Kraliçenin Kaçağı
yaşlanmış bir kahramandan daha güzel ne var ki hayatta?

dağlar var diyeceksin, 
müzik, vücutlar, asırlar,
araya girmeden duramayan zaman ve mekanlar
acıma bilmeyen sert rüzgarlar,

kralların tanrısı,
beni yıktığın meydanda zaferlerini ilan eden
yalanların tanrısı:
öldürülmemiş kahraman

yenmekten bahsetme bana.

Sunu: Harabe ve Gelecekler
     Harabeler, geçmişe dönük bir açıklıkla zamanlar arasında hareket eden ve hareketi mümkün kılan nesneler. Giovanni Battista Piranesi’nin resmettiği görkemli yıkıntılar, Roma’nın rüya manzaraları, geçmişe dönük romantik bir imgeyi de yaygınlaştırıyordu. Goethe, İtalya seyahatinde bulduğu Roma’nın, Piranesi tablolarından bildiği Roma olmadığını gücenerek yazar.¹
     Daha sonra Avrupa şehirlerini harabeye dönüştürecek olan dünya savaşı ile harabe çağrışım alanı genişlemişti: hafriyat, yıkıntı, kalıntı, virane, enkaz. Bu kelimeler harabelerin romantik imgesini üstlenmediler. “İkinci dünya savaşının bombalanmış şehirlerini hatırlarken harabe nostaljisinden nasıl bahsedebiliriz?”²
     Harabeler yalnızca kaynağını efsanevi Yunan ve Roma köklerinden alan ve savaşta yerle bir olan bir Avrupa ile ilgili değildi. Mısırlı şair İbrahim Naci’nin El Atlal şiirinden uyarlanan, Ümmü Gülsüm’ün aynı isimli şarkısında düşünceli bir dolaşmanın hayali mekânı olarak yine harabeler arasındayız: Ey kalbim, aşk nereye gitti diye sorma / yıkılan hayallerimdeki anıt / doldur da yıkıntılarına içelim. 
     Mahmud Derviş’in şiirinde harabe³, Derviş’in 1941’de doğduğu ve 1948’de İsrail’in işgaline uğrayan köyün kendisi. İşgalin kesintiye uğrattığı, çocukluğunun imgelerine ulaşmayı mümkün kılmayan bu mekân, bir harabe: Burayı kendimize göre deneyimleyelim: / Burada, bir taşın üzerine bir gökyüzü düştü ve kanattı onu / baharda anemonlar açsın diye / (Şarkım şimdi nerede?) / Burada, ceren penceremin camını kırmıştı / onu takip edeyim diye / (Şarkım şimdi nerede?) / Burada, büyülü sabah kelebekleri okuluma giden yolu taşırdı / (Şarkım şimdi nerede?) / Burada, yıldızlarıma uçmak üzere bir atı eyerlerdim / (Şarkım şimdi nerede?) 
     Beyrut’ta 2020’deki patlamanın ardından yıkılan apartmanlar ve molozun içinden gökyüzüne yükselen toz bulutu görüntüleri, Lübnan İç Savaşı’nda yerle bir olan bu şehre dair görüntüleri de akla getirmişti. Patlamanın ardından evinin yıkıntıları arasında piyano çalan bir kadının viral videosu, yıkıntı estetiğinin başka bir boyutunu akla getiriyor. Piyanist filmindeki savaş sonrası Almanya’nın sinemasal imgesinin bir çeşit tekrarı.
     Walter Benjamin’in tarihe dair tezlerinde, harabe, şimdiki zamanda eylemin imkanlarını düşünmenin dizgesi. Felaket tekrar eder, tarih yıkıntı biriktir, tarihin meleği ise gözü biriken yıkıntılara dikili olduğu halde geleceğe doğru sürüklenir. “Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket.”⁴ 2015’te ilan edilen ve iktidarın toplumsal barış kalkışmasını sona erdirdiğini de duyuran sokağa çıkma yasakları, Diyarbakır Sur’da, böyle tekrar eden felaketin yeni bir döngüsünün başlaması anlamına geliyordu.
     Tarihin yıkıntılarını tespit etmenin şiirsel imkanından söz edebilir miyiz? Tarihin yıkıntıları birikirken romantik imge nerede duruyor; onu tersyüz etmek mi yoksa ortadan kaldırmak mı gerek? İçinde olduğumuz harabeler ve baktığımız gelecekler neler? Bu soruları şiire ya da serbest biçimli bir üretime dönüşmek üzere, çağrışıma ilham olsun diye, yazarlara bir çağrı olarak ilettim.
     Veysi Erdoğan’ın metni, bu sorularıma karşılık vererek dosyayı açmaya yardım ediyor. Anita Sezgener, harabenin ne olduğunu bulmak üzere kapsamlı bir deneyim-araştırma yürütüyor.
     Selcan Peksan’a, İnsandan Sonra’nın kıyamet sonrası görüntülerini aklımda tutarak yazdım, o da bu çağrıma karşılık verdi. Mehmet Yaşın, dosyadaki şiiriyle yeni kitabını da müjdeliyor.
     İnanç Avadit, harabe kavramını, İzmir’in dönüşümünü gözlemlediği fotoğrafları ile düşünmeye başlamıştı. Avadit’in dosyadaki şiirine bu sergiden bir fotoğraf da eşlik ediyor. E. İrem Az, şiirinde, Sade Yaşadığımız’dan da hatırlayacağımız gibi, beden-emek ekseninde gözlediklerini yeni bir dile dönüştürmeye devam ediyor.
     İlhan Durusel, bir tapınak-harabe’de bizi yanıt bulacağı meçhul bir yakarıya ortak ediyor. Harabeler çoğu kez hayaletlerle ilişkilendirilir. Oyun yazarı olarak tanıdığımız Erdem Avşar, metninde, harabelerin olağan sakinlerine olağandışı bir örgütlenme çağrısında bulunuyor.
     Asuman Susam, katmanları birbirinin üzerine çöken bir iç harabe-coğrafyadan, geçişleri gözü kapalı bilen birinin açıklığıyla sesleniyor. Bengü Özsoy’un şiiri, ev’in ve yurt-ev’in harabeleşmesine dair bir tanıklık. 
     Yusuf Uğur Uğurel’i okurken Oysa Bu Yapraklar Beni İyileştirmeyecek’te kurduğu şiir formunu da hatırlıyoruz. Uğurel, şiirinde, geçtiğimiz temmuz ayında kaybettiğimiz şair Metin Sefa ile, içinde yaşadığımız harabelere dair bir diyalog sürdürüyor. Şiirlerini belki yakında daha da sık göreceğimiz İlker Hepkan ve Sema Merve İş, bu sayıda harabe ve geleceklerle ilgili başta sorduğum soruları yorumlayanlar arasında.





“Elbet ben de bahsedicem sana içinde bulunduğun yalanlardan, bir enkaz altında kalanlardan, yananlardan, yeraltından” 
Gazapizm

1. Johann Wolfgang von Goethe. 2021. İtalya Seyahati. Çev. Gürsel Aytaç. İletişim.
2. Andreas Huyssen. 2006. “Nostalgia for Ruins.” Grey Room.
3. “El-Birve’nin Harabeleri Önünde.” Arapçadan İngilizceye çeviren: Sinan Antoon. https://www.jadaliyya.com/Details/23789/Mahmoud-Darwish-Standing-Before-the-Ruins-of-Al-Birweh
4. Walter Benjamin. Son Bakışta Aşk. 1993. Ed. Nurdan Gürbilek. Metis.

İçi Boş Bir Salyangoz Kabuğu Gibi
Her yıkıntının bir hafıza taşıdığını söyleyebiliriz pekâlâ. Bir zamanların izleriyle dolu bu 
yere baktığımızda çoğu kez hüzün yüklü bir tabloyla karşılaşırız. Guernica gibi, dağılmış, 
parçalı, kayıp. Orada saklı olanın karşısında hiç kimse nesnel duramaz. Bakışın önümüze 
serdiği gerçeklik sert bir cisim gibi insanın yüzüne çarpıp durur. Yankısı duyulan her şey 
iki kelimeyi vücuda getirir o vakit: yas ve keder. İşte burada şiir devreye girip kendini 
gösterebilir, isterse. Varlığını ortaya koymak için gerekli bütün teçhizatlar ya da şiirsel 
imkân oradadır.

Şair yeniden üretim faaliyetinde bulunan biri olarak yıkıntılara bakarken geçmişi ortadan 
kaldırmaktan çok ona farklı bir bakış bırakır. Varlığını perdeleyen şeyin üzerine giderken 
dile geleni ters yüz eder, nostaljiyi var olduğu ilk halden uzağa taşır. Başka türlü geçmişin 
ilk zamanlarına dönmek mümkün değil. Burada yapılabilecek şey, romantik imgenin 
elverdiği ölçüde hatırayı ayağa kaldırıp ona yeni bir biçim vermek. Üzerinde düşünülenin 
bir daha eskisi gibi olamayacağı bilgisiyle elbette.

Peki, harabe maddi yapıların varlığını işaret etmek için mi konumlanır? Ben buradayım, 
dediği yer sadece bir mekândan mı ibaret? Diyebilirim ki bizler de yıkıntılar üzerine 
kurulu medeniyetlerin daimi elemanları olarak bir harabeden farksızız. Gerek dünyanın 
önümüze koyduğu badireler gerekse çağın bizden götürdüklerinden içimize gömülü 
yıkıntıdan sesimiz çıkmıyor. Uzağına düştüğümüz varlığımızla yan yana gelme çabası çoğu 
kez bir hüsranla sonuçlanıyor. Bizi çepeçevre kuşatan kötücül bir zamanın karşısında bir 
bütünlenememe hali içindeyiz. Harabeden çıkıp bir adım öteye gitmemiz zor. İçi boş bir 
salyangoz kabuğu orada duruyor işte.







ağaçlar, hayaletler, harabeler ve küf üzerine değiniler 
1: bir şey tek başına durup durup harabeleşir mi? 
harabe kelimesinin etimolojisine bakarsak 
Arapça χrb kökünden gelen χarāba(t) خرابة “harap şey veya yer, yıkıntı, virane” sözcüğünden alıntıdır. 
yıkılmakla harabeleşmek arasında büyük bir fark var. hayalet ağla ağ arasındaki gibi.
 
2: biz hayalet gibi geçeriz mutsuzluğun boynundan. 
(kızımın bir çığlığı var hiç kaybolmayan.) 

3: bir harabenin dünya mirası listesine alınması. bize insanın kusurlu olduğunu hatırlatır. 
evde küf varsa ev havasızdır. 

4: bir yere ne zaman harabe denir? 
“Peki bir harabe en nihayetinde nedir? Bir harabe, doğaya terk edilen insan yapısından
başka bir şey değildir ve şehirdeki bir harabede cezbedici olan, çağrıştırdığı vahşi doğadır:
Tüm tezahürleri ve tehlikeleriyle, bilinmeyenleri vaat eden bir yer. Şehirleri erkekler (ve daha 
az sayıda olmakla beraber kadınlar) inşa ederler; fakat bu yerlerin çöküşünü hazırlayan doğadır. 
Depremler, kasırgalar, zamanla şiddetini artıran çürüme, erozyon ve paslanma gibi süreçlerle 
başlar yıkım.” 

5: küf manifestosu’na göre yıkım, insanların kendilerini yeniden inşa etmesi için bir araçtır. 

6: ‘harabelerin Rembrandt’ı Piranesi’nin hayali hapishane gravürleri. kuşları. duvarlarını 
okyanus dalgalarının dövdüğü suların kabarıp çekildiği sonsuz salonlu labirentler. 

7: işte biz ağaçlardan önde gelmeyiz. hele de ıhlamur ağaçlarından.
 
8: (kızım her gün yeni bir kelime öğreniyor. 
kendine hiç yabancılaşmıyor.) 

9: harfler harabelerin neresinde durur? yitip gittiği yerden kalkan başlar. 
bir şey kendisi dışında başka bir şey olmayı arzulamazsa da iyi. 

10: Walter Benjamin’in Tek Yön’ü önümde. bagaj kapağının açılmasıyla kafama inen
o tuğla ağırlığında torba. titrek bir özür, kendini sürekli hissettiren sızı. bayılmadım. 
gözbebeğim de büyümedi. yalnızca çok sessiz istedim. odiyometre çalıştı. orta tiz sesler
az duyuldu. kıkırdakımsı doku. burundan ya da kulaktan omirilik sıvısı gelmedi.
12 saat geçti. aldırışsız titrek bir özür. çatırtı. su sesi henüz yok. toplu köpek havlamaları. 
uzak bir hız sesi. taşlarla örülü evler arasında. hep bir şey olacak duygusu. dirilecek. 
gelecek tavan aralarından. harabe ve hayalet ilişkisi. 

11: https://www.e-skop.com/skopbulten/bir-harabe-tarihinden-fragmanlar/4689 

12: Poliphilo kayıp aşkını aramak için. yola çıkar. sütun başları, frizler, kaideler arasında. 
parçalanmış bir geçmişi. bir araya getirir. 

13: mezarların ve harabelerin koruyucusu bir hayaletimsi harabenin insanlık tarihi olduğunu 
muştular. Volney yanılmıştır. 

14: bir harabeyi sarabilir bir bitki örtüsü var. belki bir saklanmayı başaran. el almadan. 



Dip Akıntılar 

https://www.nisanyansozluk.com/kelime/harabehayalet ağ: 
https://www.suustunde.com/tr/content-details/hayalet-ag-nedir-.html?ContentID=739 Rebecca Solnit, Kaybolma kılavuzu, s:86, çeviren: Gökçe Gündüç, Encore yayınları, 2015 küf manifestosu için: 
Özlem Elif Aras. Hacettepe üniversitesi güzel sanatlar enstitüsü seramik anasanat dalı. Mekan ve harabe ilişkisi. Yüksek lisans sanat çalışması raporu. 






Şanslı zaman kesiti
Flu ile bulanık arası - Düşünce ile vahiy arası
Yaratılmış değil var olmuş, söylenmiş de duyulmamış
-Bu nasıl hissettiriyor?

Postallarımızla ilerliyoruz duyargalarımızla
Avcıyı hayvana çevirecek bir yol
-Beni istediğin yer neresi?

Çıplak bedenlerimizle uzanıp tablolarınıza
Gelmenizi bekledik
Tahrik edildik, takdim edildik
Uzanıp tablolarınızda gelmenizi bekledik
Siyah, kıvırcık tüylerimizi gösterdik
Gelmenizi bekledik tablolarınızı yırtarak
Geleceğimizi yerle bir ettik
Vaat edilen cenneti, elma bahçelerini,
Tapınaklarınızı yerle bir ettik
Bize bir duvar süsü olma lüksü verilen, 
Bize kaynağında yıkanma şansı verilen evinizi
-Bu daha iyi mi?

Beklentileri yükleniyor şanslı zaman kesiti
Biri bu hikâyeyi başkasının ağzından aktarıyor:
Dere yolundan yeni dönen bir zebra
Kuyruğuyla havayı süpürüyordur, 
Binici topuğuna basarak koşuyu 
Göbekten başlatmaktadır
Hızla alınan yolun sorumluluğu
Adrenalin hazırlığı
Ritmik ve yerinde ve belirsiz dokunuşlarla
Göbeğinde hissedip
Hissedip bir hayvana dönüşecektir
Tembel bir köpeğe
Bu daha yumuşak mı?

Dart tahtasında çekici bir hedef gibi  
Yüksek bir köprüden geleceği izliyoruz
Bir anlık kararla kayalıklara çarparak 
Parçalandığını kaybetme korkumuzun 
Biz yükselirken parmaklarımızdan çaresizce
Kayacaktır, tüy olup savrulacaktır
Henüz ulaşamadığımız zirvelere, burgu burgu evrenlere
Kereste testeresi ile parçalara ayrılacaktır bütünlüğü
Ne kadar acıtacağının üzüntülü hazzı 
Şöyle deriz: bu bir refleksti üzerinden ordularla geçilen güdü
-Cezalandırılmayı hak ettik

Parçaları birleştirmek mümkün olabilirdi
Altın tozumuz olsaydı uyku kumu
“Dedi ki: ‘Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?’ 
 Dediler ki: ‘Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor.’ 
 Dedi ki: ‘Yalnızca az (zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz.’”







Nokta
       çocuk yetiştirmeye kimin vakti varsa ona gidelim      değil      doğuş 
vaktine gidelim      laf      metronun kapısı kapanmadan bin de gidelim      
baban baba değil kardeşin kardeş mi sevgilin sevgili kalamaz sana      ve 
oğlun oğul oğul değil     hepsinin tekleştiği Bir’ine gidelim      eğer durakta 
seni bekleyen yoksa yolumuza devam edelim      yorgunluk veriyor yoksa 
Bu-hayata ayak uyduruyormuş gibi yapmak      küme küme sınıflamalar 
mayın döşeli sınırlar içinde düzen intizam      herşeyin bir ruhu 
yokmuşçasına canlı ve cansız varlıklar denir      laf er ile dişi        ağaçlar 
içinde turunçgiller onlar içinde portakal ve portakalın yafa cinsi hep aynı 
varoluşta değillermiş gibi      bak kapılar kapandı     ve içerimde capcanlı 
bi’şeyler açıkta kaldı      şiir mi     katliamdan kurtulmuş eski tanrılardan biri 
mi      ne zaman dışarı adım atsak bir mayın patlar ve şairler öldükten sonra 
yaşamaya başlar laf      bırak yer kavgasını sürdürsün kardeşler ile baba 
cesedi ve öldürdüğün son sevgili      metro dersen sıkıştıkça sıkışık sen 
dikili bekle      bekle      kalabalıkta daha yalnız      kitabını indiremez ki 
yekvücuda erişemeyen Ruh ölür sevişilmemekten bedeni değillenince      
ve ölüler sağır olur      dilsiz dil gönül olur      ben daha değil        Ben 
kendimde bile değil nicedir      halvet bitmesin istiyorsun başlamasından 
korktuğun halde       ben gitmesin sen gelmesin ne de başka yolcular girsin 
aramıza sanki ikimiz düzenin ezberini bozmuşmuşuz da       laf       çürüyen 
gövdeyi arıtamaz arıtsın istiyorsun Selsebîl Pınarı en duru dizelerle dizi dizi 
inip tavaf etsin melekler bizi      haberin yok mu harp harabesi Yer’de greve 
çıktı cümle hizmetkârı göklerin Cebrail de içlerinde      birden kol kanat 
havaya uçtu mayına basar basmaz erler değil mi ki artık öpüşemezler 
melek ya da er değil      ne de dişi      yeraltında bekliyor işte yanlış sinyal 
yüzünden cümlesi      demiştim bir yere varmak imkânsız bu şehrin altı gök 
üstünde       pek derin bir söz söylercesine üst üste tekrarlıyorsun 
Akropolis’te inseydik keşke Akropolis’te inseydik keş-      o an aramızdaki 
bütün ihtimaller bitti      mecburen arkamı döndüm soyunabilirsin kimse
görmüyor seni    değil      demek istediğim bu değildi     öyle olamazdı 
sevmek çünkü ruh ten zihin bir idi      duygular ile ayaklar yerden kesilince 
yükselebilirsin indirmek için şiirini     laf hepsi laf      metroların da bir tanrısı 
var döner-merdivenin başını tutar ve biletsiz yolcuları gerisin geri bana 
yollar      seveceksen tam seveceksin herşey ve ne varsa hepsi bir Tek      
ve uzaklaşır Bu-dünya küçüle küçül mavi bir topa dönüşür      O      
buradaki nokta yuvarlanırken evrenin yıldız dolu boşluğunda      . 

                                                                                                             

Atina, 2021




Editörün notu: Nokta şiiri Mehmet Yaşın’ın gelecek sene yayımlanması 
planlanan kitabında yer alıyor. 













