‘BEDENLERİN İÇERİSİNE DOĞRU: 
BİYOİKTİDAR VE 2020 COVİD-19 SALGINI’ ÜZERİNE 
CAN BATUKAN İLE SÖYLEŞİ
1. Salgın imgesi/kavramı sizin için ne ifade ediyor?

Salgın beni kendine çekiyor. İlk günden beri... Gündelik hayatımızın bozuma uğrayışıdır salgın. Bir tür devrimdir zihinlerde. Bunu kimilerimiz değerlendirecek, kimilerimizse kodlanmış hayatlarına kaldıkları yerden devam edecek.

Dünyanın herhangi bir yerindeki bir salgın hastalık, başlangıçta hepimizin gündelik hayatındaki kaygı seviyesine bir ektir. Mikrokozmos içerisinde yeni bir iktidar oyunudur bu. Ancak zaman ilerledikçe anlıyoruz ki, tıpkı bir savaş hali ya da büyük bir felaketin hemen sonrasında olduğu gibi salgın da bize bir imkân vermektedir: Kendimize geri dönme ve içe kapanma zamanı, ya da bir “ara zaman”a geçiş.

2. Karantina deneyiminiz nasıl gidiyor?

Başlarında Paris’teydim. Orada halk bizdeki gibi 24 saat alarmda olmadığından, sürekli haber kanallarından yeni bir siyasi, askeri ya da doğal bir felaketin haberini (“müjdesini” – haber verme bir müjdedir / nouvelle – müjdeci İsa) bekliyor olmadığından olup bitenlere kaygılanmak yerine kendi hayatlarını sürdürmekle meşguldü. Bunu en azından Macron’un çıkıp okulları, üniversiteleri, kafe ve restoranları süresiz kapatıyoruz dediği ana dek sürdürdüler. O andan sonra herkes yavaş yavaş bunun bir “yeni” olduğunu, bir “müjde” olduğunu anlamaya başladı.

3. Sizce karantinada yaşadığımız şey gerçek bir yalnızlık deneyimi mi?

Yaşadığımız şey yalnızlık değil. Bu bana göre daha çok bir kurtuluş ya da göğe yükselişe benzetilebilir. Bize bağlanmış olan iplerden ve kablolardan, zincirlerden ve kelepçelerden kurtuluyoruz. Elbette bu birdenbire ve herkes için olmuyor. Ancak zengin için de yoksul için de, farklı biçimde yaşadıkları bu salgın deneyiminin bir varoluş deneyimi olduğu görülüyor. Yaşamın içerisine gömülü oluşumuzun, günler boyunca, haftalar boyunca, yıllar boyunca bize aynı şeyleri tekrar tekrar yaptırmış olan bu düzenin birden durması sonucunda mağaradan dışarıya çıkıp güneşimize bakıyoruz. Kendi güneşimiz hangisiyse... İşte bu bağlamda bir süre önce şöyle yazmıştım: “1940’ların Paris’inde Camus’nün yazdığı gibi bir roman, bugün İstanbul’da, bir kargo firmasında çalışan bir gencin boş sokaklardaki yalnızlığını ve kaygısını anlatacak şekilde yazılabilir...” Bununla ifade etmek istediğim, deneyimlediğimiz yalnızlıkta ne denli çürümekte olduğumuzu, ne denli bir tahakküm altında yaşamakta olduğumuzu göreceğimiz bir uyanış saklı. Bu uyanış sanatın, edebiyatın ve felsefenin uyanışıdır... Zira inanıyorum ki insanın varoluş amacı bunlardır. İnsanın varoluş amacı bir ofiste, bir fabrikada sabah 8’den akşam 6’ya çalışmak; aynı dizileri, aynı kötü filmleri, aynı oyalayıcı ve yeniden şarj edici (recréation) faaliyetleri yaptıktan sonra tekrar ve tekrar, ta ki ölene ya da işe yaramaz hale gelene dek çalıştırılmak değil. Tıpkı Doğa’nın varoluş amacının da kendi doğurduğu bir canlı olan “İnsan” tarafından tüm kılcal damarlarına dek işleyen bir sistematikte (madenler, toprak, bitkiler, hayvanlar, su kaynakları, hava...) durmaksızın sömürülmek ve yokedilmek olmayışı gibi.

