bile dolmadığı gibi çöplerden dolayı çevreye çok kötü bir koku yayılmış. 

Küçük kız yolunu değiştirmemekte kararlı olduğu için henüz yolup ağzına tıkıştırdığı bir tutam otu hırsla çiğnerken tekrar düşünmeye başlamış. Demek bu boşluk çer çöp çalı çırpıyla dolmuyorsa da attıklarının kokusunu taşıyabiliyormuş. Bu yüzden aklına boşluğa değersiz şeyler atarak yanlış yapmış olabileceği, belki de boşluğu ancak değerli şeylerle doldurabileceği gelmiş. Peki bu boşluğun içine ne atabilirmiş? Birden gözlerinin önüne yanından hiç ayırmadığı masal kitabı gelivermiş. Bu kitabı kendini bildi bileli pek severmiş. Hiç düşünmeden kitabı alıp çukurun içine fırlatmış. Kitap boşluğun içine doğru sessizce süzülmüş süzülmüş… Bir süre sonra inanılmaz bir şey olmuş. Gözlerini kısıp baktığında kitabın bir kuş gibi yükselerek döndüğünü, kapaklarını kanatlar gibi çırparak kıza yaklaştığını görmüş. Uçan kitap boşluğun üzerinde ve tam ayaklarının dibinde durunca kız sevinçle zıplamış. Coşkuyla akan ırmaklardan geçit veren taşlar gibi kitap da boşluğun üstünde duruyormuş. Çekinerek bir adım atmış. Evet, kitap onun ağırlığını taşıyormuş, boşluğu doldurmasa da boşluğun üzerinde durabilmesini sağlıyormuş. Kız bu sefer kitabın üstünde beklemeye başlamış. Gece çökmüş. Ormanın derinliklerinden kurt ulumaları, baykuş çığlıkları duyulur olmuş. Kız sıkıntıyla omuzlarını silkip artık korkmadığı bu seslerin geldiği yöne doğru yürümüş. Acıkan karnının gurultusunu bastırmak için yine bir avuç ot yolup ağzına atmış. Her zaman yaptığı gibi yine boşluk üzerine düşünmeye başlamış. Demek boşluğu kitapla da dolduramıyor ama kitaplar sayesinde boşluğun üzerinde durabiliyormuş. Bu yüzden yeni kitaplar bulması gerekecekmiş. Ertesi sabah en yakın köydeki kütüphaneye gitmiş. Bulabildiği tüm kitapları bir el arabasına doldurup boşluğun yanına taşımış. İçlerinden bir tanesini, adını daha önce hiç duymadığı bir yazarın kitabını, alıp boşluğa fırlatmış. Kitap uçmuş uçmuş ve boşluğun derinliklerinde gözden kaybolmuş. Kızın gözleri faltaşı gibi açılmış, demek okumadığı kitaplar hiçbir işe yaramayacakmış. O da hiç vakit kaybetmeden bulabildiği kadar çok kitap okuyup bu boşluğa direnmeye karar vermiş.

Yıllar yıllar geçmiş… Masal bu ya, yaşıtları büyüyüp yetişkin birer kadın ve erkek olurken, küçük kız başında durmadan kitap okuduğu boşlukla birlikte hep aynı boyda, aynı kiloda ve aynı duygularla kalmış. Bulduğu tüm kitapları durmaksızın okuyor, bitirdiği kitapları boşluğa fırlatarak üzerinde durabileceği yeni bir basamak yaratmaya devam ediyormuş. Lakin ne kadar çok kitap okursa okusun henüz boşluk ağzının yarısı bile kapanmamışmış. Günlerden bir gün ormanın içinden şarkı söyleyen bir ses duymuş. O güne kadar oralarda kendinden başka kimsenin sesini işitmemiş olan kız merakla sesin geldiği yöne bakmış. Ağaçların arasından uzun boylu, esmer, genç bir adam çıkmış. Kızla göz göze gelen adam şarkı söylemeyi bırakıp kıza gülümsemiş ve selam vermiş. Kız, oturduğu yerden kalkıp üstünü başını silkelemiş. Adam kıza yaklaşıp elini uzatmış, kendini tanıtmış. Kız da utanarak adamın elini sıkmış ve adını söylemiş. Adam meğerse tıpkı küçük kız gibi ve onunla aynı yaşta bir gezginmiş ve yıllardır yoldaymış. Sadece bir süredir yolunu kaybetmiş. Oraları iyi bilen birisine rastlamadığı için de ormanda dolanıp duruyormuş. Kızı rahatsız etmek istemezmiş ama eğer izni olursa birkaç gün burada kamp kurup dinlenmek ona çok iyi gelirmiş. Kız, yıllar süren yalnız bekleyişine bir süre ara vermesinde sakınca olmadığını düşünmüş. Hem belki bu adam, boşluğu doldurması için ona yardımcı da olurmuş. Böylece arkadaş olmuşlar. Genç adam, kızın kendisiyle aynı yaşta olmasına rağmen çocuk boyda kalmasına çok şaşırmış ama onu hiç yadırgamamış, hatta kızı çok sevmiş. Bu yüzden planladığından daha uzun süre orada kamp yapmaya karar vermiş. Sabahlara kadar konuşmuşlar, günler boyu dolaşmışlar. Hatta genç adam, kızın otlarla beslendiğini görünce üzülüp ağaçlardan meyveler, yemişler toplamış. Böylece günler günlere takılmış, geceler gecelere dolanmış. Küçük kız, genç adamı o kadar çok seviyormuş, varlığına o kadar alışmış ki kitap okumak da, boşluk da aklına gelmez olmuş. 