Harabe-temel
Dünyanın temeli olarak harabe.
Katmanların oluşması ve sonunda muhakkak bir harabeye dönüşüp sıradaki katmanın 
temelini atması.
Kavramsallaştırdığımızda bir harabe-temel’den söz etmek mümkün.
Öyleyse dünya yapılan bir şey olduğu kadar yıkılan da bir şeydir.
Hem doğa hem de insan onu sürekli olarak yaparken sürekli olarak da yıkarlar.
Gelecek böyle inşa edilir.
Gelecek bir harabe-temel’dir.
Höyük, bir yıkıntı toplamıdır.
Bir çağ sıradaki çağın harabesidir.
Teknolojiler, alet çantaları, büyük buluşlar çöp olur.
Fikirler, hayaller, altın çağ umudu her seferinde yeni bir çöpdağıdır.
Kazı alanlarında bulunan işlikler, geride bırakılmış çöple geleceğe bir mesaj bırakırlar.
Bilgiyi ileten de yine bu harabenin toplamıdır.
Doğru anla, ben insancıl değilim. Ben bir cehennem yetiştiricisiyim.
Kolonların daha uzun süre ayakta kalacak belki.
Ama çatıların asla düşündüğün kadar sağlam olmayacak.
Camların kırılacak, kapıların rüzgarda son kez çarpıp menteşelerinden ayrılacak.
Beni iyi dinle.
Ben harabeyim.
Ben geleceğim.






Editörün notu: Fotoğraf, İnanç Avadit’in 2018 yılında İzmir Mimarlar Odası’nda izlenen Kazı sergisine aittir.

tohum işçisi filizi hatırlar
Pachira Aquatica bir dilek hırsızıdır.
Yoksul emekçinin yana yakıla
aradığı büyüsüz takma ismi
sahiplenir. Muhasebe
mülkiyetten yeşerir.

Para Ağacı bir umut hırsızıdır.
Kuru toprak, nemsiz hava 
beğenmez. İşçiye düşer 
tohumunu satmak.

Endüstri ve sonrası bol su ister—
e-bölünerek ürer
yıkıntılar—blok zinciri
ve hibrit tohum aklanır.

Güçlüsü meyve, 
güçsüzü atalık peşinde.
En son ne zaman bir filiz gördüğünü 
sadece tohum işçisi hatırlar:
Gelecek, emekten kamaşır.











Kibele için Kıyamet İlahisi
Bir kayamezarı kitabesinin Hititçe’den Aşık Bestami tercümesi 


Ey Kibele sana geldik, kabul et bizi, sana geldik. 
Kapandı arkamızdaki bütün yollar. Şimdi senin 
karşındayız. Bırakıp gitme bizi yine Kibele. Kabul et 
bizi. Elbiseler dikelim sana. Çarıklar getirelim gelin 
terlikleri gibi tüylü. Kibele kabul et bizi.

Kibele, böyle memelerini aç bize. Bırak aksın ağzımıza 
sütün, ruhunun usaresi. Bizi sen yarattın, sen besle. 
Bir rüzgâr gibi sar bizi, esirge. Kibele aç göğsünü 
bağrına bas bizi. Sars bizi, depremler gönder, Kibele, 
yıldızlar yağdır üzerimize. Sağanak yıldırımlar dökülsün 
tepemize. 

Seni övüyoruz Kibele. Seni övüyoruz sabah. Seni 
övüyoruz sabah kalktığında önünde bir öğün övgü. Korkma 
diyoruz, bizi yarattın, korkma bizden kötü oluruz diye. 
Senin kuralların işler kainatta. Unutturma bize! Korkma 
sağ elini oynat. Emir ver, eğilelim önünde. Secde. Bizi 
görevlendir şimdi. Vazifeye gönder munis misyoner. 
Kibele bizi iyi insanlar yap. Öncü yap bizi, akıncı! 
Karanlık yollar çıkar önümüze ama aydınlık olsun 
arkamız. Biz yaklaştıkça uzaklaşsın sabah. Öyle olsun. 
Sen istediğin zaman getir sabahı önümüze. Biz de 
öğrenelim kendimizle bu sabah diyelim bizim sabahımız, 
biz hak ettik bunu, biz kazandık elimizle emeğimizle. 
Kibele bizi inandır buna. Bize adsız Yalvaç gönder, 
ordu kursun. Bir tılsım ver ona: Beyaz karga beyaz 
karga.

Ey ay kadar güzel anatanrıça!
Sabaha kadar göz kulak ol akkargaya, karayalvaça, altınorduya!

Kibele, Kibele bak oldu işte 
Bu satır başı senin 
bu satır senin satırın sana ait uzak bir yazdan kalma
Serin otlaklarda sadık atlılar kaybolmuş burada 
kapı zillerini çalıyoruz duysunlar diye 
sis çanları döğülüyor 
Gel güzel atlı / Atı kanatlı / Baldıriçi dövmeli.
Sayacıların kana kana dövdüğü deri. 
Senin mi o yaş deri? O görklü saya? Islak kösele?
Sayacılar çarık yapsın ayağına. Mokasen. Çırakları ökçe 
çaksın. Ökçe çak kunduracı çırağı! Çakılsın öfke 
böğrümüze, döşümüze. 
Pelerin biçelim, ört üzerimize üşüyünce.

Burada yedi ton ışık var, hepsi senin! 
Başaklar on üç renk, renklerini sen verdin!
Suya bakar kendimizi görürüz, senin eserin, sen 
gösterirsin!

Kibele, Mezarına bir krallığın sığdığı Kibele!
Aşk organıyla imparatorluk yıkan ece!
Bir önceki dünya da senindi
Baştanrıçasın bir sonrakinde de
Ulu Kibele!

Boş beşik, altın yüzük, hoş bilezik. Bir sürahi nektar, 
bir kase soğuk erik.

Malabadi Köprüsü yıkık. 
Yeniden yapılmayı bekler senin için.
Kudret ver bitirelim.
Kıyamet günü gibi bayram edelim!
Daha çok acı ver bize, katar katar keder. 
Ama sıkma canımızı. Yeter.
Kurtar bizi sıkıntıdan can sıkıntısından. 
Bıktık usandık kendimizden.






Denizin Kenti
aynı sorular girdikçe aramıza
suları bulandıran tanıklara kalıyor
ikimizin de yaşamayı beceremediği sıla.

yalnızlığında kıskanıyorum çizgi ellerini
her yerde senin adın bacaların tütmediği kentlerde
geri geri koşuyor iki sevgili
ortalarındaki koskoca Tanrı’ya bakakalıyor
ne acı.

haydi kalk uyan artık, müzik İstanbul’u yıkıyor!










İlker Hepkan 𖦼 Kraliçenin kaçağı
Kraliçenin Kaçağı
yaşlanmış bir kahramandan daha güzel ne var ki hayatta?

dağlar var diyeceksin, 
müzik, vücutlar, asırlar,
araya girmeden duramayan zaman ve mekanlar
acıma bilmeyen sert rüzgarlar,

kralların tanrısı,
beni yıktığın meydanda zaferlerini ilan eden
yalanların tanrısı:
öldürülmemiş kahraman

yenmekten bahsetme bana.










Yeni Bir Hayatın Yıkıntısı
Bu ölülere bir dirilme çağrısı
Herkese değil, yalnız bazı gruplara mahsus
Kendisi topraktan çıkamayanlar için
Elimizde kazmalar, kürekler, çapalarla geliyoruz.

Cenaze ağıtlarına karnımız tok,
Hayat fışkıran bir sirk gibi yürüyoruz,
Yanımızda kaplanlar, aslanlar, üstümüzde tüylü tüysüz garip kuşlar.
Eski Yunan koroları gibi sesleniyoruz size:

			                        “Burası artık yeni bir kent
			                          İşte tabelasını da çaktık
								                             tak tak tak tak
				                  Buyurun bir çanak anten
				                  Ulusal kanal
                                                            bir radyo
                                                                     bir de konserve fabrikası.
					         Yevmiyeler dirilerden
					         Sendikalar sizden.”

Burası bizden önce de vardı ama adını siz koydunuz,
Şimdi size düşen biraz silkelenmek biraz da hatırlamak:
Kimdiniz, neydiniz, hıncınız kime, hangi taşın altında kaldınız.
Merak etmeyin, şimdi birlikte kaldıracağız, sizi öldüren allah utansın.

				            “Yavaş yavaş çıkarıyorlar ellerini			
				              İşte ancak böyle kurulur yeniden hayat

						                                  HA-YAT! HA-YAT! HA-YAT!
				
                                             İster süre süre ayaklarınızı
				             İster koşa koşa gelin
			                     Burası artık hepimizin.”

Her çukur açıldıkça keyfimiz yerine geliyor,
Her birini tek tek kapatıyoruz,
Bir daha kimse girmesin diye.
Yeni bir hayatın yıkıntısı işte böyle kurulur.














harabeden dildışına
Sakın havradan geçme. Yıkıntıların arasından. Yoldan ayrılma. Dosdoğru ev’e. 


her şeyi tersten. yaptım. havradan geçtim, kendime yeni patikalar açarak. harabeydi. yıkıntılar 
arasından. kemikler kesti adımlarımı. kim bilir hangi hayvandan. adını bilmediğim duvar dibi 
ağaçları. durdurdu yapraklı dallarından. tısss sesini gördüm. durdum. derisi soğuk bir çıt 
çıkabilir mi? kim kime yutulmuş. geçmiş oyundan. unutulmuş. cicoz, gazoz kapaklarından. 
kırık şişeler. izbıraktım. camdan. harabeye. a yazdım. çıktım sonra patikadan yola. sınır 
hattında sararmış otlar, dikenler, kuru yapraklar. inatçı tek dal gülhatmi. duvar. yarısı silik. 
penceresidir dediğim gedik. çarkıfelek bitmiş, açmış, sarkmış aşağılara. oradan yola 
doğrulmuş.

Ona söyle, içine yerleştirdiği o boşluk derisi büzüştükçe yok olmayacak. Korkmasın, ondan. 
Sınırları siler mi zaman, diyorsun? Silinenden iz kalmaz mı? “Herkesin kendi keder ritmi”.* 
Yolculuk kendi düzenini kuracak acının kat yerlerinde. Açılacak başka hayat. Başka bir 
sevmek başlıyor şimdi. Kırılıp dökülenden. Yırtılıp sökülenden. Acılıhaz. Yıkıma uğramış bir 
iç, harabedir. Kim kaldıracak neyi? “sevilen varlık”. “acıyla doluyum”. İnsan unutmuyor. 
Sen de bir şey söyle. Eti ete dikiyorum, bir kalbi düzlemek için.

Yine söz dinlememişsin. dinlemedim. ama seni çok sevdim. senin sevdiğin kadardan çok. 
sevdim. Üzme beni, dedikçe inadına… inadıma. sarıldım kuvvetlendim. Bu yanlışlar 
büyük ve fazla. (beni) cezalandırmak için. Çok fazla. Delirmişsin gibi. aşırılıklarımdan 
söktüm kendimi. duruldum. sudan fazla. zardan. tüyden. hafif. göremedin sen. gitmenden 
önce hafiflediydim. hatırlamak, hatıra çekip gitmişti senden. sen gitmeden. harabe değildin. 
içinde kuvvetli canlı kalma istenci. ben böyle arzu görmedimdi. fotoğraflarına bakmak 
bilmediğim bir geçmişe doğru senden uzaklaştırıyor beni. nabzım duyulmayacak kadar ağır. 
“konuş ki seni görebileyim”. zaman dışından gelen gölge. 

Her sabah sessizlikte karşılaşıyorsunuz. O boşluk sendeliyor. Ne yapacağını bilemeden. Sonra 
hatırlıyor.  Hanginiz hanginizi geri çağıracak o yokyere. Kaybolmaktan korkan. Durmadan 
ezberden okuyor kendini. Özleyiş çınlamaları. Hep yakalanırdın bakışlarından. Senden kaçanı 
aramak için.

zaman aktıkça eskiyor. sen eskiyor. üstünü örttüğümüz kurumuş kuyular. rüzgâr yerden yukarı 
bırakıyor bazen uğultusunu. sessizlik aşındırıyor eşyayı. ben de huysuzluğundan eskiyor. 
kumaşlar geliyor elime çekmecelerden. ipler, dokular, lifler. yeniden tanıyorum seni esneyen 
bir kumaşın karnından. harfler işliyorum organze üzeri, tel kırma. dünya senden uzaklara 
genişliyor. kat yerlerinden kapitoneler. bu katılık. esnetebilirim seni, dokunarak. dildışına. 
anneye. yastan.




*Yas Günlüğü, Roland Barthes.


















duvar yıkıldı
briketler çalındı
duvar örülecek
en az 30.000 diyorlar

yeni duvarlarınız olacak 
harabelerinizi koruyacaksınız
harabeleri çalıyorlar
harabeleri yağmalıyorlar
kapılar yapılacak
her harabenin illa bir kapısı olacak
kapılarınızı yiyecekler, yarasın
birtakım pipisel ihtiyaçlardan dolayı
dolayı dolayı kapı baca arayacaklar

evimdeyim. benim evim bellidir. babamın doğduğu ev. ben evimdeyim. babaannemin öldüğü 
evde. büyükbabamın öldüğü evde. bu evde öldü babamın babaannesi de. bu evde ölüyoruz biz 
genelde, annemin en çok ağladığı yerde. dedim ben harabemi seviyorum. kemiklerimiz şu 
tepede, ailem kendi mezarlığında ikamet etmekte. ona da dedim: ben ayrılırım ölünce. ben 
giderim. ben büyükbabamın yanında yatcam, evet aynen böyle dedim: yatcam. yatcam ben şu 
yerde.

çatılarımız akıyor, leğenlerimiz var
yenilgilerimiz de var emmeeeğ bizi de çok kıskanıyorlar
yıkıntılarımızı kıskanıyorlar
adaletimizi ve liralarımızı
eteklerimize topladığımız çocuk parçalarını
ısıtamadığımız evleri kıskanıyorlar
donmuş çocuklarımızı

bommmm
şaka şakaa
şakacıktan
öl bari bir de
bommmm
bak, yine

bombaları var şehirlerin, unutulmayacak bombaları. üzerine isimler yazılmış bombalar uçup 
uçup isimsiz çocuklara konuyor falan. yani işte nasıl desem patlıyor hani bombalar. uç uç 
bombacık hoop hoop bombacık. bu sokağa isim verelim ki gömdüklerimize moral olsun, 7’ler 
okunsun, 40’lar okunsun. analım. anacak insan olsun. boooom bom bommm.  

ben bu duvarı yaptırmayacağım
















Gelecek
Garip bir boşluk

Kaç metreküp suyla dolar bir havuz
Mavi karo taşları sonbahardan sıkkın
Yahut gökyüzünü kaç leylek sürüsü sarabilir
Yolculuk vakti geçkin
Bir tırtıl kaç yaprağı kemire kemire doyurabilir karnını
Diğer tırtıllardan kaçmış kendi yaprağına inanan
Çocuklar bir kovayı ne kadar kumla doldurabilir 
Bir kat kuru bir kat denizden
Kum mühendisliği emek ve çocukluk ister 
Ne kadar sürer bir ıstırap üstüne süren koca bir kamyondan sonra
Arka yazısı teferruatı bir otoban yolculuğunun
“Hayat bir hediye kabullenmek sana ağır geldi”
Kamyon hep uzun bir yoldan seslenir 

Kim ki girdiği yolculuğun çıkmaz olduğunu bilsin
Yol işaretleri bunu söylemediğinde
Ve bir çıkmaz sokakta kalakaldığında 
Garip bir boşlukta

Sonrası bilmeden o bildiğin yer
Başlangıç noktası
Bulutlar ve hemen sonra ana rahmi

İşte gelecek
Havlayan bir köpeğe “bağırma lan” dediklerinde
Hiç durmadan havlamaya devam etmesi gibi hayat hep devam edecek

Gelecek bir hediye kabullenmek bana ağır geldi 
Kalbim işte o kamyonun direksiyonunda
Otobanda böyle basmıştı gaza
Bilmem kaç kilometre hızda
Ceninden geleceğe
Teferruatla dolmayan o garip boşluğa



26 Ağustos 2020
Yalıkavak



Metaverse bunu gerektirir

I
Bu şiiri hızlandıran Metin Sefa'ya

O gün Veli Bar'da oturuyorduk, yaklaşık 20 yıl sonra burada bu kadar 
olacak kadar yakın oturmuşuz
Abi ben az kalsın instagram'a bir fotoğrafını koyup bir şeyler yazacaktım öldüğünde,
şiiri bu kadar unutmuşum
Sen de o kadar yorulmuşsun ki sanki erkeni geçi kalmamış ölümün
Seninle bi’ şekilde iletişim kurmalıydım öldüğünde
Şiir en iyisi olacak
Yine de öyle
 
Savaş başladı 
İşgalin 13. gününde televizyon seyredenler için savaş bitti 
En vicdanlı akıllı telefonlarda bile yer yer yer alıyor akışlarda canlı 
Müsabakalar, toplantılar, kutlamalar, festivaller devam ediyor 
Google search: rusya ukrayna savaşı bitti mi 
Videolar 
Rusya’nın Ukrayna işgalinde 5. ay bitti… Savaşta son durum… 
YouTube 
1 ay önce 
Savaş enkazın üzerinde başlamıştı, savaştan sonra değil hiçbir şey 
Savaşın ilk gününden beri kutlamalar devam ediyor 
Her savaşın bir barışı yok 
Twitter’da Gülsüm’ü takip edenler şahsi tıklama, kaybolma, 
             özel ilgilenme durumlarına göre akışlarında savaşı yaşayabiliyor
Birazdan burada da bitecek savaş
Metaverse bunu gerektirir 
Çalışmam lazım 
Sonra kumar oynayacak bedenim, illa ki oynayacak 
Daha çok para kazanmam lazım 
Daha çok para kazanma umudumu sürdürmem lazım 
Hayatı akışına bırakmak lazım sonuçta 
            aylarca ‘son dakika’ yaşanmaz yaşatılamaz
Kaşar-kıyma paradoksunu aşıp ekstra internet paketini alabildin mi? 
Paradoks da şu merak edilmeye değmez 
            kaşar peynirinin kilosuyla kıymanın kilosu aynı ve 
            ikisi de ufukta kaybolan bir çöl, o çöldeki bir serap gibi çoğunluk için 
Sokağa çıktığında her istediğinde akışı yenileyebiliyor musun?
Eh iyi o zaman hayatı akışına bırak, kendine çok yüklenme, 
             bak burada da bitti bitecek savaş
II
Bende şiirin muhakkak bi’ işe yaraması lazım
O yüzden artık pek yazamıyorum Metin Abi, 
beceremiyorum bu işleri gibi hissettiğim de çok oluyor, 
gençken böyle olmazdı bilirsin 
Bu şiir güzel olacak bence
Sana bu şiirle selam olsun

Abi anladım ben, şiir beni his olarak Kafka’ya filan yükseltiyor, 
Sen de yükselmişsindir, o yüzden bu kadar erken

Bir de çok detaylı vâkıf olamadım ama
şiir yazan herkes Dostoyevski’ye benziyordur biraz
Sen de hep Dostoyevski’ye benziyormuşsun gibi gelmişti bana
Yani sonradan düşündüm de öyle yeni bir şey bulamamış olabilirim 
Her gün öleceğimize bir gün ölelim hesabı 
Ölüm bu coğrafyada lime lime geliyor 
Kumarda kaybedilen başıma kaynar sular indi jesti kadar 
               ağır bir şey yoktur belki de hissiyle yaklaşıyor 
Devamlı seni yiyip bitiren borçlar vicdan yükleri ve tıyır tıyır şeyler 
İşte bunlarmış yıllar önce bilmeden yazmıştım, bir şekilde duymuştum bir 
              nefsi müdafaa olarak intihar edilebileceğini 
Lime lime gelen ölümle intihar nefsi müdafaa olabiliyor 
Enkaz bu 
Enkaz felsefece kendinde şey 
Enkaz yani bir omnipotans 