Bu ikili bir kurtuluştur öyleyse. Biz kendimizi kurtarıyoruz, kendimizden. Ve bir de Doğa’yı kurtarıyoruz. Bir süreliğine... Kendi güzel distopyamızdayız.

4. Virüs, canlı ile cansız arasında diyebileceğimiz bir ara form; aslında yaşamımızı idame ettirme/anlam yaratma için kurduğumuz mantık ve dil/kavram sistemini biraz çıkmaza sokuyor. Canlı/cansız ayrımımızı tekrar düşündürttüğü gibi, virüslerde görülen inanılmaz evrim hızı- zeka, insanı evrimde piramidin en üstünde konumlandırılan düşünce dizgesini tekrar sorgulatıyor... Virüslerle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Virüsler şüphesiz büyüleyici canlılar. Bir o kadar da ürkütücüler tabii, zira biz çoğunlukla zarar verdikleri canlılar sınıfındayız. Virüsün büyüleyiciliği ne canlı ne cansız oluşunda: “canlı ya da yapay” demek de düşünülebilir – Robotik Hayaller adındaki müzik grubumuzun bir parça isminden hareketle. Virüsler RNA ile varolan – “yaşayan ölü” ya da “yaşamayan canlı” olan yegâne türü meydana getiriyor. Bu şu anlama gelir: “Beni öldüremezsin zira ben canlı bile değilim henüz...”

Öyleyse bir tür eksik varoluşun, bir tür “manque”ın yani bir şeylerden yoksun olarak varedilmiş olmanın, Tanrı tarafından bir biçimde bu eksikle Dünyaya fırlatılmış olmanın – belki de – intikamını almaktadır virüsler. Elbette bütün virüsler RNA sarmalı biçiminde değil, bazılarının DNA’sı olduğu da biliniyor. Ancak felsefi açıdan büyüleyici olan RNA.

Virüs, ribonükleik asidi deoksiribonükleik aside dönüştürdüğü anda (yani bir ek’e – supplément – sahip olduğu anda) bir başkasının / başkanın bedeni içerisinde canlılık kazanır. Bu anlamda varoluşu son derece pratiktir. Onun sağlıklı ve canlı tutması gereken bir bedeni yok. O bir “organsız beden” formülasyonu belki de...

Oysa diğer yandan, içerisinde kendini gerçekleştirdiği bedende virüsler yeni komutlarla, yeni kopyalama ve yayılma emirleriyle, sömürme güdüsüyle aslında bir tek canlıyı anımsatır bize: İnsan.

“İnsanca, pek insanca” demek isterim bu noktada, Nietzsche’den hareketle. Bu gerçeği, gözünün önündeyken dahi görememekte olan şeyin adı “insan”...

Bu yeni “dünyasında” (Uexküll’ün Umwelt’inden bahsediyorum) virüs, elbette kendi seçimlerini yapacaktır. Ancak sanılanın aksine virüsler, içerisine girdikleri bedeni daima ölüme götürmeyi hedeflemezler. Aksine o bedende olabildiğince uzun yaşamayı isterler. Orası onun yuvası, onun dünyasıdır. O dünyayı yokettiği andan itibaren tekrar dünyasız ve cansız kalacaktır, dünyadan ve candan yoksun kalacaktır...

5. Covid-19 ile ilgili uçuk komplo teorileri arasında bunun ‘silikon vadisindeki bazı veganların’ ajandası olduğu da var. Ayrıca Covid’le ilgili konuşan çoğu filozof, belki de eski kavram setleriyle hareket ettiklerinden, bu salgında komünizm/ sosyalizm umudu gördü. Sizce bu salgının veganlıkla ilgili bir girdisi/çıktısı olabilir mi?

Bu bir komünizm yani ortaklaşa yaşam ya da sosyalizm yani toplumculuk umudu değil, toplum denen şeyden büsbütün kurtulmanın umudu bana göre. Toplumdan sıyrılmalıyız, kayıp gitmeliyiz artık bir delikten... İşte bunu yapabildiğimiz gün örneğin Artaud gibi konuşabiliriz, Nietzsche gibi konuşabiliriz.