Gel zaman git zaman, bir sabah genç adam, kıza yolculuğunda ona eşlik etmesini teklif etmiş. Artık yanında yürüyecek birinin onu daha çok mutlu edeceğini anladığını söylemiş. Onun yolu da beklediğinden uzun sürmüş, üstelik çok dalgın olabildiğinden arada bir yolunu da kaybediyormuş. Küçük kız bu teklifi duyunca önce çok mutlu olmuş ama sevinmeye fırsat bulamadan aklına uzun zamandır hiç getirmediği boşluk düşüvermiş. Sonra göğüs kafesinin tam ortasında tarifi imkansız, kopkoyu bir korku peyda olmuş. Genç adamın ellerini tutmuş. Birlikte giderlerse bu boşluğun sahipsiz kalacağını, eğer yalnızlıktan sıkıldıysa neden burada onunla yaşamaya devam etmeyi düşünmediğini sormuş. Genç adam üzüntü ve şaşkınlıkla küçük kıza bu boşluğu doldurmanın ya da sahiplenmenin kendi işi olmadığını, ömrünü bu boşluğun dolmasını bekleyerek ya da o boşluğu doldurmaya çalışarak geçirmek istemediğini, bu yüzden eğer kabul ederse batıya doğru birlikte gidebileceklerini söylemiş. Küçük kız kızgınlık ve hayal kırıklığı ile ellerini çekerek genç adama bağırmış. Eskiden kaybolacağı için terk etmekten korktuğu bu boşluğu artık bir şekilde sahiplenmişmiş. O yüzden o boşluğu doldurmak için gerekirse bir ömür orada kalırmışmış. Genç adam duydukları karşısında bir tercih yapmak zorunda kalmış ve sabaha karşı, kızı uyandırmadan ona sessizce veda ederek batıya doğru olan yolculuğuna başlamış. Kız ertesi sabah uyandığında genç adamın artık orada olmadığını görmüş. Gözyaşlarını tutamamış ve bağıra bağıra ağlamaya başlamış. Ağlarken hiç ummadığı bir şey olmuş. O ağladıkça boşluğun üzerinde duran kitaplar bir bir boşluğa düşüyor, daha da kötüsü boşluk giderek genişliyormuş. Küçük kız o günden sonra boşluğu doldurmak için daha evvel denemediği yollara başvurmaya karar vermiş. Eskiden somut şeyler atarak doldurmaya çalıştığı boşluğa artık elle tutulamayan şeyler doldurmayı deneyecekmiş. Boşluğa önce nefretini koymuş, boşluk dolmamış. Kinini salmış, hayal kırıklıklarını basmış, acısını akıtmış yine yine yine olmamış. Kimi geceler boşluğun başında durup saatlerce çığlık atmış, ağlamış, yerlerde debelenmiş ama nafile. Boşluk eskisinden daha kocaman, derin ve geçit vermez haliyle var olmaya, küçük kız da yıllar yılı dolduramadığı bu boşlukla ne yapacağını bilemeden yaşamaya devam etmiş. 

Mevsimler mevsimleri kovalamış. Sert geçen kışlardan daha sert bir kışın sonunda, ılık bir mart sonu sabahı kız uyanmış. Usulca doğrulup masmavi gökyüzüne, sabah yeliyle birlikte doğuya doğru sürüklenen pamuk gibi bulutlara bakakalmış. Sonra sakince ayağa kalkıp derin derin nefes almış ve kararlı bir şekilde bulutların peşine takılıp doğuya doğru yürümeye başlamış. Tüm derinliği ile geçmişinin orta yerinde duran boşluğun kapanmayacağını kabullenerek onu olduğu yerde bırakmış ve bir daha dönmemek üzere oradan ayrılmış.”

*
Boş bardağı masaya bırakmış, iki elini masaya koymuştu. Boynu bükülmüş garip kuşlar gibi bakıyordu genç kadına. “Bitti mi?”

Kadın yorgun çenesini son bir gayretle açtı, “Evet bitti.”

“Sonsuza kadar mutlu olmuş mu küçük kız?”

“Olmuş tabii. Sütün de bitmiş. Haydi yatağa.” Karşı koymadan kalktı. Genç kadın da hızla yanına gitti, telaşla koluna girdi. Küçük adımlarla eski evin gıcırdayan parkelerinde yeni izler bırakarak yatak odasına  dönüştürülmüş salona yürüdüler. Oda misler gibi yeni yıkanmış çarşaf ve beyaz sabun kokuyordu. Bütün gün temizlik yaptığına değmişti işte. Ev en az üç gün temizlik istemezdi. Köşedeki abajurun fişini prize taktı.

“Anne beni götürme bu evden ne olursun.” Olduğu yerde duruyor. Alt dudağı titriyor.

Gecenin ikisi olmuştu. “Bütün gün fakültede ders dinledim, eve geldim saatlerce temizlik yaptım. Daha dönem sonu projeme bakacağım. Çok yorgunum. Ne olursun iç ilaçlarını da uyu. Yalvartma beni.” Bazen öyle çaresiz hissediyordu ki pencereden kafasını uzatıp uluyası geliyordu.

Direnmedi, ilaçlarını içip yatağa girdi. Yorganı kafasına kadar çekip dudaklarını büzdü. Koca gözlerinden iri iri yaşlar yuvarlanmaya başladı. Duvarın kabarık yüzeyine yansıyan gölgelerin arasında ne kadar aciz, ne kadar muhtaç, ne kadar kederli gözüküyordu... “Evi sevdiğimden değil anne. Ben babamı çok özledim. Babamı çok özledim. Babamı çok özledim anne, gidersek bizi bulamaz, ne olur götürme beni buradan.”

Boğazına bir ağrı çöktü. Ne deseydi şimdi?

“Dişlerini çıkar anneanneciğim. Yarın konuşuruz. Söz.”
@