Şimdi senin o dandik egonu kumar oynamayacağın kadar kırmamız, 
              şiir yazabileceğin kadar bırakmamız gerekiyor 
Çok zor

Şiir bunca savaşın yüküyle ve hâlâ yazılabilmeyi kaldırabilmesiyle 
              bir tür harabe mi?
Üzerine şiir yazılacak boş bir sayfa 
             devasa bir enkazın üzerine serilmiş bir örtü gibi 
Pirüpak enkaz yazık 
Ölüler üzerine açılmış temiz bir sayfa 
Kelimeler kemiklere batıyor, kafatasları dişler gövdenin sivrilmiş her yeri 
            dizelere batıyor, dizelerin ayakları altında 
            kımıl kımıl cesetler

Harabelerin üzerine slot makineleri kuruldu 
Kan gövdeyi şans aşkı götürdü 
Sen yine hâlâ o kolu çekiyorsun

Her insanın hayatında bir slot makinesi olmalı 
Hele ki üçüncü dünyada yaşıyorsa 
Bir slot makinesinin olması ertesi gün doğacak güneş gibidir 
Aşkın da olma ihtimalidir hani kumarda kaybedersen 
Slot makinesi seni ölüme hazırlar 
Batmayı öğrenirsin, inadı, kendini, kendini kandırmayı çok iyi bilirsin


Bir dize aldım senden Metin Abi 
Almam gerekirdi, kanın karışmalıydı bu şiire: 
“her şeyleri unutur kumar oynarım”

Kumar biraz da Allah’ın sevgili kulu olma meselesiydi
III
Ben neyi nasıl tartayım
Sen bana bi’ söylesene hangi ölümün erken olduğunu geçini ben nasıl bileyim

Ben enkazlardayım, harabe benim, kendimden kurtulamıyorum
Metin Abi Barış'ı bul, iki duble rakı içir, benden selam söyle
Barış’ı görünce tanırsın, sanki biz onu hayal etmişiz de o hiç yaşamamış kadar 
iyiydi o kadar genç ölmüştü
Dertsiz çocuk
Hiçbir derdi yok diye düşündüğümüz çocuğun hatırasında harabeler 
Kederini hiç yok gösteren tavırlar tabula rasalar 

Şiirin en güzel kelimelerinin ona yaklaşması 
Sessizlikte  
Bir kardeş 
Bir enkaz yığılmış üzerine ama ağırlığı yokmuş gibi göstermenin 
            nefessiz boşluksuz ağırlığı var üzerinde

Bu çıt yok havuzu 
Onunla ilgili uzun zamandır rüya görmüyorum
Anısızlık ansızın 
Hiç anısızlık 
Üstüne şiir

Ölümde hep bir şey eksik kalıyor 
Acının çıktığı yer mi eksik acı mı tıkanıyor içeride, değil
Dil mi damak mı nutuk mu tutuluyor bunlar da değil 
Söz mü ağu mu belki 
Belkinin güzelliği mi ölümü hafifleten 
O çok ince ılık duygu mu bir şeylerin gidene de kalana da güzel olacağına dair 
Bilmem, belki 
IV
İnanmam inanmazsın ama 
yıkandım yundum demin bu şiiri bitirmek için
Sonuçta sen ölüsün 
Ben burada hâlâ rüya görüyorum 
Şiir yazıyorum baksana 
Ne olur ne olmaz değil mi abi?
Üzerimize ev sahiplerinin yağdığı bir gelecek 
Rahmet değil rüya

Şiir sızıyor 

Evet ev sahibi 
Senin için ne yapalım? 
Duvarlar yetmez pervazlar ve kapıları fazladan mı boyatalım? 
Dolaplarına yepyeni kulplar mı olalım? 

Senin kelimelerden etkilenmen için ne yapabiliriz? 
Evet, yani, senin 
Kelimelerden etkilenmen için ne yapabiliriz? 
Vicdanını mı yeniden doğurmalıyız? 
Bir hiç bugüne kadar olmayan ama mutlak olması gereken 
                                                           Tanrı ihtiyacımız mı var? 
Ne yapalım? 
Ne gerekiyorsa yapalım 
Şiirde de çareler tükenmiyor olmalı yoksa niye şiir, niye bunca 
                                                evrensel asırlık budalalık? 
Senin kelimelerden ya da hadi büyümsü gülümsü güldürümsü karakedimsi 
           ah ahımsı bi şeylerden vicdanını karadan kurtarmak için, 
           azıcık iyi niyetli bir mahluk olmanı sağlayacak ne yapabiliriz 
Gerekirse şiiri bırakalım, inanalım, senin allahına tapalım tamam evet 
             sen neye inanıyorsan biz de ona inanalım ve onun içinden sana 
             yeniden vicdanını soralım olur evet bunu da yapalım 

Şiir yazılmıyor 
Şiir doğmuyor 
Şiir ilham olmuyor 
Şiir sızıyor 
Şiir sızan bir şeydir 
Herhangi bir vicdansız üzerinden şiirin sızan bir şey olduğu tespit edilebilir 
Şiir sızar 

Şiir kendini var etmek için değil 
Yeter ki bir vicdan yaratmak için sızar 

Senin vicdanını nereden yaratacağımızı bulmak için şiir var.
V
Biliyorsundur çoktur çoğu değişik tip cansız et tokatlıyor, 
bunlarla ilgili oradan bir küfür bi’ şey yapabilir misin Metin Abi?

Bir de İskender’i göreceksin illa ki son Joker filmini anlat ona, seyretseydi nasıl severdi, 
metrodan çıkış sahnesindeki yürüyüşü, filmin sonundaki dansı, sigarayı tutuşu, 
bazı bakışları çok benziyor Phoenix’in
Bu kadar benzerlik İskender Anka kuşu olduğundan mı acaba? 
Kelimelerin büyü olması da tesadüf mü ya da büyüyü büyü yapan şey mi tesadüf her neyse 
Şöyle anlat abi, Hollywood onun karikatürize bir otoportresini çekse 
ancak bu kadar iyi çekebilirdi 
‘Karıştırmamışım’ diye düzeltti ‘karıştırmacılık’ kelimesini
Konuşanın kim olduğunu karıştıracağız şiirde
Buna mecburuz yıl olmuş 2022 
Ben bugün banyo yapmış mıydım, en son ne zaman seviştim, en son ne zaman 
              tekrar tekrar i’m sober’da bir tarih güncelledim de bak ben bugün 
              buradayım dedim kendime, kaç yüzyıldır bu slot makinesinin karşısında 
              oturuyorum diye sordum kendime
Ben o son soruda tabii ki biraz tanrı oldum, tabii ki biraz kendim değilim 
Şimdi başl 
Şimdi kibriti 
Ihh 
O ıhh
I ı ı mh ı ı ı o başlangıç noktalarını bulmak zor yani sürekli 
            yazarken kimin yazdığını bilmiyorsun ya işte o çok zor 
            yani sen yazıyorsun ya bir yandan da 
Konuşanın kim olduğunu karıştıracağız şiirde 
Buna mecburuz 
Neden bilmiyorum ama hislerim bana bunun postmodernizm yüzündenmiş 
            gibi yapmam gerektiğini söylüyor 
Bu o antik duvarda kendimle ilgili yazandan, şüpheye dair dini rivayetlerden 
            ve yoldan ve kış mevsiminden de kaynaklanıyor
Hislerim aklımdan daha keskin yanılabilir 
Ben kendimi onunla bir tuttum ya 
O kadar insanın saf kalbi var onda 
‘Ben yazılabilirim’ diye düzeltti ‘ben yanılabilirim’ diye yazdığımı 
Ama eninde sonunda bütün güzelliğiyle gönül kelimesinin 
             inananlar yazık olacak onlara, olmamasını yeğleyecekler

Allah’ın işi 
Yalnızlık Allah’a mahsus 
Senin de işin zor 
Omnipotans mıydı neydi 
Teolojik olarak bu dünyanın bu şekilde var olabilmiş olmasının imkanı onun
              egosunda kaybolmuş kumarbaz bir gerizekalı olmasına bağlı 
Bırak işte çimenler uzasın 
Şairler düşsün çimenlerin yakasından 
Çimenler kimseden habersiz kendi kendilerine uzasın 
Şimdi ben kendimdeki bir tuhaf hissin karşı tarafa geçmesi için türlü türlü şiir 
           şeyleri deniyorum ya sen de bu durumda mısın? 
Yani bu işte bi’ tuhaflık var  
Ben bile kıytırık ruh halimle seninle muhatabım 
Her neyse, bak dünyanı nasıl da değiştiriyorum 
Tekrar insanlarla konuşacağım 
Saçma değil mi? 
İnandığınız şeyin aslında olmamasını yeğlerdiniz 
Ve evet yani hımpf 
Vicdan oluşturulamaz bunu o da yapamaz 
Alalım vicdanlarımızı dünyaya dair şiir yazmalarımızı 
Bırakalım 
Sunaklardan geçmeyelim 
Kalemlerden hiç 
Bırakalım
Çimenler kimseden habersiz kendi kendilerine uzasın
VI
Şiirin bu bölümü iyice tatsız Metin Abi
Bir-iki lüzumsuz şey 

Şiire en son oturduğumda arkada devamlı Jun Miyake çalıyordu, bu yıl bir albüm yapmış, 
işgilli kuşkulu pis bir müzik ama tertemiz yalın bırakamıyorsun da, 
kulağına gelirse yabancılama

Bir de söylemezsem olmaz beni de senin gibi unutacaklar Metin Abi, 
çok da önemli değil, senin için de değildi
Tamam artık kendimizi kandırmayalım 
Biz dünyaya değil şair olmaya duyarlıyız 
Savaşa olan ilgimiz bile en fazla 15 gün sürüyor yalan değil 
                     karavan videolarına uyduruk hayallerimize yumuşak geçiş anında 
Şiir bir büyük hafıza topu mu yapabilir en fazla? 
Marş, anıt, haksızlıklar anıtı, 
             bilimin konusuna girmeyen yeryüzü ilişkilerinin açığa çıkarılması 
Bunlar güzel şeyler ama işte 
Daha iyi bir şey yapacakken şiir yazmak, 
             dünyanın acısını şair olma arzusuna alet edip eh yani sonuçta kendimizi 
             yaşatmayacak mıyız ölünce de, şairler de mi ölsün nedir yapmayın 
Tamam artık kendimizi kandırmayalım 
Bir tür hayatta kalma hali mi diyelim, üzmeyelim de çok tabii kimseyi 
             ama ne bileyim işte şairlik dedim ya daha iyi bir şey yapmayı aramaktan 
             vazgeçmek için en azından paravan duygu adi suç 
             sonuçta işin içine bir yapma olma hali giriyor  
Ne güzel söylemiş şair, ne de güzel duyuyor: Tüh

Hayatımın birçok döneminde suya inandığımı ateşten korktuğumu fark ettim
Modern duş bile hem fiziksel hem zihinsel olarak hafızayla temas ediyor 
Unutuyorum suyun değdiği yeri 
Su müthiş bir kendini kandırma şeysi

Bak ben şimdi şiir yazıyorum 
Sen şiir okuyorsun 
Muhakkak bu esnada ölü rakamlar geçiyor medyalardan 
Savaşın kapak fotoğrafı da çekilmiştir çoktan 
Birazdan düşer buraya da 
Ukraynalı kadının fotosu.jpg 
Şiir artık teknolojik bir şey 
Gelişti, sağırlıkta ve zihnimizdeki ıssız ormanda çok ilerledi 
Tatsız desem değil hâlâ kokusu var şiirin 
Kokusu olan ender şeylerden biri bugünlerde

Şu bölümü en az bir şiirde daha kullanacağım ama mecburum çok güzel 
                bu kadarını yapabiliyorum 

Dağlar soruyor 
Yalnızlık nasıl bir şey? 
Dünyanın ve karların altında 
Ve bir rüyadan doğrulup 
Şiir yazmaya benzer mi?

Bir yağmur yağsa keşke ve tüm bunlar geçse 

(yağmur yağmur yağmur yağmursesi yağmur yağmur yağmur yağmursesi) 

Yağmur her dilde vicdan kelimesinin yerine geçebilir 

(yağmur yağmur yağmur yağmursesi yağmur yağmur yağmur yağmursesi)

VII
Evet Metin Abi bu bölüm için bir ithaf düşünmedim, 
iyice pisleşiyor her şey, sen oradan da kaç kurtar kendini iyisi mi belki 
ama yeter değil mi bir yerde bitsin bunca saçmalık, bunca yerinden edilmişlik hissi
Hangisinin hangisinin üzerinde olduğunu bilmediğimiz bir dünya bu 
Hep böyleydi zaten 
Savaş, festival, turnuva, barış, kumar, kan, enkaz, can havli, yeni yıl, harabe, kurban bayramı 
Hangisi önce hangisi sonra karıştı 
Bu maalesef hep böyleydi 

Boş kağıt vicdandır 
Kağıdın sesi yoktur 
Yazdıkça duyulur içten içe iç içe 
Şiir bu yüzden mi duyulan bir şeydir? 
Vicdan inşa mı edilir boş kağıtlarda? 
Vicdan alın yazısıdır biraz da 

(yağmur yağmur yağmur yağmursesi yağmur yağmur yağmur yağmursesi)

Konuştu mu? 
Yok daha konuşmadı? 
Vicdan konuşmaya başlayamayan bir çocuk 
Ne yapsın ne desin nasıl desin nereden başlasın 
Bazen yaşayacak kadar konuşamıyor, konuşacak kadar büyüyemiyor, 
               büyüyor gördüklerinden sonra konuşamıyor nutku var tutuluyor 
Kendi içine kaçmış bir kara delik vicdan 
Şiir sırf birazcık dili çözülsün diyedir belki
İnşallah öyledir 

Yağmur her dilde vicdan kelimesinin yerine geçebilir 












Düzensiz Düşünceler 2
“Teknoloji ve Ekoloji Aksında Şiir” Üzerine
*
Evi yeniden düşünmek. Evin bilimi. 60’lı yıllardan beri pek çok disiplinin odağında olan, 90’larla birlikte yeryüzünün tükenişi, dünyanın ve insanın sonu uyaranlarıyla siyasetin, bilimin, etiğin, toplumun kaçınılmaz olarak gündemine kalıcı olarak yerleşmiş bir kavram,ekoloji. Ev yok olurken evi, onu yeniden kurmayı düşünmek. Hızın ve belirsizliğin içinden. Habitatın bütün kozmopolitliği ile. Estetiği buradan kurmak, önce gündelik yaşamınkinden başlayıp. Duymazdan, görmezden geldiğimiz, duyumlarımıza kapattığımız her şeye, eve, yeryüzüne yeniden, başka bir bilgiyle açılmak. Kaçınılmaz ve zorlayıcı bir dönüşüm hali. Yerin, mekânın, zamanının ve içinde konumlanmış, sabitlenmiş öznenin ve tüm ilişki, iletişim biçimlerinin sorgulanması gerekliliği. Tuhaf, tekinsiz, ürkütücü, şaşkın bırakan. Arada, ara bölgede, ara yüzde, arasında; orada. Akışta. Kesik kesik, sürekli süreksizlik. 

**

Henri Lefebvre kitabında1 (mealen) en iyi ritim analistlerin şairler olduğunu söylüyordu. Buradaki şairleri kendinin, yeryüzünün ve kozmosun tüm anlamlarıyla nabzını tutabilenler olarak anlıyorum. Az da olsa bunu duyarak, bu farkındalıkla yazan/yapan şairler var. Dünyayı ve ilişkileri sökerek yeni bir yeryüzü evine doğru.

***

“Para gereksiz hale geldi, birikim tehlikeli bir illüzyon.

Bize gereken bilimsel araştırma, temel ihtiyaçların tembellik içinde giderilmesi, duyuların ve zihinlerin zevk alması.

Erotik olan ekonomik olanın hüzünlü anısını kovar. Kozmopolit şiir ulusal aidiyetin kötü kokusunu giderir. Yansın tüm bayraklar ve açılsın tüm hapisaneler.

İhtimal dahilinde olana direnmeyi bilirsek kaçınılmaz olanı alaya almamız mümkün olur.”

                                                                                                             19 Mayıs 2020 (Çev: Serhan Ada)
Sonun Fenomenolojisi’nde böyle diyor Franco “Bifo” Berardi.2 
  
 
Önceki kitabında da nefes vurgusu şiireydi. Evden kovulanın geri çağrılması olarak okudum, anladım buradaki şiiri. Ekonomi-politiğin içinden evin poetikasına doğru.

Öyleyse şair, Agamben’in metaforu3  ile söylersek ev alev alev yanarken yeryüzünün poetikasını bir tazelik, başlangıç olarak düşleyendir. Evi yeniden kurma arzusu duyan, dünyaya ve şeylere buradan bakan, bir öncü ses, nefes olarak anlaşılmamayı ve yalnızlığı, yeryüzünün bilinmeyen açıklıklarına doğru çekilmeyi göze alan. 

Okuduğunuz şiirlere bir de bu özneyi aramak için bakın, bakalım orada bulduğunuz ne?

****

“Teknoloji ve Ekoloji Aksında”… Git gelli bir yol bu; ancak birbirini içeren, birbirine içkin.  İnsanın ve dünyanın bilgi, birikim hikayesini geri alamaz, o belleği silemezsiniz. Hızla yavaşlığın dolanıklığı, ilerleyenle döngüsel olanın sarmaşıklığı, dikey olanla yataydaki ağ kol kolalığı…

Yıkım. Yıktığınız yapılardır, işletim sistemleridir onun bilgisi değil. Sorun, yıkımdan sonra bu silinmez bilgiyle -kadim olan dahil- neyi nasıl yapacağız? Şiir burası için konuşandır daha çok. 

Aşırılıklar ve şeffaflıklar üzerine.

Protez bedenlerimizle, arayüzlerdeki yüzergezerliğimizle, varolmayan, sanal, akışkan ortamlardaki yeni zaman- mekan-ilişki biçimleriyle dijital devrimin orta yerinde peki şair kimdir? 

Kopyalar, sonsuz tekrarlar, anonim imgeler, melezlikler, makine estetiğinin ürettiği diller içinde şiirin ve şairin sınırları, sınırsızlıkları; sanatın erotik gücünden çoktan uzaklaşılmışken yabancılaşmadaki “insani” sınırlar neler?

Hazzın, mahremiyetin yitimi, her şeydeki aşırılık tüketimi, tüketimdeki aşırılıklar, anlağa ulaşamadan köpüklenip sönen anlar, anlıklar arasında. Ara bölgede şiir nasıl?

Uzay çağı. Bilgisayar çağı, dijital çağ, elektronik çağ, kültürel temsil yüzeyi olarak ekran çağı, insan-makine ilişkisi ve evrimi, yapay zekâ. Ağ sanatı, hibrit sanat, sanal gerçeklik, yazılım sanatı, kodlar, bio sanat, yeni medya sanatı, kolaj, montaj, rastlantısallık… kavramlarla pekiştirilen yeni gerçeklikler. “Arasında” yeryüzünü, kozmosu dolaşan bir ses olarak nasıl bir şiir? 

Görme rejimlerinin, duyumların ve duyuşun kökten değiştiği bir çağda ve bulanıklığın içinde artık söyleyen değil yapan, kuran, yazan olarak şair özne nasıl bir inşadır ve tüm olan bitenin ne kadar farkındadır? Dolayısıyla bugün yazılan, yapılan şiir bizi neye, nereye çağırmaktadır?