Bunu yapabildiğimiz gün siyasetin, hamasetin, dinlerin, toplum mühendisliğinin, algı yönetiminin, komplo teorilerinin hiçbir hükmü kalmayacaktır.

Önemli olan sanattır, felsefi düşünümdür, müziktir: Tonalitenin ya da afektivitenin içerisindeki kayıp gidişimiz, glissement’ınımız ya da kavramlardan örülü iç dünyamızdaki yukarıdan seyrimizdir (survol). Bunlardır önemli olanlar benim için ve toplum bunları hiçbir zaman anlayamaz, anlamadı da...

(Toplum Van Gogh’u anlayamadı, Cézanne’ı anlayamadı, Artaud’yu anlayamadı, Foucault’yu, Derrida’yı, Deleuze’ü anlayamadı...)

Çok başka bir toplum olabilir miydi? Evet, olabilirdi... Mesela 1960’ların ve 1970’lerin Fransa’sı gibi bir toplum kısmen de olsa bize varolma imkânını sunabilirdi. Artık o da yok, köreltilmiş, silinmiş, parçalanmış bir felsefe sahnesi. Felsefe figürlerinin sistematik biçimde suikasta kurban gittiği bir çağdır 2000’ler. Fransız toplumu bugün uyutulmuş durumdadır. Neyle mi? Felsefe olduğu sanılan, edebiyat olduğu sanılan şeylerle... Onları okutarak ve dayatarak sistem virüsünü yenmiştir.
Şimdi böyle bir toplumun umudu olmadığına göre, hele bu coğrafyada böylesi bir umut bundan sonra asla olamayacağına göre en doğrusu toplumsuz bir hayatı düşlemektir. Buysa salgınla ayağımıza geldi.

Topluma ihtiyacımız yok, ondan istediğimiz bir şey yok artık. Onun da bizden isteyebileceği pek bir şey kalmadı şimdilik...

6. Virüslerle ilgili söylemlerde öne çıkan bir başka söylem de onu ‘doğanın intikamı’ olarak yorumlamak yönünde. Böylece insanlar ders alıp yollarına devam edeceklermiş gibi. İnsanın doğayı kendi dışında bir şeymiş gibi görmesinde sizce de problemli bir yan var mı?

Doğa hem dışımızda hem de içimizdedir. Bu paradoks ile yaşıyoruz hayatımızı. Doğa elbette ki intikam almaz. Böyle düşünmek bir antropomorfizm olurdu. Ancak Doğa bir bütün olarak, Kâinat olarak değil belki ama en azından gezegen olarak, Dünya gezegeni olarak (Gaia olarak) bir seçim yapabilir. Bu seçim kendisine büsbütün ve giderek artan bir oranda tahakküme kalkışmış olan “insan”a karşı minik bir “hapşırık” ya da “silkinme” biçimindedir. Yani söz gelimi ekosistemin değişken dengesi içerisindeki kaotik bileşenleri (bu kaotik bir sistemdir) çok kısa bir sürede yolundan saptıran insanın bir sonraki aşamada tüm yerkabuğunu istila etmiş olan varlığının sarsılacağı biçimde bir depremler, volkanik patlamalar, tayfunlar vs. patlaması, virüs salgınları, yeni türden bakterilerin istilası vs. gibi tepkileri beklemesi gerekir. Ben bunun kaçınılmaz oluşundan dolayı yeni bir Dada isyanı zamanında olduğumuz kanısındayım.

Ders alıp yola devam edenlerin yeniden çökecekleri, yeniden ders alacakları, tekrar çökecekleri sırada “bir sanat eseri biçiminde yaşamayı” seçenlerin ne denli güçleneceğini göreceğiz.

7. Wuhan Hayvan Pazarı çok büyük bir vahşetin yaşandığı bir alan, çoğu insan inekleri/tavukları sömürmeyi ve katletmeyi içselleştirdiği halde o pazara tepki gösteriyor. Sömürü karşıtı olan, hak veya kimlik mücadelesi veren bir çok insan söz konusu veganlık olunca sessizleşiyor. Sizce bu çifte standartın sebebi nedir?

Elbette öyle. İnsanlar, hayvanların ne denli köleleştirilmiş olduğunu göremiyor. Bunun bir nedeni kendilerinin de aynı düzenin kölesi oluşu olabilir. Örneğin toplumlarda gelir ve eğitim seviyesi düşük bölgelere gidildiğinde biliyoruz ki Doğa, hayvan özgürlüğü gibi konular anlamını birden yitirir. Bu gelişmiş toplumların ve diğer toplumlarda da görece varlıklı ve eğitimli bir azınlığın problemidir. Öte yandan aynı problem aslında, “12 Maymun” adlı bilimkurgu filminde olduğu gibi tüm insanlığın sorunudur. Şimdi buna dönüşmekte olduğunu daha iyi görüyoruz. İnsanların ezici bir çoğunluğunun bu konuda bilinçlenmesi yalnızca mücadeleyle mümkün görünmüyordu. Ancak şimdi, salgınla ve gelmekte olan diğer felaketlerle insanlar bunu yaşayarak hızlıca kavramak ve içselleştirmek zorunda. Bunu başaramayanlar hayatta kalma yolunda bir adım geriye düşecektir.

8. Sizce veganlık Hegelci anlamda söylersek tinin bir evrimi (bir vegan olarak ben buna inanıyorum) ya da Darwinci anlamda bir ilerleme sonucu ortaya çıkan bir yönelim mi?

Veganlığın etik bir yol olduğu açık. Tolstoy’un algıladığı biçimde meseleyi bir oluş biçimi şeklinde anlamak gerekir. Herkes vegan olmak zorunda değildir ancak bazı kişiler vicdanlarında, yaşamlarının bir anında artık vegan olmamanın mümkün olamayacağını hissederler ve vegan olurlar. Ben böyle bakıyorum en azından meseleye... Elbette bu bütün sorunlarımızı çözmüyor. Dünyada et tüketimi, hayvan ve Doğa sömürüsü devam ediyor, hatta artıyor... Ama bir bakıma da veganların ve vejetaryenlerin görünürlüğü arttıkça, bunu her ne kadar bir yaşam biçiminden ziyade sağlıklı olma yolu, yeni bir kimlik, cazibe ya da moda olarak algılıyor olsalar dahi, birçok insanın kendisini bu yeni kültüre adapte etmesi Dünya’nın geleceğini iyileştiriyor.

Bu bakımdan bence veganlık ve onunla birlikte pek çok bazı yeni kavrayışlar (özellikle robotun ruhluluğu üzerine) kaçınılmaz biçimde gelmekte olan yeni bir çağın tinini temsil ediyor.

9. Catherine Malabou, Covid ile ilgili yazısında Rousseau’nun karantina anılarına değiniyor. Buna göre Rousseau gemide diğerleriyle birlikte, açık havada karantinaya girmektense; penceresiz, soğuk bir binada tek başına karantinaya girmeyi tercih etmiş. Hatta bunu seçen o gemideki tek kişiymiş. Siz olsanız gemide diğerleriyle birlikte olmayı mı tercih ederdiniz yoksa binada tek başınıza olmayı mı?

Elbette binada olmayı seçerdim. Yığınların arasında olmak, vebaya yakalanmaktan daha kötü olsa gerek. Zira yığınların kendisidir veba. Biz onların uzağında, kendimizi çürüyen toplumdan tecrit edebildiğimiz kadar tecrit ederek modern kapitalist aygıtın döngüsünden bir oranda sıyrılabilmiş olabiliriz. Öte yandan bunu okuyacağımız kitaplara, dinleyeceğimiz müziklere ve izleyeceğimiz filmlere borçluyuz. Başka bir şeye değil. Yani kendi Umwelt’imizi yeniden inşa edişimize...

10. Virüsle ilgili söylemlerde en dikkat çekici yanlardan biri de ona bir düşman niteliğinin yüklenmesi; sanki insanlar tüm ayrılıklarını bırakıp birleşeceği ortak bir düşman bulmuş gibi bir kahramanlık mitine oynuyorlar. Sizce de virüsler düşmanımız mıdır?