*****

Asıl mesele sorular, soru bırakan şiirler. 

Covid Pandemisinden çok önce başlayan; ancak onunla iyice gün yüzüne çıkan bir çöküş, kriz içinde gezegen. İnsan zihninin becerisi ve eriştiği nokta akıl almaz. Hızla hırsın kokteylinden çıkan sarhoşluk ve çöküş sonuçları da öyle. Böyle bir yerde özne, özneler arası ilişkiler, kozmopolitlik, türler arasılık, değişen zaman ve mekân algısı, bu değişimin başkalaştırdığı iletişim biçimleri yeniden düşünülmeden, sanatın estetik ve etik boyutuna dair öngörüler üretmek zor. Buradaki olası çeşitliliği görmekse kolay. 

Mısır hiyeroglifleri insanlık tarihinin bence hâlâ en şaşırtıcı kod sistemlerinden biri. Bilgisayarların 0-1 mucizesi ile yarışabilir. Makinelerin kodlarla dönüştürdüğü elektronik imgeler, uzaya bırakılan şiir sesler de elbette ürpertici deneyimler. Arayan bir varlık insan. Ontolojik bir haslet. Ona yüzyıllar boyu çok isim yakıştırılmış, bir yenisi de eklenebilir: “onaran insan”. Arayışındaki amaç, yıktıklarını yeniden yapmak, gezegeni onarmak olmak zorunda, yoksa zaten bittik, bitiyoruz. Şiir deneyin, yeniliğin tüm olanaklarıyla buraya dikkat kesilmek zorunda. Şair, özne olarak buradaki aciliyeti duymuyorsa başka kimse duyamaz. Yeni bir yeryüzü etiği ancak şiirin estetiği ile kurulabilir. Makineli- yapay zekalı ya da değil. 






  1. Henri Lefebvre. Ritimanaliz, Mekân, Zaman ve Gündelik Hayat. Çev. Ayşe Batur.  İstanbul:Sel. 2017.
  2. Franco “Bifo” Berardi. Sonun Fenomenolojisi. Çev: S. Ada, B. Oya, M Erarslan. İstanbul: Everest.2021
     ___________________.Nefes Kaos ve Şiir. Çev. Nalan Kurunç. Eskişehir: YortKitap. 2020.

   3. Ev Alev Alev Yanarken | E-Dergi, Sanat Tarihi (e-skop.com)



BEN ROBOT DEĞİL(D)İM


1
yırtıcı kuşlar vardı ben robot değildim nefes alıyordum yarı baygın yırtıcı kuşlar gitti 
safra kustum twitter fena bir yerdi orda herkes kusuyordu haberler ciddiydi ele ele 
dolaşan bir tavşan vardı tavşana iyi bakılmıyordu tüyleri sararmıştı kafamı kaldırdım 
denize baktım kırışmıştı ben robot değildim.

2
ben robot değildim kendime titrek geldim.

3
ben oysa bir robot gibi arzuluyordum getir deyince getirip götür deyince götürmek bir 
uzantısı vardı dünyanın dünya alışık değildi öyle sanılıyordu ışıklar yandı

BİROBOTUMBİDEĞİLİMBİDEĞİLDİM

4
sabahın erkeni Johanna Drucker’dan bir şiir çevirmeye çalışırken zargan robottu saçımı bile 
süpürüyordu yorgundu tüm hizmetliler yorgundur.

5
ben kendime titrek geldim.

6
çatının sandviç panel olmasında anlaştık dağa doğru pencere açıldı teras katına çıkmayacak 
robot aşağıda şömineyi yakacak ve incinmeyeceğiz.

BİROBOTUMBİDEĞİLDİMBİDEĞİLİM

7
robot arzulu ve ben börülceyi kaynamaya bırakıyorum yumuşak hatlı mobilyalar ve 
ahşap zemin ona ev ne demek öğretiyorum

-------------------------------------------
robotun ev envanteri:                                    

yere mozaik karo bahçede mutlaka dut
kapı önü incir kötü budanmış bir ayva
ahşap kapılar kalıyor beyaza boyanıyor
renkli cama sonra karar verilecek
şömine tadilatını düşün
---------------------------------------------

8
horozun ötme saatiyle benim saatim programlanmış gibi ara öğünlere sandviç panel 
oluyor ya çatılar yağmur sesi havada kalacak bir tuhaf sevindim buna kadınlar adamları 
güldürmeye çalışıyorlardı lokantada


9
Alina ben ve prenses holi’yi seyrediyor netflix’te prenses holi büyü yapıyor 
büyüsüz bir şey yapamıyor ben de ses çıkarıyorum yaptığım bu sola sağa döndürüp 
başımı robot süpürge fiyatlarına bakıyorum

10
Allahım korktuğum gibi olmasın diyorum içimden biri sesleniyor çekiliyor boynumu 
iki yana esnetiyorum kolumu tam kullanamıyorum robotların oysa açgözlü oldukları 
söyleniyor

BİDEĞİLDİMBİROBOTUMBİDEĞİLİM

11
Castenada’dan duyduğumdan beridir telcik dinliyorum karında bir de mutfak robotu var 
güne özel indirimlerle çiğ beslenme piramidinde veganizm

12
Alina peppa pig seyrediyor toplumsal cinsiyet ayarları ve çömelip oturmanın depresyonla 
direk bağlantısı dünyanın tüm antenleri ben robot değilim kutucukları işaretliyorum

BİDEĞİLİMBİROBOTUMBİDEĞİLDİM
BİDEĞİLİMBİDEĞİLDİMBİROBOTUM
BİDEĞİLİMBİDEĞİLDİMBİROBOTU
BİDEĞİLİMBİDEĞİLDİMBİROBOT
BİDEĞİLİMBİDEĞİLDİMBİRO
BİDEĞİLİMBİDEĞİLDİMBİR
BİDEĞİLİMBİDEĞİLDİMBİ
BİDEĞİLİMBİDEĞİLDİMB
BİDEĞİLİMBİDEĞİLDİM


















incinebilirlik


is kolik bir kemik. tini tütsüledik,
kehaneti; ve yedik didik ettik içkürklerini türlerin.
Gürbüzlüğün Güllerini incik cıncık ettik, Öz: atık bir mağara	
ölgün türküleri kadimin, sığnıyor taşlarına
tepede dik (ve klinik): Magmanın Gözü gibi yağmacı bir aura
fışkırıyordu Market-in’den: janjanlı-neonlu-şarıltılı bir yeni din
kustu in / çıktı cin / şov freak ve virütik / çıktı
taa Çinden. Fizandan. damardan kırpma ödeneklerle satan aldı beni
sergilendim Online, -ne teşhirci bir Orman-. 

         vitrinkaotik ve vitrinendemik vitrinfıtrat
         yanından geçen Irgat, gaipe üflüyor: - ‘derisi üzülmüş leoparın
          tüyünün üşüyüşünü gördün mü: pasparlak!’
 -	  ‘parka yap giy paspal paspal!’ dedi Baba bas bağırarak
            içim sustu kim suçlu ilk düstur mudur bir Petit BA?
             aba sopa kaba saba b’den a’ya, belledik Kehanetin Soyağacını
              düpdüz, bu günü hepimiz, çok bekledik kana bulamak, 
               una bulamak, yağda kızartmak. bunu bulamayanlar.

               kritik zamlarla kor eldiveni
              giymeye hevesli bir surat bu muşmula – buruşmuş - şuursuz
             göte dönmüş yüzü göte dönmüş uyuşmuş
-	‘derisinden süzülmüş leoparı gördün mü dedi büyüleyici’
           büyüleyici bir leoparsın sen benim gözüm dönüşmüş
          ver kürkü tenden tene bu üşüyüş çocukluğa
        bir kamikaze bir kontrgerilla -lık âmâ
       hava ılık olsa da, yapayanan, dondakalan,
     Çocukluğa. o kutsal moloz yığınına. 

derisi yüzülmeden tüymüş, meta-ormana süzülmüş saf bir
leoparı gördüm yitirdiklerim incindiklerim ve incitemediklerimden 
oluşmuş bir sapkın ID anlatısı, muamma. bunu diliyorsun
her yüze baktığında metroda siber kavrayışta kripto yazgıda
göte dönmüş yüzler sürdürülebilirlik halinde. göte dönmüş
Verse 1 Meta for bülbül, ötecek
kapsa ey anafor! mizah ehlileşecek. 
serp hülyalı kül:
İnsan iyileşecek sürdürülebilirlik halinde Mizahını yuttun
mizahı unuttuğun için mi bana derisi egzamalı leopar için bu
merhemi satacaksın taksirtaksir. affedilmesi için
taksiratın; karbon ayak izinin. atılmalıydı kalkan kuran
küsüratların; apaçık yusyuvarlak,
parlak bir göt olsaydın sen de devekuşundansa. ve de en azından
dinç diri ilginç, kulhaksız. olmanla. başını gömdüğün ev 
kerpiç, kerhane piçi, dışkışlamış ihanet seni
bu lütufla kaldırıyorsun dev kuşu dansa, bu köşegen mağarada
gölgeleriniz platonik bir aşka tutuşmuş Hakikatla
ahenk bozuluyor birden / düşüyorsun gözünden / fazla kurcaladığından 
ini

     eh: Cin çıktı. Cin suçlu
     cin sundu çılgınlığı, taksit imkanlarıyla, vade farksız bir tutarlılıkta,
     sen uydun, cin saplantılı; midesiz bir Tarantula.
     cini cifle sökmüş obsesif eşin
     obsesif eşinin kesif sesi kesen senin kahramanlık hevesini
     bunun için midir ki sen zip-anlamı kayırdın, kripto-ceketi giydin
     o tekinsiz vakit kürünü leoparlara terkedip de
     apar topar göçtün buradan, kim suçlu?
-	‘derisi yüzülmüş çakala bak ne kadar mahçup’ dedin
     çıplaklıktan suçlu. 

          kesip yapıştırdığın cümlenin gözünden sesliler düştü
          sesliler taşa çarparken çıkan sessizlikte öldü 17332 kişi
          sayılar göz göz sayılar artıyor: sürdürülebilirlik.
          sayılar hulalop sanal mağazadalar onu şimdi al, 
          onu başka güne yükselet onu cash şunu stokla bir şeyleri sakla eş
          toprağı ve derde hücum et ve keyfe birikim: kemik, köpek.

Anksiyetik Adromeda. 1’den 1 milyara
genom dağının eteğine kuruntulanan Anoreksik Familya
açbilaç, babaannenden akan kirli kanın damında dolanan. 
fakir. bir göğü var. göğsü bitik.
sızıyor, kızıl gözyaşı küresinden yerin, ondan başkası değildir
o özsaygısız, alıyor içine habire de habire
bunun için mi sordun bana bakire mi 
yoksa telefon hatlarında bir karışıklık mı oldu diye
Call Center dürüst; betimliyor parça pinçik, lime lime eti
zevkle yemek emirdi, tütsülü, hastaysa da, tütsülü
-	‘derisi. düzgün. bir. kedigil. gördün mü?’
-	-‘gördüm!’ dedi iş kolik, kafasını kaldırarak isten
istençle:  -‘her yer manalı bir dumanla örtülü, ziyafet var’
dediği gibi koştum bir köşeye atılmış kafatasını tuttum hayvanın,
çenesi yok göğe doğru düzgün kemikleri.
uluyadurdum köpek gibi. çok.
dedim susma (susarsa şiir başlar).

Bunun olmasını istemeyiz






rastlantı monitörü

“gözlem yapmadığınızda evrende gerçeklikten bahsetmenin 
hiçbir anlamı yoktur.” niels bohr

raspberry pi bir yaratımda doğaç 
sabuklamaları ifade eden sans / karg olup
birim tohumlama tefekkür eden karanlık 
indisiyle jouissance    büyüyor bak şimdi içinde
beynelmilel bir ihtimal / o da mı ölmek için
zamanlar sanrısı deha / şöyle mi diyelim
: ilkelben.py. airbnb. tek odalı ama gelecek çift 
aşamalı şifreyle tam korumalı!

doğrulama kodu gönder > textbox aktif > kod 
doğru mu? evet > diğer kodu gönder > doğru 
mu yine? >bilmem… > oddouru u: hata 
algılandı ve sistem kendini kapattı

uyku dendi buna kolları vardı arınırdık 
koridorlarında seçerdik dizinleri anlamsal 
boşlukları   inan ben de arzuluyorum robotik 
yanımı / bir çığlık gibi havada kalıyorum donup.
bu yalnızlık kalabalık kendime yine atomlar
yeni altları açıklanamaz zincir olay kWh 
cinsinden tüketilen tüm enerjinin yerbilim 
sabitiyle evet o katmanlı yapı o bel oylumları
işte sıkılan dişler günde 10 saat versus doğum
milyon tanecik eşleşimi bilinçten sıyrılan id,
benherşey-im diyor yiyor ikizini 
neşeyle tini / kaskatı güneş dirimleniyor

topluyorum kuruyan çamaşırları
gözlem yoluyla çıkarsıyorum
gerçeklik yüklenirken bir sorunla karşılaştı!


121221







POTANSİYEL


İstersem ökseotu olurum
O potansiyel var bende
Kök salarım salkım saçak
Sıcak rüzgârların okşaması
Yıkaması suların ağzımdaki karanlığı

İstersem sularda büyütürüm kendimi
İstersem istememeyi koyarım ortaya
Bu genişler genleşir yaşama ortamına uygun ısıda
Tek hücreli olurum kalırım
Kaldığım gibi aranızda
Küçülmenin bütün anlamlarıyla
Yayılan bir şey var dünyanın kabuğunda

Aşamalarını var oluşun okşayıp kucağımda
Yavaşça yere bırakacağım
Tahrip gücü çok yüksek
Patlarsa yanacağım






EKOŞİİR – DİL YUVASINI KURMAK
OIKOS – Antik Yunanca. Ekonomi, ekoloji gibi sözcüklerin kökü. ‘Yuva’ manasında. Buna göre ekoloji ‘yuvanın bilgisi’ anlamına gelirken ekonomi ise ‘yuvanın idaresi/yasası’ anlamına gelir. Para piyasalarının hatta takas ideallerinin bile dışına çıkan bir ekonomi hayal edebilir miyiz? Durmaksızın bir alış-veriş ilişkisi içerisinde olan doğa ediyor gibi. Nehrin, denizin, su buharının, bulutun ve yağmurun döngülerinde, çiçeğin arıyı davetinde, döllenmede, birbirini yemede, yaşamda ve ölümde. Şeyleri tasnif edip birbirinden ayırarak ilişkilerini inceleyen bir bilimin ötesinde bir ekoloji düşünebilir miyiz? Öznenin nesnesiyle dost, bazen de hasım olduğu, kendini ötekinden ayırmayan bir bilginin bilimi. Belki ekosofi. Yuvanın irfanı. 

Bugün oikos kavramını tüm dünyayı içine alacak şekilde genişletmeden düşünmemiz mümkün mü? Küresel bir köyde yeryüzünü yuva olarak düşünmekten başka çaremiz var mı ki?

Ancak oikos’un parçası olmak demek ona karşı sorumlu olmak, onun içinde süregiden ilişkilere nitelikli vakit ayırmak ve onun parçası olan “diğerleri”nin farkında olmak demektir. Peki, ilişkileri göreli bir farklılık düzleminden görmek ve ‘öteki’nin yerine ‘bir diğeri’ni koymak mümkün mü?

 “Doğa ziyaret edilecek bir yer değildir, evimizdir.” – Gary Snyder. 

Ziyaret edilecek bir yer oldu mu ki hiç? Olup olacak HER YER yuva.

***

POIESIS – Antik Yunanca. Poetikanın, İngilizce şiir anlamına gelen poetry sözcüğünün kökü. Aslında “birinin daha önce var olmayan bir şeyi ortaya çıkarma eylemi” anlamında. Yaratım? Soyut bir yaratımdan ziyade yapmak, inşa etmek, kurmak. 

“Döşeyiver şu sözcükleri 
Taşlar gibi zihnine:
Sıkıca yerleştirilmiş, el ile
Yoklayıp bularak yerini, oturtulmuş
Zihnin gövdesine
Uzay ve zaman içre (…)”
                              – Gary Snyder

Platon physis’i (doğa) poiesis’in bir neticesi olarak görürken Aristo ise poiesis doğanın bir taklidinden ibarettir, der. 

Martin Heidegger ise poiesis’in bir ‘meydana getirme’ (zuhurat halinde physis) olduğunu söylerken kelimeyi en geniş anlamıyla alır. Poiesis’i bir tomurcuğun açışı, bir kelebeğin kozadan çıkışı, karlar erimeye başladığında şelalenin çağlaması örnekleriyle açıklar. Heidegger’in örnekleri poiesis’i bir eşik durumu olarak niteler: bir şeyin bir diğer şey olmak üzere olduğu halden çıktığı bir ectasis hali. Bu örnekler oluşun yokluktan zuhuratı olarak da görülebilir ki bu bakış açısından yokluk da bir oluştur. 

“Biçim boşluktur, boşluk biçimdir.” – Kalp Sutra  

Heidegger’in poiesis tanımı akla Tao’nun yolunu ve Çinlilerin wu-wei kavramını getirir. Yapmadan yapmak, sonuçlarına dair beklentilerden bağımsız biçimde ‘oluvermek’. 

“Çiçek kelebeği zihinsiz çağırır;
Kelebek çiçeğe zihinsiz gelir.
Çiçek açar, kelebek gelir;
Kelebek gelir, çiçek açar.
Ben bilmem başkalarını,
Başkaları bilmez bizi.
Bilmeyerek izleriz doğanın seyrini.”
                                            – Ryokan 

***

EKOŞİİR – Romantik doğa şiirleri olmadığı kesin. Ekolojik sorunları konu alan şiirlerle de sınırlandırılamaz. Ekoşiir yuvanın şiiridir. Ekopoetika – yuvayı kurmak.
 
Heidegger, “İnsan dili mesken tutar,” der. Lacan buradan yola çıkarak dilin insandan da önce geldiğini ve insanın dilin içine doğmakla kalmayıp bizatihi dil aracılığıyla doğduğunu söyler.

Ekopoetika bahsinde ele aldığımız esas konu ses ve sözlerle dil yuvasını kurmaktır. Ancak dil sadece insana değil tüm varlıklara aittir. Türler arası dil geçişlerine bakmadan yuvadaki yerimizi anlayamayız.
 
Mesela ormanda yürürken aklımıza bir fikir gelir ve biz genelde o fikrin içeriden bir yerlerden geldiğini düşünürüz. Peki ya yanılıyorsak? Bazı düşünceler içeriden değil dışarıdan gelir. Bizim kendimize ait sandığımız düşünceler o sırada yanından geçtiğimiz ağacın dalındaki bir alakarganın hatta pekâlâ bizzat ağacın düşünceleri de olabilir. Duydun mu cırcırböceklerinin şarkısını? Sen duyduğunun farkında olmasan da kulakların ve zihnin duydu. Yuvayı daha iyi anlamak için türler arası iletişimin farkında olmalı. Ancak unutmamalı; ekoşair sadece kuşların sesini duyan bir romantik değildir, buldozerin de sesini duyar. Doğa evimizdir ve yuva tüm dünyadır. Dere ıslahlarına hapsedilen şırıltılar şairin şiirinin ritminde akacak bir yol bulabiliyor mu? Peki ya müsilaj?


***

SINIRLAR – Peki ‘ben’ nerede bitiyor ‘bir diğeri’ nerede başlıyor ve ‘öteki’nin (?) diliyle ilişkimizi nasıl kuruyor, tercümeyi nasıl yapıyoruz? Yuvanın sınırları – ülke sınırları olarak değil, dağ sıraları, nehirler, kumsalla denizin buluşması gibi düşünmeli sınırları – nerede, nasıl çiziliyor? Sınırları keşfetmeye nasıl başlıyoruz, sınır geçişleri nasıl gerçekleşiyor?
 