Kimileri için düşman olabilir. Politikacıların kısa zaman içerisinde bu söylemi geliştirerek, salgını siyasi düşmanlarının üzerine bile yıkabileceği öngörülebilir. Her zamanki gibi kahramanmış numarasına yatarlar, ölenleri “şehit” ilan ederler; yani “mış” gibi yaparlar. Öte yandan bizler için, yani uzun zamandır büyük oranda yeraltına gizlenmiş, fikirleri anlaşılmayan, ürettikleri eserler alımlanamayan, ne topluma dair öngörüleri, ne de olası katkılarından faydalanılabilen kişiler için aslında yeni bir yeraltı yeryüzüne çıktı.

Başka bir deyişle yeraltımız artık her yer. İnsanların anlayamadığı, korktuğu ya da sıkıldığı durum esasında artık her anın ve her yerin düşünen ve üreten bir toplumsallığın ve onu oluşturan bireylerin eline yeniden geçme ihtimali. Bundan korkmakta haklılar, zira eğer bu olursa, kendileri mevkilerini, itibarlarını ve işe yaramaz lükslerinin tümünü yitirerek polis’in dışına kaçmak zorunda kalacaklar. Polis’in ve onu meydana getiren medeniliğin temsilcileri bizler de (hakiki romancılar, edebiyatçılar, şairler, felsefeciler, ressamlar, kompozitörler,...) o zaman hak ettiğimiz değeri göreceğiz. Bu nedenle virüs bizim düşmanımız değil, tam tersine o bizi özgürleştiriyor. İnsanlığı kendi boyunduruğundan sıyırarak, kendi kendisinden özgürleştiriyor.

11. Lucretius, Nietzsche ve Blake’i birleştirerek söylemek gerekirse; her yöne doğru düşerken bir anda saptık...Peki sizce bu sapma kendi yaratımımız olan bir gelecekte yaşama potansiyeli taşıyor mu?

Düşlüyoruz artık. Yeniden düşleyebiliyoruz. Her gün, her saat! Bu bile tek başına yeni bir gelecek yaratabilmemiz için yeterli. Yeni Nietzsche’ler bulmayı düşlemeliyiz, yeni Rimbaud’lar, Baudelaire’ler, Blake’ler olmalıyız. Bunu yapabildiğimiz ölçüde “bu çürüyen ütopya”dan (bu tabir sinemacı bir dostuma ait) insanlığın yeni altın çağına doğru ilerleyebiliriz.

12. Bazı düşünürler sıkılmanın boş bir iç dünyanın sonucu olduğunu ima ediyor, sizce bu doğru mu? Yoksa elitizm kokan bir düşünce midir sıkılmanın eğitimsizliğin sonucu olduğunu düşünmek?

Doğru. Başta çoğumuz sıkıldık biraz, çünkü “normal”imizin dışına bir anda çıkarılıyorduk. Emirle çıkarılıyorduk üstelik. Ancak bu normalin aslında bizi oyalayan şey oluşu, yani kendimizi asıl gerçekleştireceğimiz, dünyamızı kuracağımız alanı gizleyen bir yanılsama oluşu kısa zaman sonra belirginleşti. Yani zamanın kullanımı dönüşürken bize yeniden bir gün doğumunu, gün batımını, çiçeklerin açışını izleme, süresiz kitap okuma, amaçsızca düş kurma, zorlandığımız filmleri izleme hakkı verildi. İşte bu andan itibaren sıkılmak diye bir şey kalmadı diye düşünüyorum.

Felsefeyle, sosyal bilimlerle ve sanatla uğraşan kişilerin zaten kendi kendini gerçekleştiriyor olma ihtimali vardır. Dolayısıyla günlük çalışmalarında zaten bir yanıyla bu uğraşlara yönelebilirler. Ancak elbette gündelik hayatın işleri, okul, akademik angaryalar ve toplumun sürekli olarak ürettiği “normal olma” baskısı bunu zamanın tümüne yaymayı onlar için de engellemektedir. Bir memur ya da bir ofis çalışanı içinse tam olarak bir kâbustur yaşatılan. Onun mesai saatleri kendini gerçekleştirememe saatleri, mesai saatleriyse yeniden şarj olma saatleridir. İç dünyası çoktan boşaltılmış durumdadır. Bunu kırmak için anlam dünyasına daha da sıkı sarılmalıdır o.






@