Tarihsel olarak baktığımızda bu sanatla yapılıyordu. Güney Fransa mağaralarındaki bizon ve ayı çizimleri bu soydan eserlerdi. Hayvanlar insanlar aracılığıyla konuşarak kendilerini aktarıyordu. Pueblo yerlileri ya da başka yerli halkların danslarında kimileri transa geçip de geyik dansı ya da mısır dansı yapmaya başladığında artık insanlığın dilini konuşmuyor, kendi insanlıklarıyla diğer varlıkların dilini tercüme ediyordu. Hakiki yuvamızı aramaya çıkacağımız yer bu türler arası ilişkiler olabilir. 


“Benliği öğrenmek, benliği unutmak demektir. Benliği unutmak on bin türün tecrübesi demektir. On bin türün tecrübesi, kendi bedeninle zihnin ve ötekinin bedeniyle zihninden sıyrılmak demektir.” – Eihei Dogen

Ekoloji biliminde birbirinden farklı iki ana gövdenin, örneğin orman ve çayır ya da su ve toprağın kesişim alanları ekoton olarak adlandırılır ve buralar biyoçeşitliliğin serpilip geliştiği yerlerdir. Aynı şekilde iyi bir ekopoiesis ‘kenar etkisi’nden faydalanarak sınırlarda inşa edilmiş bir evdir. Şiirin ekoton alanının en hası da zihin ve beden sınırıdır. Şu beden bizim ilksel evimizdir. Duyularla zihnin ilişkisinde kurulur ekoşiir. 

***

YUVAYA DÖNÜŞ – 

“iz bırakmasalar da gökte
kuşlar unutmaz hiç
yuvanın yolunu”
		– Eihei Dogen

Diğer hayvanlar için olduğu kadar bizim için de ‘yuva’ yaşadığımız ve bir sonraki nesli yetiştirdiğimiz bir yerleşim alanını ve aynı zamanda bunu destekleyen ortam ve çevresel şartları da ifade eder. Kuşlar yuvalarını yaşayıp üreyebilecekleri ve ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri şekilde kurar ve uzun yollar kat ederek kendileri için uygun yere, yuvaya dönerler. Şair de gökte yol iz bırakmayan kuşların yuvaya dönüşü gibi şiirin izsiz göğünde bulur dil yuvasının yolunu.

“Bir çift turna gördüm durur dallarda
Seversen Mevla’yı kalma yollarda”
                                           –	Anonim  

Göçmen bir kuş olan turna (bilhassa da telli turna) Anadolu’nun gurbet, sıla hasreti ve kavuşma temalı halk şarkıları ve şiirlerinde yuvaya dönme irfanının taşıyıcısıdır. Turnaların uçuş dansları semahlarda insan diline tercüme olunur. Turna dansları 10.000 yıl öncesine kadar gider ve Neolitik yerleşimlerde yuvaya dönüş danslarında giyilen kıyafetleri süsleyen tüylerin yanı sıra evlerin duvarlarına saklanmış turna tüyleri de bulunur. Yerimizden yurdumuzdan edildiğimiz – dil yuvamızdan koparıldığımız bir dünyada bu danslar ve şiirler yuvaya giden yolun nişaneleri olabilir. 

İnsanın yer yön bulma güdüsü temelde işaret ve simgeleri okuma üzerine kuruludur: belli bir tepeyi, ağacı, bulut geçişlerini tanımak, ayın, güneşin ve yıldızların seyrini izlemek. Ekoşiir çevresinin farkında bir şiirdir, yuvaya giden ipuçlarını dikkatle okur. ‘Ben’den çıkarak ‘bir diğerini’ keşfe çıktığımız ve bohçamızda imgelerle, hikâyelerle ve hediyelerle geriye döndüğümüz bu keşif yolculuğunda zihin ve duygu coğrafyasının işaretlerine de ayık olmak gerekir. Ninniler, masallar, çocukluk anıları, rüyalar sadece zihnimizde var olan ve fiziksel bir mekânı olmayan dil yuvasının dönüş yolundaki yol göstericilerimiz olabilir. Ay, güneş ve yıldızlar zihnin göğünü de kaplar. Dışarıda oldukları kadar içeridedirler de. Yeryüzünün dağları ve nehirleri aynı anda hem varlıkta hem yokluktadır. Böylesi bir kavrayış içinse düzenli bir pratik içinde olunmalı. Bu beden/zihinle bütünsel öğrenimdir (shinjingakudo).

Mahayana Budistleri Bodhisattva Yolu yeminini ederken “Duyarlı varlıklar sayısız olsa da onları kurtaracağıma ant içiyorum,” der. Japon Zen ustası Eihei Dogen buna bir ek yaparak “Tüm duyarlı varlıkların diğer tüm varlıkları kurtarmasına yardımcı olacağıma ant içiyorum,” der. Gary Snyder ise sözü tepetaklak eder: “Tüm duyarlı varlıkların beni kurtarmasına izin vereceğime ant içiyorum.” Neyden kurtarmak? Elbette ayrık bir varlık olarak ‘ben’ mefhumundan. Yuvanın parçası olmak burada başlar işte. 


“Dünyayı ele geçirme arzusu
Dünyayı elden geçirme arzusu
Denenmiştir, yenilgiye mahkûmdur.”
	– Lao Tzu

Dünyayı gerçekten kurtarmak istiyorsak önce dağların, nehirlerin, ağaçların ve kuşların bizi ‘ben’lik kurgusundan kurtarmasına izin vermeliyiz.

“Bütün olmak parça olmaktır. Gerçek yolculuk geriye dönüştür.” – Ursula K. LeGuin
	
***

Dil Yuvasını Kuracak Bir Ekopoetika 

•	Yeryüzü’nün kendisini Şair-i Azam olarak tanımalı. Bu dünyadaki tüm oluş onun poetikasıdır.
•	Okuryazar olmalı - yani doğayı okuyup yazabilmeli. (Şehrin de bir ekosistem, makinenin de bir varlık olduğunu unutmadan. En yakınından başla: yazdığın kalemi, daktiloyu, bilgisayarı ne kadar tanıyorsun?)
•	Ayağını yere sağlam basmalı, mekânı tanımalı. Şiirde açıkça görünecek olmasa da ekolojik ve sosyopolitik düzlemlerde yerel hususiyetlere dair bilgi sahibi olmalı. Tarih –toplumsal tarih ve çevre tarihi– bilmeli.
•	Maneviyattan korkmamalı. Her şeyi bilemeyeceğini, bütünün bir parçası olduğunu ve yeryüzünün işleyişindeki bilinemez güçlerin varlığını kabul etmeli. 
•	Bilimden korkmamalı. Romantik bir doğa kavrayışının ötesine geçerek şiirinin öznelerini tanımalı, öncü alanlara yelken açmalı – peyzaj ekolojisi, koruma biyolojisi, çekici kaos, karmaşık sistemler kuramı.
•	Bilimi de ötelere taşımalı - sözde nesnelliğin sorunsal ve umulmadık yanlarının farkında olmalı.
•	Zihin ve dil üzerine çalışmalı - yabanıl sistem olarak dil, yabanıl ortam olarak zihin, ‘yaratı’ (şiir) olarak dünya, yaban zihnin bir yaratığı olarak şiir.





Eko-Karkasın Restorasyonu


Duyurulan buğuydu: ------------------
Satır aralarını açtı, seyir dolu arayı -----------

Daldığını biliyorum -------------- dur!
Dur, sevgiyat satır aralarından açılmaz, dur!
-----------bordoya boğulan mesafe-------------

Soluğumu çıkar aklından -------- tartmayı
Kefen ------------ doğduysa gömülmemeli
Çoğunluk mülkün emeli ------- tapınmayı

Kyoto’dan öteye ------------ yoksa imzala?
Çekinceyi koyan özgürlük yasası: kabart!
Ekabir patırtıyı, belirsiz sözü uzatmadan
------- habislikler ağızdan ağıza dolaşırsa

Soy sop efsun boyu marazi çekim: hay aksi
-------------- hay akis ------------- masalcı çağa
Hay aks: çevrim kerameti üzerinde olsun!

Topyekünlüğe karşı olanlar burada buluşsun
------------ dala yerleşenler o konuda birleşsin
Paçavra -------------------- görüntüyü kurtarsın
Hurda nutku tutulan: ---------------- konuşsun

Çernobil’den artakalanlarız -------------art-alanlarda
Pes notalı --------- doğanın selamsız afazikleri

Akli melekemiz----------------uçtu mu?
Fırsat--------------- yere basmadan yürüyelim

(Ens omni modo determinatum-
İki yarım küreyi ayıran zevke zeyl
Apollon ile Dionysos sarmallıkları:

Metal yalamanın sarhoşluğu 
kontrpiye bir sahne olarak
sürekliliğin tarihine sökün ettiğinde
zihnin görüntüsü sonsuza dek kaybolur.)

 










Dünya mutfağında masayı kurmak


aklından geçen tarifler
aklına gelen tarifler
aklında olmayan tarifler

sarmak için küçük bir lahana almıştım
turşu yapmanın püf noktalarını bir yandan dinlerken

uzaklarınız tarifler
tarifsiz tarifler
kesin ve gerekli tarifler
akla üşüşen tarifler
akıllı tarifler
detaylı tarifler.
 
harfi harfine uymadım
limon tuzu yerine limonla geçiştirdiğim

baş tacı tarifler
doğmamış tarifler
akıldan tarifler

aklına takılan tarifler
aklını başından alan tarifler

asılsız tarifler

1litre suya 1buçuk çay bardağı sirke diyordu
elimdeki cam kavanoz 1litrelik değildi en başta.

yetmeyen tarifler
aklından çıkmayan tarifler
akla yatmayan tarifler

sirke oranını iyi hesapladığımı düşünmüyorum.

zahmetli tarifler

Apartıman’ın pekmezli patlıcanı tadında tabaklara

aklından uydurduğun tarifler
fakir tarifler
akılda kalmayan tarifler
düşsel tarifler

yakınlarınız tarifler
çıkışsız tarifler
tatsız tarifler

kavanozu ağzına kadar doldurmak gerek demişti Refika
çoktan kapatmıştım ona serin bir yer bulduğumda

tanınan tarifler
kimsesiz tarifler
sınırsız tarifler

kararımın yakınındayken

vakitsiz tarifler
kalbinizde kalan tarifler
yine kimsesiz tarifler
düşündüğüm tarifler 

daha önce de düşündüğüm tarifler

pişmeyen tarifler
çok tutan tarifler

önemli olan tarifler
sınırlı tarifler

lahananın her yerini kullandım

utandıran tarifler
baştan çıkaran tarifler
ortam hazırlayan tarifler
kısmetsiz tarifler

konuşulmayan tarifler

beyaz lahana yaprak gibi değil.

eksilmiş tarifler

suda başlayan tarifler
bulanık tarifler
yabancı tarifler
artan tarifler

tencerenin dibine dizdiğim damarlı yaprakların yüzeyi

tarifleri saymak için tarifler
sayısız tarifler
duyulmayan tarifler
boşa giden tarifler
doyurmayan tarifler 

bunu bir öğün say.

dönüştüren tarifler
cansız tarifler
utandıran tarifler
unutulmayacak tarifler

bunu bir öğüt say

dedemin meşhur sütlacının zamanı

biten tarifler
açlıktan öldürmeyen tarifler
tekrarlı tarifler.

annem mısır ekmeğine sıcak süt koyardı
yulaf sütüyle daha lezzetli olduğunu ona 
söyleyemem

yersiz yurtsuz tarifler
ölü bir dille tarifler
on beş gün sonraya kalacak 

tarifler
hep aynıymış farz et

önceden ısıtılmış fırın
önceden ısıtılmış fırın

salçalı sosu döktükten sonra kapağı kapatıyorum.






ÖYKÜ ÇİÇEKLERİ


Hasan senin kasaban
ne kadar kederli bir kasaba
ezanını üç yüz hane
sesini yer gök

Vita kutularında öykü çiçekleri

Hasan senin kasaban
ne kadar kederli bir kasaba
kadınlar kuğ adımlarıyla
erkekler inlesin

telli Pirellilerde öykü çiçekleri

Hasan ben çiçekleri yazacaktım 
kederin bırakmadı ve bardağın
dolu tarafı öykü dolu
bu nenler ne? bu nenler ne?
bir fikrim var ama çok çelici
Vita nedir Google dedeye sor 
yağdır yağ mıdır ğırğır motor çağrışır
Pirelli bir “dış lastik”
bir ne? peki peki 
adlarını buraya geçiciyiz koyuyorum
vın geçecekler bile bile koyuyorum
bir fikrim var ama çok çelici

zarf böyle de mazruf nasıl:
kasabada “süs” olan çiçeklere
şehirde türlü çeşit don biçilir
düğünlerden cenazelere bir sepi
askerlere aşklara mafyalara…
biz anlama inanırız Hasan
bağlam da var ama hatrı da var

-biz bülbülün etini Hasan
-siz imgesini

bizi nem sizi gam bir de Hasan
ahir ömrümüzde hiç güldürmeyecek
ama siz suyu şunu unutmayın
bizi asitle yerleyen yağmurlar
size hiç uğramadı uğramayacak
dil damak yapış
çiçekleri içirmeyecek
 
üreneği bir çalı olan çiçekleri







RIZA HUYU
-Silent Generation-

Razı olma nedir
rızalanmanın mekanizmasını yağlandıran Razılık
siz gevşersiniz
ben yağlandırırım
sağa döndürülen vidasından.

Bir makine koluydu sıyırdığım. Uykuma sığdığım ilk kolsuzlukta.
Tarihi iskelelerin nem tahtalarından
Yüklü organlara faydalı kanallar açtıkları
Bıçakhane baskınları ve çürümüş sert kumaşlar arasında
Gece uyanmalarıyla bir günün.

Çeşitli ülkelerin çatısı dikiliyor
Dikiş tutan parmaklardan 
En armalı çatıları gökyüzünün
Son birkaç yüzyıldır merdiven altlarında oluşuyor 
taşınan insan geni

Bırak anlamayı daha avlanma kolunu seçemeden 
Gelmişim bu yüzyıla
Uzuvların ederine ilk şaşırdığında 
Deniz askerleri gemilerden bırakılıyordu

Karayı kollayan 2 ordu komutanı yeryüzüne vardı
Biri gölü aldı diğeri dağa sürttü ayağını
Kıvılcım çıkmadan
İşgal bitti

Kolu yer değiştirdi
İnsan gölgesinin
Silah dediğin gökyüzünü şimşeklendiren bir ağaçtı yalnızca



Kuşaklararası Y

Yalınayak sür 
Torba torba hatıra dolduranı
Havanına iki elle kemik tıkan topçuyu
Bindiğini kaybeden süvarı
Ruh gibi gelir bi kapakçık daha verseler kalbe
Kapanma pusma suratıma ekşime
Çabucak geç

Yüksekten sana terteleyi salan
Bölünmelik taştan ayırma kulaklarını
İnanç çipini boşalt
ve geç
“oysa ben” diyenlere yaklaşmadan
Su sıçratma koru bölmelerini
Karnından güç alamazsan kafan ne işe yarar

Yalpalamak en kuvvetlisi olur sürünmelerin
Dirsek sıralarda değil toprakta çürür
Kavmin güç katmaz, beynindir yakandaki
Ruh gibi gelirsin kendine ruh gibi gidersin de
Yalpalama iliştirilmez
Uzun sürer
Arayacak bulacaksın iliştirilmediğini.

Kimseye uymayan bazı vakitleri olur dünyanın
çilesini gereksiz uzatanlara doğru uzatılan 
gereğince esneyen o ipler
kanım bir devlete karışmadan
İpi gerenlere yakışan ifadeyi dolandım
Bana bir yol tutan
Kanım,
Yol ağlarında zamansız gezilen dünyadadır
Gör

Zamanı atamıyorsan kenara
Hiçbir şey daha iyi görülmüyor
yokuşta kalmakla.



Belimde Z Kuşağı

Ağaç dizilerinden, balık kümelerinden
Kazıyacak imkanları bir dip ustası
Sonbaharda kendin için bir nitrat ritüeli
Ginkgo ağacının altına çektiğin intihar kapsülünde
Boylu boyunca yatarken
Sakin gününde kapanırken kartların

İpliklenmiş örtüyle, toprak kaba, 
tozlara yakalanıyorum.

Taşımalı sularda kamarasız yetişilirdi
Kıyıdan ilerleyen cep kimliklerine
Şimdiyse manzaralı kabinde akciğerin üzülüyor
Ağacının sarı yaprakları uçuşurken kapsülünün camında 
Solungaçsız ürüyor ürüyor

Her yolcu “tek olarak” alınıyor.
Pablonunki gibi omzumda durmaz ki kedim
Gerçek tekliğimi kaydettiriyorum
böylece

Hep başkasından başlayan 
insan yüklemesinde
Benim,
bileniyor yakamdaki.

K a n ı   k e s t i k l e r i n d e   ü r ü y o r   k o r k u n ç   b i r   b i y o l o j i   .







ŞİİR, TEKNOLOJİDİR!
“Teknigi bir araç olarak tasarımladığımız sürece, tekniğe hakim olma iradesinde takılıp kalırız. Tekniğin özünün hızla dışına düşeriz.”1 

Böyle diyordu Heidegger “Tekniğe İlişkin Soruşturma” adlı ünlü makalesinde. Araç olarak tasarlanmış teknik bir mühendislik meselesidir. Size iki nokta arasındaki en kısa yolu kesin ve tartışmaya yer bırakmayacak şekilde verebilir. Onunla bir yere gidersiniz, onunla bir yerden bir şey getirirsiniz. Onunla kazar, onunla uçar, onunla hayatta kalabilirsiniz. Bazıları için gerçekten de bu “hakim olma” meselesi kurculanacak, kurculanmaya değer tek meseledir. Doğaya hakim olmak gerekir. Etrafında olup bitene, sosyal yaşantıya hakim olmak gerekir. İnsanın kendisine hakim olması gerekir. Hakim olmak, yani hakem olmak, bir şey hakkında hüküm vermek. Bu yüzden dünya çözülmesi gereken bir problemler silsilesi olarak çıkar hayatta hep karşılarına. Sanki bütün problemler çözüme kavuştuğunda artık daha fazla yapacak bir şey kalmayacakmış gibi bir problemden bir diğerine koşar dururlar. Bu nokta fark etmemiz için çok mu erken olur bilemiyorum ama sonunda mesele “iyi bir yaşam”a sahip olmakla “yaşamak” arasındaki ayrıma gelir dayanır. Kimisi için yaşam sadece “daha iyi bir yaşam” şeklinde vardır. Ulaşılması gereken bir sonraki durak olmaksızın yaşamayı yaşamanın bir yolu yokmuş gibi. Ezoterik bir “kendine yetme” söylemi arayışında değilim. Heidegger’in sözünün etrafını dolaşarak “ontolojik zemini olan bir fütürist söylem nasıl kurulabilir”i düşünmeye çabalıyorum denebilir belki. 

Tekniği bir hakimiyet meselesi olmanın dışına taşıdığımızda elimizde ne kalacak? Bu sorunun cevabı elbette tekniğin özünden ne anladığımızda gizli. “Teknik, tekniğin özüyle aynı şey değildir” derken bunu kastediyordu Heidegger. Tekniğin ona hakim olmakla ve bunun tarihselliğiyle ilgili antropolojik diyebileceğimiz bir anlamı var; bir de salt insan etkinliği olarak anamayacağımız, karşılıklı iki şeyin birbiriyle olan ilişkisi/ etkileşimi üzerinden tanımlayabileceğimiz ontolojik bir anlamı. Şöyle de formülize edebilirdik sanıyorum: Bir teknik, antropolojik düşünüşün uzantısı olarak enstrümanlaştırılmaksızın ne olabilir ki? 

Burayı biraz daha kazalım. Homo faber, araç kullanan hayvan. Sonu homo sapiens’e çıkacak “şeyin araçsallaştığı” o nokta. Tüm dünyanın araçsallaştığı an. Araç olma bir kullanım meselesi. Dolayısıyla yönetimsel bir sorun. Bu yüzden söz konusu araçsallaşma sanatın varlığının tümüyle ortadan kaldırıldığı, sadece potensiyel olarak değil aynı zamanda virtüel anlamda hiçbir ihtimalinin olmadığı bir kör nokta.
 
Heidegger düşünüşünün kritik noktası, tekniğin bu ikili kullanımını bir kenara bırakmaksızın düşünmeyi sürdürebilmesi. Zira teknik sınır çizmekle ilgili. Bir şeyin etrafını çevirme düşünmenin de ilk adımı. Hem harekete geçiren hem durduran bir eylem. 

"Sınır çizmek, (bir) şeyin etrafını çevirmektir. Şey, bu sınırlarla durup kalmaz; dahası, bu sınırlardan hareketle o, üretildikten sonra ne olacaksa o olmaya başlar."2

Tekniğin bir sonucu olarak nesnenin üretildikten sonra ne olacaksa o olmaya başlaması sözünü ettiğimiz tarz bir ontoloji için mükemmel bir dayanak olabilir. Zira insanın makineye mesafesini olduğu kadar makinenin de insana mesafesini nesne edinebilecek bir zemin buradan kurgulanabilir. Zira düşünmeyi hem sınırı çizenin hem de şeyin eylemi olarak aynı anda görmeyi başaran bir eylem bu düşünme eylemi. Bu yüzden teknik, alethia Heidegger için.3 Yani açığa çıkarma/ gizini açma. Antik Yunan’da tekhne bilmenin de adıdır. Dolayısıyla bir poiesis gerçekleşir tekniğin içinde. Hakikatin kendini ortaya çıkartması. Açığa çıkmanın gerçekleştiği yer yaratım alanıdır. Çerçevenin aşılması, özgürleştirici olan budur. Şey gizini yaratım içinde açar. 

"...tekniğin mevcudiyete-çıkması, insanı, bizzat kendinden hareketle ne keşfedebileceği ne de artık yapıp edebileceği şeyin içine sokar; çünkü yalnızca kendinden hareketle, bir tek kendinden hareketle yalnızca insan olan insan diye bir şey yoktur."4

Heidegger’in teknik analizinde insan “şey”le yaratım düzeyinde bir ilişkiye girer. Teknik, açığa çıkarma olarak hakikate bir katılım biçimidir. Bu yüzden onun özünün şiir olduğunu söylememizin önünde hiçbir engel yoktur. 

Şiir, tekniktir. Dile ve anlama hakim olmaya değil, onun sınırlarının ötesine uzanmaya çalışır. Şair teknoloji alanında çalışmaktadır. Dile sınır verir ama meselesi dil değildir. Anlam kurar ama anlamsızla sırt sırtadır. Hakikate inanmaz ama onu kurmak için hayatını ortaya koyar. 

Şiir, teknolojidir. “Şey”in açığa çıkmasıdır işi. O açıldıkça “insan” denen alanı kurar. Mitik ve teknik bir alandır o. Homo faber öne çıkar ve geri çekilir. Mücadelesi hükmetmek değil, o olmaktır. 



---
1. Martin Heidegger, Tekniğe İlişkin Soruşturma, (Çev.: Doğan Özlem), İstanbul: Paradigma Yayınları, 1998, s. 78.
2. Martin Heidegger, a.g.e.,s. 48.
3. Martin Heidegger, a.g.e.,s. 52.
4. Martin Heidegger, a.g.e.,s. 77. 

cyborg visions
                
                      earthbound*

1.
adlandırılan bağlılığın ürettiği her bir karışıklığı taşımak,
dünyaya alışma biçimimizin ihmal edemeyeceğimiz 
belirli bir açıklığına yaslar kendini.
Doğalcılığın demeye çalışıyorum ikisi de, ve, hiçbiri, ne de
Yani bir ağırlık çiğnenmesine borçluyuz 
hevesli olmayı öğrettiklerinden beri, kötü büyütülmüşlüğü 
tehdit olarak almayanların yurdunda. 

Unutmayalım çimenlerde taşıdığımız minyatürler, yıllar, 1884’ler, 
ayrılma biçimini hani, demeye çalışıyorum saptırıcı şeylerin şöhretini--

-ilk siborgla- 1960’ta Rockland State’de geçişmeli pompaya fare yerleştirip
Adına siborg demeleriyle- annenizin ölümü aynı yıl mıydı?

2.
--ve yazıları, boşlukları çünkü iyileşmeyen ama aynı anda birden çok tümör geliştirenler 
hakkında 
çok şey bilmediğimiz henüz, sonradan geliştirdiğimiz organizmaların dünyaya tesiri,
bizim onlarla daha çok katolik ilişkiler geliştirmemizle, bir başka deyişle, büyürler.

3.
Çünkü hala son derece tartışmalı yerel hükümetlerin vereceği 
patentlerin etrafındaki o işbirliği
bütün bunların gayet sıradan olduklarından bahsetmiyorum bile. Cui bono?, “kimin için?”
Sapkınca bir bozulmanın muteber problemleri bunlar. Yani çatışma, mücadele ve ilerleme 
terimlerine fazlaca değer vermenin mirasını göbek bağı gibi fırlatmamak.

4.
yorumlayıcı konumun tercümesi
dörtnala giden çökmeler,
birbirleriyle örterler kendini yeniden.

5. 
Nüktedan failin manevrası, ağ-aktörün izahı
suçortaklıkları arasındayken müdaheleler dayatan hibritler, ve ve
sadece doğmuş olanlar, “kendi” konumundan edindiği tanıklıklar, ay…
ve yahut mikroplar, kuarklar, ve genler, bazen de onların burada öğrenilmişliği
nihai olandan geçmeyen bir rotadan yanadır kimera, mozaik ve tıbbi dönüşüm --

nitekim ben değilim diyerek kurtarmak için içermediğini de.
Ardından işaret etmek tüm bunlara, 
başka bir deyişle, görüyorum ama orada değildim dememenin sıyrılabileceğimiz yüzüne.





*Bruno Latour’un diliyle “yeryüzüne bağlı/sıradan” 






Zamantaşı
Görev bilinci yüksek bir robot
Tanımlanmış alanında komutları uyguluyor

Islak temizlik, sosyal beceriler, etkin zaman yönetimi
Godard filmlerine özenip saçlarını kısa kestirmiş

Dökülen saçlarımı toplayarak ensemi açıkta bırakıyorum ki
soluğunu duyayım

son Tazmanya kaplanının derin iç çekişleriyle inlediği
Kafasını aşağı yukarı, sağa sola seri hareketlerle kafesinde 

çarpıp parçaladığı tik taklarında gerekli puanları toplamayalım bu ömrü, 
layığıyla yaşadı diyebilsinler ve yer verebilsinler bana şık mezarlıklarında Paris’in

sokaklarında normalin altı katı adım, dünyanın en yalnız kaplumbağası 
yumurtlama takviminin gerisinde dişilere ilgisiz kalıyor

Sis bulutu, sis bulutu, zihnimi berraklaştırma aşkıyla 
Hindistan cevizi yağıyla güreşte yapay zekayla

anlamlandırmak bu ömrü, ulaşılmış hedeflere ulaşılmamış 
Fransızlar antilopları soyu tükenene kadar avlamamış olabilirdi

Evin şeklini çizdi telefonuma Türkçe konuşuyor, çok hamarat ve akıllı 
Annem komşulara kölelikten kurtuluşunu anlatıyor

Atlasam zaman makineme yapacağım çok iş vardı insanlık tarihinde
Hamarat ve akıllı bir robot, gider gelirdim hem ileri hem geri, saçlarım uzamazdı

Bir ömrün kalıntıları ağırlaşmazdı üzerimde bin ömrün
Nereden başlasam nereden başlasam bakardım olanlara soluğumun olağan ritminde.









AMOR MUNDİ BİR KARASEVDA

                                                                                   


Sık sık düşünüyorum/düşüyorum 
Afrika’yı, dibi orası sanırım dünyanın.

(Bu kez %100 aşığım.
	
Kimyasal tepkimeler: Beyinde 80 beygir gücünde merkezkaç hareketlenme. Ayın ışığında
yıkanırken aniden kanat çıkarmaca. Bir değil birkaç atardamarlık kuvvet kan dolaşımında.)

Afrika hep burada diye ve her şey Afrika’da- bütün zamanlar, evrim, filim, tam-tam, katliam, çöl,
 nehir, orman, maymunlar ve Madagaskar-orada adreslere değil, tarifle gidiyor yerlerine halâ
 mektuplar. Zürafalar, aslanlar, ve gergedan boynuzu 15 dolar.  Tabii, dünya öyle böyle
 dönerken- Yemen. Antroposen.

Sotheby’s’de meselâ, hayvan parçalarından yapılmış objeleri mezatlara sokması artık yasak. 
Kapitalist ritim bir ileri iki geri, sarsak.  
İspanya kralı ve kraliçesi, ölü bir filin başında ellerinde silahları-
midelerine tıkmak onca hayvanı 
yetmeyip zahir, belki evliliklerini de canlandırmaya ve sıkıntıdan patlayınca Avrupa’da.. 

Öldürülmüş filin yattığı yere çok uzak olmayan bir havzada: 
toprağın içine açılmış çukurlarda
minik siyah kımıltılar çocuk 
hadi! beş yaşını geçmeden çabuk
gir çık gir çık
çalışmaz akıllı telefonlarımız parçası olmayınca!

Uzakdoğu’da da işler feci çapraşık- 
çocuk kullanmaya gidenin yemeği, canlı maymun beyni, 
masanın tam ortasında. 
Oralarda paralar müthiş- paralar önünde Çin Seddi bile keyif için eğilip dikiliyor oracıkta.
Hem Çin -maksimum adrenalin!- 
dünyadaki karbon salınımının 10.2 milyar metrik tonla ABD’nin 5.3 milyar m.t. payını ikiye 
katlayarak karbon salınımının toplam %28ini oluşturuyor filan. 
Hurraa! atlıyoruz dört nala dünyadan!

Domuz derisinden ceketler moda zaten etlerini yemiştik diyorlar lüks sayılmaz bir de derileri 
aynen kuzu postu ve minik mink hayvanlarınki canlı yüzülünce pek yakışıyorlar kırmızı halıya. 
Yumuşacık yastıklar için kuştüyleri de kazlar canlı yolununca. Hani sevimli aile filmlerinde ailece 
yastık kavgası yapıp uçuşturuyorlar Amerika’da.

O nasıl bağırtı öyle?
 
Kimdir, duymuyor? 

Sahte güneşler hızla çatlatıyor yumurtaları 
civcivler bantta çıtırdıyor (erkek). 

O ne çığlığı? 
Bu ölüm kusmuğu da ne? 
Bu korkunç dışkı? 

AAA  ağlıyor inek!

Evet biliyorum, epeydir çirkinim, 
ses diye içimden çıkan brutal böğürtü. 
“başka bir dünyanın nezaketi”ni özler yanarken, 
Ulus Baker’in sözünü ettiği yengeç gibiyim. Suda balerinken
karada yan yan, sakil sakil yürüyen.  
Su çekildi çünkü. 
Başka şey gelmiyor elimden.. 
hayvanı aşağılara ite ite dikeyleşmiş bedenimden, bedenimdeki kafamdan, gözlerimden 
bastırılmış, kemirilmiş, unutulmuş  hayvan çıkıyor
can havliyle insan kaptığı bile oluyor

ayrıca, kasaplarda çengellere asılı kölelerin ve özellikle sansarların (kişisel bir mesele), önlerinde 
yere kapaklanır, ve bir ara edebiyattan da bahsetmek isterim. 

Aaa, işte ta uzaylardan paldır küldür düştü yine yanıma meleğim, ne dünyaymış bu ama! 
yıpratmış onun bile kanatlarını. Sebep-i telâşı: dünyanın 6.yokoluş çağının ortasında uzayı da 
titretiyormuş herhangi bir aşkın rezonansı.

Yine Afrika’ya dönersek madem, (adama aşık olduğum, tamamen), karbon monoksit 
kucaklaşmalar ve simsiyah halklar birbirini keserken, öpüşmek için ardına saklanacak çalılar var 
halâ, ama Kuzey kesintisiz saldırıda kapkara bulutlarıyla kapkara Afrika’ya ve açılmıyor hava 
yastıkları kazalar sırasında burada. 

Olsun ben güveniyorum bu aşka, O bi’ tek beni seviyor Afrika’da.
 
Sevgilim, 
aşkın beni kurtaracak uçak çakılırken,
başım dönüp 40. kattan düşerken, 
selde boğulurken,
ozon cart diye yırtılırken, 
eminim



pandemide, ünlemler ki gırtlağımızdan sesimizi çıkartırlar,
epeydir ünlemsiz kaldımdı.
devletin son gazlamasından sonra (2019 8 mart’ı) 
tahribat trakea ve larenkste ve ses telleri poliplerinin çatlattığı, 
2020 boyunca ancak telefon ve bilgisayar 
mikrofonlarına yönelebilen  
-köpek hariç- hiçbir memeli ısısına/frekansına değmediğinden, 
kısılmış sesimle “oy beni beni/ kurt yesin beni” ağıdını söyledim. 
(çünkü işte insan, nereye kadar?).

Ama kurt belirmedi. 

Bulunduğum bütün mekânlardan kapıları sessizce sökme adetime (klostrofobim var hücre 
sebepli) gündelik insanlığımı Çin’de daracık kafeslerde ömür geçirtilen ayı olmak da var diye 
ayar etmem eklendi. 


Sevgilim, öpüyorum göbeğini - etine sirayet etmiş midir cinayet ve endüstri?
Sevgilim, uzun ve güzel iskeletin! Nasıl ılık ve ipeksi tenin! 
Sevgilim, senin için, antroposen’de 8.duyumu bile geliştirebilirim. 
Çünkü bölüyorlar bizi mekânlara ve zamanlara.
Daha ne kadar vaktimiz var? 
Seni müthiş ve çok sevmeliyim. 
Kaç metre kare yüzeyin var
hepsini öğrenmeliyim. 
Teninden yalaya yalaya 
endüstriyi de cinayeti de silmeliyim.

Sevgilim, tam vakit bitecekken
bataklığa gireriz
timsah bizi parçalarken 
aşkımıza kendi kararımızla son veririz









Bir başka frekans


Çürümenin yayılışını izliyorum. Küf yeşili kendine beyaz, kalın bir tabakadan yol buldu. O 
yeşilde arıyorum dünyanın damar yolunu. Günler belirsizlikle dönmeye başladı. Ateş 
ölçümü, öksürük takibi. Uzak bir ihtimalden içeri düştü. Hakkında edindiğimiz bilgiler yeni: 
İthal yaratık konak seçiyor. Evden eve sıçrayarak kendi kolonisini kuruyor. Bazen kükrüyor 
ve püskürtüyor yerlileri. Bazen mırıldanıp susuyor.  Onu konaktan kazımak zor. Kontrol edilemiyor. Yapışkan ve tutunmaya adamış kendini. Hafızamızdan çıkmıyor. Yer 
bildirimlerimde ilk ona rastlanıyor. Onu bütün hücrelerimizle, dışarı atmanın 
mümkünlüğünü konuşuyoruz antikorlarımızla. Çürümenin kokusu yok. Çürüdüğümü kokmuyorum. 

Günler önce yaşam kalitemin hızını artırmak için 500 megapiksel genişliğinde bir bahçe 
sundular bana. Hemen kredi çektim: Peşinat yok, kefil yok. Mutsuz ayak tabanlarımın izi çamurun şöhretler yolu oldu. Haşere aracından sıkılanlar toprağımın köküne sindi, kuruttu. Çağırdığım görevliler toprakta bir sızıntı olduğunu öne sürdü. (Bana bunun bir rastlantı? 
Bana bunun bir anımsatma olmadığını. Söyle. Siyanürvargirmeyin yazısı Anadolu’dan mı doğmuştu?) Pestisit mi, şu mu, bu mu derken, toprak biti tüm bahçeyi seğirtti. Ona küçük gözenekler ektim, onu havalandırdım, suladım. Fakat -tüm çabama karşın- söndü. Bir 
tortuya dönüştü. Topraktan geriye bir avuç fosil…

İşsiz kaldım. Sahipsiz, yurtsuz ve borçlu bir öğrenciydim ülkemde. Kart borcum, kredi 
taksitim ve diğer ödemelerim için 2. el bir erteleme tuşu sipariş ettim. Kargo gelmedi. Bir 
aygıta dönüşen mesaj kutum, gri bir kamu binasına devredildi. Kredi notum kırıldı. Bana 
kara kaplı defterden şikâyet mektubumu okuttular. 

İnsanlar şaşkın, endişeli ve her biri maskeli görünümleriyle bir anda anarşistti. Kişisel 
dönüşüm, kitlesel dönüşümle dövüşüyordu eviçlerinde. #StayAtHome marka deterjanla çitilendi dip köşe. Havalandırma balkon ve camlar demekti. Bu büyük hapishanede herkes 
hücrelerinde bekledi. Havanın kokusu değişti. İçerinin havası dışarıyla bir değildi. Hınçla yüklendim klavyeyi, evi dışarı taşıdım. Dışarısı: Balkon. Burnumu yukarı kaldırdım. Bir 
nefes çektim dolu dolu. Etrafı gözlerimle gezdim. Yoruldum mu. Saksılara su verdim. 
Günden güne sokakları özledim. Her gün cama, balkona koştu gözlerim. Bir yaşam kıpırtısı aradım umutla. Gökyüzünü hızlıca dolaşıp, tramvayın eve yakın kısmından diğer yakaya atlıyorum, caddeyi bölen ikili yolu geçip geniş düzlüklere koşuyorum. Kimse yok! Ne bir 
kedi ne de köpek. Varsa yoksa kamyon kasaları, tek tük çamlar, tutam tutam serçeler... 
Öfkemi kenara bıraktım. Kendimi yapılandırmaya başladım. 70 derece limon kolonyası 
mikrobu kırar, bilgisini kullandım. Alkole bulandım. Ateşle dağlandım. Domestosla yıkandım. Yetmedi. Ev, kapana dönüştü. Beni un ufak etti. Yaratığım günden güne büyüdü, serpildi. Akciğerlerimde bir odaya yerleşti.

Ekranda paranın dili. Pariteler akıl almaz eğimler çiziyor. Reel para kaybı ve ekonomik düşüş istatistiklerin ek göstergelerinde. İşsiz kalanlar için bir fon aplikasyonu yok. 


Bütçe açığı ve planlamalarındaki uzman görüşlerini izlerken, ölür ölmez bir sayıya 
dönüşeceğim gerçeğine çarptı ellerim. Birtakım şeyler yıkıldı. Gölgem mesela. Hiç var 
olmamış gibiydi. Kalbimin kadrajında gülümseyen bir kız çocuğu. Keskin bir acı, beni kıskıvrak yakaladı. Ağlayınca korku tozları dağılıyor, akıp gidiyor muydu? Hıçkırıklar başladığında bağlantı koptu. Nefesimi hücrelerime pay ettim. Sesimle teması kestim. Hafifledim.

Şükür, tüm ülkede pik yaptı. Sabır ve dua önlem paketi olarak açıklandı. Endişenin beni ele geçirmesini izliyordum. Teknolojik ve biyolojik terimlerden kıl kaptım, virüs kapmadım 
diyordum. Hastalığa yakalanmama kozum işe yaramamış.  Nefes borumda bir çırpınma hissiyle 184’ü tuşladım. Derken bir ambulans sireniyle hortumlara bağlandım. Sarnıçtan su çektim, üşüdüm, ateşlendim. Bir rüyada toplandım. Toprak ovdum, güğüm kalayladım. Evin taş tabanındaki helezon kilimde bir ayağımı cezalandırdım. 

Çocukluğumla oyalandım. Çakıl taşları topladım, beştaş oynadım. Sıkıldım. Evi küçük 
karelere böldüm, seksek oynadım. Azarlandım. Azad oldum mu? Terk etmeye kalkarken evi, amforaları yuvarladım. Her şey baş döndürücü bir hızla ölüyordu. Gönüllü uzmanlar ana haber programlarının gedikli şarjörü olmuş. Ekran korku kovanları boşaltıyordu.

Tüm bu gelişmelerin yanında bir izleme partisi için davet aldım. Canlı yayınlanacak bu görüşmede bozguna uğramış bir dünya belgeselinin içine yerleştiriliyorum. Fanusun içinden dışarıdakilere “gelmeyin” sözcüğünü seslendireceğim. Bu repliği söyledikten sonra beni canlı yayından alacaklar, kireçleyip toprağa yatıracaklar.

Ceset miyim naaş mı? Ölü bedenim aileme bir fatura çıkaracak mı? Evimde son bir kez dinlenemeyeceğim. Kefen bezimin üzerinde bir bıçak beklemeyecek. Çenemi bir kumaş 
parçası tutmayacak. Ağıt yok, ilahi yok, mevlit yok. Taziyeler online ve süreli. Yazdıklarım 
zaman halkalarından geçip hırıltıyla sönecek. Kararıp, kıvrılıp ertesi güne yokluğun çözeltisi 
gibi karışacak. 

Bu aralık tam bir mikroorganizma çöplüğü. Virüsün bir embriyo olduğunu unuttular. Suda yalıtılmış bir alanda bekletiliyordum. Ardımda oksijen baloncuklarından köpükler bıraktım. Konaklığımı bir çalımla sonlandırdım. Mavi ekrandaki nabız sesiyle hayata döndüm. 
Uyandım.

Pandemide eşlikçim olan tüm sağlık birimlerine teşekkür ederim. Yokluğumda sms atan 
banka ve iştirakçilerine teessüflerimi bildiririm.

Önerim:
Tanı ve tanışıklık    Bağ ve bağışıklık                                                                
Arasındaki sosyal mesafeye dikkat edelim.

Beklentim:
Güneş odaya girecek ve yarın gelecek. Bekleyelim.








SONSUZ KURYE


İnan sokağında aparcıklar
fako daire sahibinden 
GRUP TÜRK’lerin tek boynuzu başlamıştır
hamam şişesinden
ulufe: dudak payı
cenab-ı çevirme 
kemiklerin dönüşüne yetiş 
sinirleri cımbızı izlesin
ona açma kıkırda
kabuk bağlar, kabuk seni yaradan önce

test telefonunu çiğneye çiğneye
kaskatı burcu Schengen sobayı
NOW uzmanlarının önerdiği pudrayı
ben hiç açılmamış bir malım, sonsuz kuryenin
ben parmak ucu eklentisi, parlak yasakları
aç kafesleri dön sırtını, alışmamış

ya senin benimle tek bir işin bile olmasa
gigabaytları, powerbankleri, aritmileri, hes kodları, pasifloraları, harcar mısın hiç?
Yapar mısın hiç öyle şey?
Kan çekince, savaş yastığını  
cici protez bir kere vardır, sınır kokusunu bilir
şafağın izine serilmiş o etli ışığı   
Bu seni dokunaklı bir muhabbet çiçeğine çevirir

Hadi şimdi, sessizliğin sarmaşığına geğirebiliriz.

Uyumuşsun seni bize getirdik
Perişan kasketin yerini söylemiyor
kırık doğramaların aynası
Hava unsurlarını tanımıyor
Korkunç adam ayağı salkımından ediliyor
Elden ele, mesaiden mesaiye
Yıkayacağına, o bayrağı yakıyorsun
YANLIŞ
Yem gibi davranıyorsun kendi yuvanda
Aldanan bir yem gibi, yem olmak gibi
Bugün tıraş olanların isimlerinden 
bir marş söylüyorsun…


ısı yeter sonu, GİT OLAYI, aferin ben
karanlığın cin kaslarıyla kapış
ev uyup göz kışıp
yere serilip bir bal ara yine
sırt üstü yapıştığını,
hesaplayacaksın herkesin parmaklarıyla yarını…






Fütüristler, Makinalar ve ‘Avangard’ bir Nâzım Hikmet 
Teknoloji denilen şey ya da ‘makinalar’ şairler için genelde ‘öcü’ ya da en azından can sıkıcı bir şeydir, genelde böyle olmuştur. Şairler teknolojidense, anakronik olana ya da ‘pastoral’ olana yakın dururlar: sanki tarihin bir döneminde (sanayi devrimi civarında) kötücül bir güç dünyayı ele geçirmek için büyük bir atılım yapmış ve bütün şairler, edebiyatçılar, sanatçılar vesaire, bu kötücül güce karşı durmuştur. Romantiklerden dark romantiklere, gotiklerden transandalistlere kadar hep bir şüphe vardır teknolojiye ve teknolojik ‘ilerlemeye’ karşı. Bu şüphe, 20. yüzyılda da devam etmiş, Batılı yazar ve sanatçılar kendilerini ‘pirimitif,’ pastoral ya da ‘medidatif’ olana dönerken bulmuştur. Goethe’den Throeau’ya, oradan Walt Whitman’a ve Beatnikler’e kadar uzanan çizgideki böyle bir ilerleme ve teknoloji şüphesi vardır: primitif ya da pastorale dönüş, insanın kurtuluşudur. Modernite krizi karşısında pre-moderne dönüş de denebilir buna. Böylece bir ‘Luddist’ şair çizgisinden bahsedebiliriz: Luddistler, hatırlarsınız, 19. Yüzyıl başlarında İngiltere’de ilk seri üretim makinelerine saldıran tekstil işçisi ‘makine-kırıcılar’dı. Nedd Lud önderliğinde başlayan ve adını da oradan alan bu hareket daha sonrası primitivist-anarşistlere de ilham kaynağı olmuştu, buna 90’ların ‘Unabomber’ı Ted Kazincky de dahildi.  Lord Byron da Luddistler’i öven bir şiir yazmıştı. Batı’da teknolojiyi ve ‘makineleri’ yücelten şaire pek rastlanmaz, ta ki fütüristlerin ortaya çıkışına kadar. 

Yıl 1909 ve ilk Fütürist manifesto yayınlanır. Makinelerin ve fabrikaların, çeliğin ve seri üretim ritminin insanlığı kurtaracağını düşünen hevesli İtalyanlar Flippo Marinetti önderliğinde ‘makineleri’ öven bir manifesto yayınlarlar. Fütüristler geçmişi tamamen yok edip, ‘yeni insanı’ kurmak için teknolojiye güvenirler. Meşhur 10. Maddede ‘müze ve kütüphaneleri yakıp yıkmak istediklerini’ söylerler. O zamana kadarki bütün kültürel birikim, yeni makinelerin gücüyle yıkılmalıdır. Eski sanat ve edebiyat 20. yüzyıl başındaki ‘hız çağı’ karşısında hantal ve anakronik kalmıştır. Adeta çeliğin ve makinelerin edebiyatını yapmaya bir çağrı yapılır. Ve Marinetti işi iyice ileri götürüp, şöyle demiştir: “Kükreyen bir yarış otomobili, samothrake nike'si heykelinden daha güzeldir.”  Hızını alamayan Marinetti, eski kültürü yok etme derdindeyken, her şeyi yok etmeye doğru kayıp, İtalya’da faşizmin ve Mussolini’nin ateşli savunucularından biri olmuştur ve böylece de kısa sürede tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Fütürizm 1. Dünya Savaşı sonrası ‘deli saçması’ ve ‘faşist’ bir hareket olarak ölmüştür. 



Ama burada kalmıyor hikaye: sonra Sovyetler geliyor, Rus fütüristler. Yazının başlığındaki Nâzım meselesine de böylece yaklaşıyoruz. Ekim Devrimi’nin ve ilerleme hülyalarının, yeni insan ve yeni dünya düzeninin rüzgarlı ve şiddetli heyecanına kapılmış genç Sovyet şairler, 1917’de Rus fütüristler manifestosunu yayınlarlar. Mayakovski ve Hlebnikov’un öncülük ettiği genç Rus şairler de, İtalyan öncülleri gibi, geçmişle radikal bir kopuş talep ederler. Bunu da ‘Genel Beğeniye bir Tokat’ adlı manifestolarıyla ifade ederler. Edebiyatta Puşkin, Dostoyevski ve Tolstoy gibi ‘büyük Ruslar’ı (Anglosaksonlar’ın the great Russians dedikleri) ‘modernizm gemisinden aşağı atmayı’ önerirler mesela. Bu yeni şairler yeni çağın ve makinenin ve ilerlemenin sesidir. Şiirleri de çiçekleri, süslü salonları, burjuva buhranlarını değil, trenleri, çekiçleri, fabrikaları ve makineleri hissettirmelidir. Bu kalkınmacı radikal kopuş daha sonra, bilhassa Stalin’den sonra bir faşizme doğru kayacak olsa da, genç Sovyetler teknolojiden, ilerlemeden, makinelerden, fabrikalardan, insan hayatını daha kolaylaştıracak ve insanlığın eskiyle bağlarını koparmasını sağlayacak bu ‘modern’ manzaradan memnundurlar. Bilhassa da Mayakovski devrimci ilerlemeyi ve makineleri öven, geçmişten radikal bir kopuş talep eden ajit-prop şiirler yazar. Yüksek sesle okunan, kitleleri harekete geçiren şiirler. Eski burjuvaların hülyalı ve buğulu şiirlerinin yerini alan, buz gibi makine-şiirler. 

Ve evet, Mayakovski Nâzım Hikmet’i de derinden etkiler. Ekim Devrimi sonrası Moskova’ya giden genç ve heyecanlı Nâzım, ilk şiir kitabı 835 satırda, eskiyle bağlarını koparır ve hem biçimsel hem de tematik anlamda ‘yeni çağın’ şiirini yazmaya girişir: evet, Fütürist bir şiir. Burjuva ya da geleneksel şiir biçimlerini alt üst etmeye niyetli ‘avangard’ şiirler. Bunlardan en meşhuru ‘Makinalaşmak İstiyorum’dur. Hatırlayalım o makine-insan seslerini: 

Makinalaşmak İstiyorum!

 trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!

beynimden, etimden, iskeletimden geliyor
bu!
her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri!
trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!
mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!
trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!

Bu şiir yazıldığında yıl 1923’tür. Henüz ‘modern Türkçe edebiyat’ başlamamıştır. Nâzım, bu ünlem-şiiriyle, bu çağın sesini yakalayan ajit-prop şiiriyle, modern bir kırılma yaratmıştır. Makinelerin sesi, eski adetlerin ve iktidar biçimlerinin baskıcı uğultusunu yok edecektir. Tarihte belki ilk kez, bu dönemde, makinalar ve teknoloji denilen şey ‘övülür’ şairler tarafından, çünkü tarih boyunca iktidarın ve statükonun aygıtı olan makinalar, ilk defa, ‘ezilen’ sınıfların, ötekilerin, paryaların, işçi sınıfının eline geçmiştir ve intikam vakti gelmiştir. Makinalar ilk defa ‘biz’den (şairin ‘biz’i) yanadır. 

Nâzım Hikmet ‘Makinalaşmak İstiyorum’un da yer aldığı ilk şiir kitabı 835 Satır’da, rasyonel-devrimci-modernist yeni insanın şiirini yazar. Biçimiyle de modernisttir. Haykırışlar, ünlemler, ritimler ve rakamlar şiire girer. Bülbül sesi ve ezginin yerini, makinenin sesi ve ritmi alır. Ve insana ya da şaire müthiş bir güç atfedilir bu şiirlerde. İnsan artık ‘güneşi zapt edebilecek’ kudrettedir, şair de kitleleri harekete geçirebilecek bir sese, bir megafona sahiptir. Nâzım bu megafonu 835 Satır’da yer alan Açların Gözbebekleri, Orkestra, Nikbinlik ve Güneşi İçenlerin Türküsü’nde kullandı. Açların Gözbebekleri’nde sanırım ilk defa bir Türkçe şiirde ‘rakam’ kullanıldı, şöyle: “Değil birkaç / değil beş on / 30.000.000 / 30.000.000!” Bir rakam da Nikbinlik’te karşımıza çıktı: “160 kilometre.” (Evet, bu rakam 2011’de kurulan bir şiir-yayınevinin adı olarak karşımıza çıktı: 160. Kilometre.) Orkestra’da ise ‘ünlem ve haykırış’ Türkçe şiire girdi, şöyle:  

Hey!
Hey!
Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla dalga gibi
dağ-lar-la
başladı orkestram!
Hey!
Hey!
Ağır sesli çekiçler
sağır
örslerin kulağına
Hay-kır-dı!.

Sonraları Sosyalist-Komünist literatürde ve türkülerde çok kullanılan Güneşin İçenlerin Türküsü’nde sanırım ilk defa bir kelime ‘haykırıldığı gibi’ uzatılarak yazıldı, haykırış biçimsel olarak kayda geçirildi, şöyle: 

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!..,

Zapt edeceğiz, değil: ‘zaaaaptedeceğiz.’ O uzayan ‘a’larda gizli olan poetika. Bu ifade şiirde dört kez tekrar edilir ve her tekrara bir ‘a’ daha eklenerek kelime büyüyen bir haykırışa dönüştürülür. Dahiyane bir şiirsel hamle.  



Nâzım’ın Güneşin Zaptı’na benzer bir Güneşin Zaptı daha vardı. Kostümlerini Maleviç’in tasarladığı, metinlerini Hlebnikov ve Kruçenih’in yazdığı ilk ‘fütürist opera’nın adı da Güneşin Zaptı’ydı. Bu metin tam bir deneysel avangard metindi ve Hlebnikov’un ‘zaum’ dediği yeni bir dille yazılmıştı. Zaum Rusça’da ‘aklınötesi’ gibi bir anlama geliyordu: za (ötesi) um (akıl, bilinç vs.). Yeni insan ve yeni dünya için yeni bir dil kurulması gerektiğini söylüyordu ‘zaumcular.’ Yeni dilde yeni kelimeler ve yeni ‘saçma’ ya da rastlantısal dil kombinasyonları da vardı, hiçbir şey ifade etmeyen sesler de. Ve bunu, klasik sanat tarihi anlatılarında pek dile getirilmez ama, Dada’dan önce yapmışlardı. Ve yaptıkları ‘happening’ler, toplantılar ve performanslarla Fluxus’u da çok önceden öngörmüşlerdi. Avangard’ın ‘iktidar’la (Sovyetler) buluştuğu bir anda çıkan akıl-almaz bir avangard andı bu. 

Nâzım Hikmet bu ilk fütürist şiirlerinden sonra Zaum gibi bir yere gidebilirdi. Zira önceki dilin eşiğine gelmişti, bir adım sonrası daha da deneysel bir ‘zaum’ dili, dili saçmalatan ve ‘eski Burjuvaların’ anlayamayacağı yeni bir dil alanı açan bir dil çıkarabilirdi. Bunu yer yer Jokond ile Si-ya-u’da yaptı. Louvre müzesinden kaçmak isteyen bir tablo (Mona Lisa) ve aşık olduğu bir Çinli devrimcinin (Si-ya-u) hikayesini anlatırken her türlü metni bir ‘garip’ şiirin, narratif ve parçalı bir şiirin parçası haline getirdi. Ve böylece hem garip şiirinin, hem de ikinci yeninin önünü açtı. Ve sonra, daha yerel kaynaklardan beslenen, daha ‘epik’ şiirlere geçti. 

Ama epik şiirlere geçmeden önce, 835 Satır’da tam bir tarihsel avangard anı kayda geçirdi Nâzım Hikmet. Bu kitapta duyulan sesi bir daha ne Nâzım, ne de başka bir şair yakalayabildi. (Aynı dönemde Nâzım, Mayakovski ve diğerlerinden etkilenerek fütürist ve yer yer ‘dada’ denemeleri yapan Ercüment Behzat Lav gibi şairler oldu. Ama sanki bu deneylerde politik bir damar eksikti, sırf biçimsel denemeler gibiydi yazılanlar.) 

Bizde Nâzım epik şiirlerin yazarı ‘mavi-gözlü dev’ diye anılır genelde. Halbuki, minör-avangard bir şiirin başlatıcısı olarak da okuyabiliriz Nâzım Hikmet’i.

Nâzım Hikmet’in açıp devamını getirmediği o avangard şiir, o radikal kırılma anı halen ‘devam ettirici’ şairlerini bekliyor desem, umarım büyük bir laf etmiş olmam.


. 


 

yine 1gün oturuy0ruz 


Gözlerim sanatın html kodlarına daldı
ben bir bağlantı olarak yarı saydam
bedenimle uğurladım içimdeki timsahı
tanrım beni baştan yarat’lık bir istek yoktu
ben yaratırken kendimin kendisini
her şey bir anda olup bitmiyor, ne yazık ki…
dijital suretiyle barışarak, güneş efendisini
karşıladım, bir görüntü olarak yaşayıp
ölmek isterim, ho zamanın işçileri!
gggülmseemeler tarihine yedi P çizdim
glümsmlr yrgn bklyrd 
ho benim yaralarım, artık bi öneminiz kalmadı
yarı saydam şeylerimle aranızdan geçip giderken
n’oldu yani şimdi sessiz ve karamsarsam
nasıl olsa artık benim biri olmama gerek yok
bütün bahçelerde ok olarak varım
bütün bahçelerde yem olarak varım
bütün bahçelerde bütün olarak varım
ho benim işçi arılarım!


 Otopilot


I.

Mevcut kriz,
Bütün mevcut sistemleri
Çırılçıplak soymuş,
Metal bir kütle gibi yığılan hayatlarınızı
Huzursuz bir uyku gibi uyumuştur.

Kendinizi gerçekliğin beklentilerinden korumak için yarattığınız
bu yer çekimsiz kürede insan soyunuz, 
Keşfi tamamlanamadan kurutulmuştur.

Artık, kendi kendini düzenleyen makine sistemleri ve
Veri tabanları düşlerinizden ayrı tutulmayacaktır…

Ayrıca, karanlıkta gördüğünüz kırık şekillerin,
Gerçek olup olmadıklarına inanmak zorlaştığı için
Gece görüş aygıtlarınız yeni yazılımlarla desteklenecektir.

Bugünden itibaren, kendi yansımasından korkan robotların
Veya kültür şokuna uğramış siborgların
Tüm terapi masrafları tarafımızca karşılanacaktır.

Unutmayınız, 
Sizler bütün duygu ve dışavurumlardan arındırılmış sibernetik algoritmaların 
Kokmayan çoraplarısınız.

Bakın burada tekrar ediyorum,
Sizler,  doğanın bağrından zorla kopartılmış
Ve artık birbirine tutanamayan melez karbonlarısınız .

Örneğin,
biri herhangi bir çöp tenekesini
kafanızın üzerine boşaltmış
Ve siz
bu karmaşanın altında kalmışsınız.

Örneğin,

Biri

herhangi bir çöp tenekesini

kafanızın üzerine boşaltmış

Ve siz

bu karmaşanın altında kalmışsınız.


Hareketinizi engelleyen ne, 
Yansıyan gölgelerin ağırlığı mı ?



II.



Sözcük boşluğunda
Kelimenin yokluğunda
Satırların arasında kalmış,
Uçaktan kaçmaktayken bir pilotun;

Elinden tutan bir kedi yavrusunu
Dalı kırılmış bir limon ağacını
Ve içerisinden aşağı doğru yükselen
Bir karganın kanat çırpışını
Hissedemiyor oluşu,

Öç almaktan bahseden memeliyi
Sessizliğin içinden çıkan yükselmeyi
İnsanların seslerini veya işte
Meltem koku meltemi




2021



Tiran-Graz












Kavramsal ve dijital sanatın Türkiye’deki başarılı temsilcilerinden Bager Akbay ile henüz robotik teknolojinin bile bunca ilerlememiş olduğu yıllarda geliştirdiği ve uluslararası tanınırlığa sahip robot şair Deniz Yılmaz odağında, şiir-şair/sanat-sanatçı, hak kavramı, teknolojinin ne’liği üzerine bir Zoom söyleşisi gerçekleştirdik. 

Söyleşinin video linki için: https://youtu.be/JfGtde8DyLk





A. Emre CENGİZ: Çok teşekkür ederim vaktinizi ayırdığınız için

Bager AKBAY: Aa estağfurullah

AEC: Bu arada da Deniz Yılmaz galiba bir güncelleştirme almış oldu, doğru mu?

BA: Yoo, güncelleştirme almadı, çalıştı

AEC: Tamam, siz ilgilenmiş oldunuz diyelim…

BA: Evet evet, yani bi bakmış oldum aslında, n’oluyo ne bitiyo diye. Şimdi şuradan hemen şu fotoğrafları atayım, şu kapıyı kapatayım, burası ofis çünkü, iki üç arkadaşım daha var, o yüzden biraz gürültü olabilir. Şu fotoğrafı attım. (Deniz Yılmaz’a ait iki adet şiiri fanzinde yayımlanmak üzere gönderiyor ve kapıyı kapatmaya gidiyor). Evet, haydi o zaman, başlayalım.

AEC: Başlayalım Hocam. Lahitteki Baykuş adlı bir fanzinimiz var. Teknoloji ve Ekoloji Aksında Şiir konulu 8.sayısı için gerçekleştiriyoruz bu söyleşiyi. Ben aslında sizin yakın takipçinizim. Yani kavramsal sanat ve dijital sanat üzerine gerçekleştirdiğiniz faaliyetleri yakinen takip etmeye çalışıyorum. Fakat şiir çevrelerinde kiminle konuşsam, böyle, sizi çok da tanıyan insanlara rastlamadım. Bu nedenle dilerseniz...

BA: Çünkü şiir aslında, yani şeyde çıktı. İki üç şiir dergisinde çıktı aslında röportaj vesaire ama, benim isim hafızam sıfır, şu an hatırlayamıyorum. Almanya’da biriyle röportaj yaptık. O da Türk, yeni nesil şairlerden. Türkiye’de bir dergiyle yaptık, onların bir eski nesliydi. Ama şey değil, evet yani, o alanda tanınmam da çok normal olmaz bence yani. Çünkü ben değilim, Deniz Yılmaz tanınabilir, mesela o uluslararası şiir festivallerine falan katıldı Deniz Yılmaz.
AEC: Evet.

BA: Ben gitmedim yani, o gitti. Gerçekten, yani araca bindirdik, o gitti. O yüzden onun tanınması daha olası bana göre aslında.

AEC: Tamam, peki, kısaca sizi tanıyarak başlasak? Yani, benim bildiğim kadarıyla bir sanatçı, bir kavramsal sanatçı, tasarımcı, konuşmacı, eğitimci, bir kukla tiyatrocusu ve aynı zamanda bir sözlük yazarısınız :) Atladığım varsa siz devam ettirirseniz sevinirim

BA: Yani akademisyenlik biraz var. Ama genelde ders veriyorum, aslında akademisyenlik demeyeyim de hocalık yapıyorum. İlkokuldan üniversite, yüksek lisans seviyesine kadar, ara ara ders veriyorum. 

AEC: Kadrodan bağımsız olarak yapıyorsun bunu değil mi?

BA: Evet, evet. Şu an değilim. Yani eskiden devlet memuruydum Yıldız Teknik’te, çok eskiden. Sonra özel vakıf meslek yüksekokulunda bölüm başkanlığı yaptım üç dört sene. Sonra ayrıldım. Şu an, aslında şöyle: Tüm bu konuşma, eğitim gibi şeyleri de hayatımdaki o döngünün bir parçası olarak kullanıyorum. Yani para kazanmak için yaptığım şeyler değil. Ama kendimi anlamak için, dünyayı anlamak için onları da yapıyorum biraz diyebilirim. 

AEC: Peki, eğitiminiz biraz daha sayısal ağırlıklı…

BA: Evet, Anadolu Lisesi’nde okudum ortaokulu, sonra Atatürk Fen’de okudum, sonra matematik mühendisliği, iki üç sene okudum, sonra tasarım lisansı bitirdim. Yüksek lisansta da sanat okudum, ama onun tezini yazmadım. Yani yüksek lisansı, tezi bitirme aşamasındayken bıraktım, aslında Deniz Yılmaz o yüzden yapabildim. Onu bırakmasaydım yapamazdım. Tam o aynı anda yani, onu bırakıp ona başladım aslında. O aslında biraz “akademisyen mi olcam sanatçı mı olcam”  kararı gibiydi. Sanatı seçtim o noktada yani, benim için zor bir karardı. 

AEC: Evet, güzel. Ben, ben de biraz kendimden bahsedeyim. Bir şairim, bir kitabım var. Şairliğin bir ön kabulü değil elbette kitabı olmak, ama kitabı olduktan sonra biraz daha görünür hale geliyor bence şairler. Onun haricinde, çok kapalı devre bir sistem aslında günümüz şiiri dediğimiz. Yani çok alıcısı olan, alımlayıcısı olan, kitlesi olan, geniş kitlelere hitap eden bir tür değil. akışkan deney adında bir şiir kitabım var. Onun haricinde sayısal bir bölüm okudum, inşaat mühendisliği yapıyorum. Bir yandan da coğrafi bilgi sistemleri doktorası bitirdim ve bu konularla alakalı…

BA: Nerede? Doktora…

AEC: Eskişehir’de okudum ben. Lisansım Osmangazi Üniversitesiydi. Anadolu Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora yaptım. Sonra da, yani doktoradan sonra, ben de uzaktan, üniversitede ders vermeye başladım. Eskişehir Teknik Üniversitesi’nde mimarlık bölümünde biraz daha teknik konular, inşaat teknolojisiyle alakalı konularda ders veriyorum. Bu yıl başladım, Muğla Üniversitesi’nde de coğrafi bilgi sistemleri üzerine bir yüksek lisans dersi veriyorum. Onun haricinde de yazıyla çiziyle uğraşmaya çalışıyorum. İşte biraz, teknoloji hayatımızı nasıl dönüştürüyor ve dilimizi, aslında düşüncemizi nasıl dönüştürüyor ve bunun şiire yansımaları nedir,  hem bu bağlamda hem de doktoradaki çalışmalarımın yönlendirmesiyle ekoloji konusu, bu teknoloji ve ekoloji konusu nerede kesişiyor ve bu kesiştiği aksta şiir nerede duruyor, bu tarz şeylere kafa yoruyorum. Şiir özelinde benim kişisel görüşüm aslında herkesin bir şiir görüşünün olduğu. Enis Batur’un çok güzel bir sözü var aslında: “Memlekette üç kişiden beşi şair” diye. Gerçekten çok fazla şairin olduğu, şairlik ve şiir tanımının da çok çeşitli olduğu, kişiden kişiye değiştiği, nesnel sınırlarının olmadığı bir düzlemde olduğumuzu düşünüyorum. Sanat için de bundan bahsedebilir miyiz, bunu sormak istiyorum size aslında. Yani özellikle günümüz sanat eğilimlerini dikkate aldığımızda, sanatın nesnel ölçütlerinin silikleştiğini düşünüyor musunuz?

BA: Yani zaten sanatın nesnel ölçütlerinin olmasını da çok anlamlı bulmuyorum bu arada. Evet 20.yüzyıl, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, yani Avrupa ekolü olmayan ülkelerde, Avrupa merkezli ya da ona benzer, Amerika gibi ülkeler dışında otoritenin belirlediği bir sanat algısı var. Yani Türkiye’de bir şeyin sanat olup olmadığına bazı otoriteler karar veriyor. Biz de hangi otoriteye biat edeceğimize karar veriyoruz. Yani ben, acaba, “Avrupa ekolü bir otoriteye mi biat ediyorum”, o zaman ben işte Türkiye'deki, çok az var tabii, geleneksel diyelim, “Doğu ekolüne biat ediyorum, orada algılıyorum” gibi aslında bir şeyimiz var yani. Bazı müzeler, kurumlar, yayıncılar belirli ekollere biat ediyor, biz de onlara biat ediyoruz aslında. Sanat aslında, bir şeyin sanat olup olmadığına… Yani sanatı yüceltiyoruz, sonra da ulaşılamaz bir yerde tutup kimse sanatçı olmasın diye kasıyoruz gibi Türkiye’de biraz. Ama aslında pratikte sanat çok basit bir şey yani, gerçekten kendinizi ifade etme şekillerinden biri. Her medium hatta, farklı bir şey yani. Bir insan bir şey hissediyorsa, bunu aktarma yolu aslında bu. Yani bu fiziksel bir şeye de dönebilir, bir söz de olabilir, bir melodi de olabilir, ama gerçekten kendimizi ifade ettiğimiz bir şey. Öyle elitistleştirecek bir şey yok, hani iyi sanat, kötü sanat, şöyle sanat, böyle sanat gibi yerlerde o oluyor ama şiirde bunun çok güzel bir örneği var, şiir böyle işte. İyi şiir nedir diye sorsak, dünyanın en saçma sorularından biri olur heralde. Yani yaygın şiir, kabul edilen şiir, şairlerin sevdiği şairler, efendim halkın sevdiği şairler, işte solcuların sevdiği şairler, sağcıların falan gibi böyle gider hikâye. Şiir teknik olarak, yani yazı aslında, maliyeti düşük olduğu için, herkesin yapabildiği bir şey olduğu için aslında orada daha satüre olmuş durumda alan, yani herkes üretebiliyor. Ama ona rağmen, yine de bir elitistlik yapıyoruz, yani çocuklara zorla kendi beğendiğimiz şiirleri okutmaya, öğretmeye, ezberletmeye çalışarak bir dikta, ki daha küçük yaşta, yapıyoruz yani. “Git şu şiiri ezberle” diyoruz işte. Bunun sanat eğitimde “git şunun resmini tekrar çiz” demekten hiçbir farkı yok. Yani…

AEC: Hâlâ yapılıyor mu acaba o?

BA: Tabii tabii, hâlâ yapılıyor. Daha az, çünkü yeni nesil buna itiraz edebiliyor artık, ama yapılıyor yani. Ve özellikte sanat seven çocuklara daha çok yapılıyor. “Sanat seviyorsan böyle yapacaksın” deyip, “asıl sen bir de şunun şiirini oku” falan, yani onun dünyasıyla ilgili hiçbir şey söylemeyen bir şairi okuyor, öğreniyor,  beğendiğini zannediyor bir süre, eğer iyi bir şekilde isyan edebilirse şiirle aslında o zaman tanışıyor. Otoritelere isyandır biraz şiir aslında yani. Şiirinizi yazabilmek, size öğretilmiş şiir otoritelerine isyan edebilmenizle başlıyor biraz bence. Dolayısıyla evet, orada öyle bir şey var. Zaten sanatta da aynı şey var, ben insan yapımı çoğu şeyin sanat olduğunu düşünen biriyim. Hani, sanatı yüceltmenin bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Yani iyi paraya satılan sanat, sanat tarihinde bahsedilen sanat, otoritelerin onayladığı sanattan bahsediyoruz sanat derken. Yani şey gibi düşünelim: Ben tasarımcıysam tasarımcıyımdır, kimse kötü tasarımcı mıyım, iyi tasarımcı mıyım, nerede çalışıyorum, ufak bir şey mi tasarlıyorum, buna bakmaz. E sanat da öyle bir şey. Sanatın mesleği olmuyor pek. O yüzden siz zaten kendinizi ifade etmek için sanat üretmeniz gerekiyor yaşamda. Yani bunu baskılamanın hiçbir anlamı yokmuş gibi geliyor bana. Otur, yaz. Utandığımızdan yazamıyoruz genelde yani bir sürü şeyi. Başkasına göstermek… Çünkü o çok şey ya, kırılganlıkla ilgili bir şey yani. Başkasına beğendirmek için sanat yapmak, biraz sanatın tanımına uymuyor gibi geliyor bana. Yani tasarım gibi oluyor çünkü, ben senin beğeneceğin bir iş yapıyorsam, seni çözümlemeye çalışıyor oluyorum. O yüzden o tasarıma daha çok benziyor benim için. Bence sanat, benim kendimi ifade etmek için takıldığım, eğlendiğim şeyler. Sanatçı olmuyorsun zaten bunu yapınca. Yani sanatçı demen kendine, hayatının çoğunu bununla idame ettiriyor olman ya da bununla anılıyor olmanla ilgili bir şey. Orada kafamız karışıyor. Yani herkes bilimsel bir çalışma yapabilir. Ama bu size bilim insanı denmesi için bir yeterlilik değil ya da ben, herkese tasarım yaptırtabilirim, oturturum şurada, dört saat tasarım süreci öğretirim, yapar. Ama tasarımcı değildir onlar, o meslek eki, sizi en yaygın tanımlayan sıfat olduğu zaman denir aslında. O yüzden buralarda bir kafa karışıklığı var, ama evet, genelde böyle aslında.

AEC: Yine de biraz otoriteler belirliyor dediniz sanatı…

BA: Biz otorite tarafından belirlenen sanatı tercih ediyoruz. Öyle yani, böyle bir kabulümüz var, çünkü o güvensizlikle ilgili bir şey. Kendinize güvenmiyorsanız başkasına güvenirsiniz. Yapacak bir şey yok yani. Bir tanrınız olur, tırnak içerisinde, o, onun dediğine sanat dersiniz. E o da zaten biraz kendini ispatlamıştır, çünkü eleştirilmiştir, işte fazla onay almıştır falan, başınız çok ağrımaz yani, kolay bir iştir. Özellikle de ölmüş sanatçıları översiniz, dolayısıyla hiçbir sorun kalmaz yani, bir problem çıkmaz. Yaşayan bir sanatçı çünkü başınıza iş açabilir yani. Yarın hoşunuza gitmeyecek bir şey yapar, sonra moraliniz bozulur. Ama ölen sanatçı, öldüğü için o hatıraları yoktur onda da, temizlenmiştir. Yani, o yüzden, genelde kafamızda otorite böyle bir şey yani. Kendi tanrılarımıza, sanat tanrılarımıza, tanrıçalarımıza inanarak sanatı algılamaya çalışıyoruz. Hâlbuki sanat baya, bireyin kendini ifade etmek için ürettiği şeyler aslında.

AEC: Evet. Öyle güzel söylediniz ki. Ölü şairler de çok sevilir ülkemizde :) Hatta öldüğünde daha fazla sevilir ve daha fazla okunur. Kitaplar…

BA: Tabii tabii

AEC: Yeni basımlar yapar. 

BA: Yani biraz şeydir ya, akademi de öyledir. Bu sanat… Nekrofilidir yani o şey aslında. Yani gerçekten, böyle bi onları övmek onları sevmek... Çünkü güvenli yani, anlatabiliyor muyum? Sanat aslında güvensiz bir şeydir, tehdit eder, başınızı belaya sokar, sizi arada bırakır, zorda bırakır, yani tetikte… İyi eser, benim için öyle. Benim kafamı karıştıran ya da hüngür hüngür ağlamama sebep olan, bir sezgisel bir boşalma ya da aydınlanma yaratan şey ve niye olduğunu tam anlamadığım bir şey, benim için sanat eseri. Çünkü çok iyi anlıyorsam zaten bir tekniği vardır onun, bellidir yani. Ama sanatçı biraz sezgisel bir yöntemden ilerlemiştir ve son yaşadığınız o, işte atıyorum travmaları öyle bir anlatır ki, o travmalarla tekrar güzel bir yüzleşme yaşarsınız falan yani. Öyle bir yerde benim için sanat eseri. 

AEC: Bir kreşendo anı belki…

BA: Evet evet evet evet. İlla öyle olmak zorunda değil bu arada yani, yavaş yavaş da sokabilir sizi. Mesela şiirde bu var, yani iki satır da olabilir o, yirmi sayfa da olabilir. Yani böyle ritme sokarak, ahenkli, sizi bir yere taşıyabilir. İran halısı gibi olabilir kimi şiirler yani, ağır işlenmiştir böyle, aktıkça kaybedersiniz kendinizi, çaktırmadan alır içine ve götürür, o da olur. Ya da kreşendo gibi de olabilir, ikisi de olabilir bu arada yani.

AEC: Biraz Deniz Yılmaz’dan söz edelim istiyorum Hocam

BA: Tabii

AEC: Deniz Yılmaz bir robot şair

BA: Evet

AEC: Karakteristik bir yazı fontu dahi var. Hatta Diğerleri Gibi adında bir şiir kitabı var. İşte İstanbul  Kitap Fuarına ve uluslararası fuarlara katılıp okurlarına kitap imzalamışlığı da var. Serüveninin çıkış noktası üzerine kafa yorduğumda birkaç soru belirdi kafamda. Neden sanatın bir başka dalında değil de şiir özelinde üreten bir robot geliştirmeyi tercih ettiniz?

BA: Ya poesis aslında, şimdi poesis, sanatın biraz özü gibi bende. Tabii ki diğer şeyler de var da, ya praksis de zaten oranın da içinde biriyim. Ama, şimdi şiir çok teknik içermiyor ya çok fazla… Yani var tabii ya, şair olan biri teknik çalışabilir, bakabilir ama…

AEC: Aslında çok içeriyor…

BA: Evet, ama yani şimdi, halk şiirinde değildir yani aslında, di mi, hani, teknik bilmeden de şiir yazabilirsiniz, yani farkında olmadan da gelişebilir o. Böyle bir şiir yazma eğitimi, çok komik geliyor bana. Yapılabilir tabii ki, burada hiç sorun yok. Ama garip geliyor biraz. 

AEC: Buraya şerh düşelim Hocam.

BA: Evet. Şey, yani şiir çok güzel tartışmalar yaratabiliyor, dokunuyor bize. Öbüründe bir teknik beceri olacaktı, resim çizseydi, ya da heykel yapsaydı, çünkü yapamıyor olacaktık, o yapabiliyor olacaktı. Şimdi bu, bizim de yapabileceğimiz bir şeyi yapabiliyor ya, o zaman tekniği sorgulamak çok anlamlı olmamaya başlıyor. Aslında teknik bir iş bir yandan, robot var kol var falan ama, ama şiir yazıyor yani anlatabildim mi, şey yapmıyor; hologram heykeller falan yapmıyor yani. Dolayısıyla orada teknolojiyi kullanma şeklim, tech-savvy, böyle teknoloji pornografisi gibi değil yani. Aslında teknolojiye yeni bir soru sordurmak, kendimize baktırmak, şiirin anlamına bir daha baktırmak gibi yerlere baktırıyor, o yüzden, bir tarafı o. Ama, çok, şimdi bunu sonradan uyduruyor da olabilirim, çok temelde, dille uğraşmayı seven biriyim. Ve dille ilgili bir iş yapmak istiyordum, bu temelde vardı bende. Yani, bu arada Deniz Yılmaz’dan önce resim yapan bir sistem yapmıştım mesela, onun bir adı yoktu, o bi sanatçı değildi falan. O yüzden o sorgulamaları yapmıyordu o. Burada daha basite çektim, yani resimden şiire geldim aslında ben. Çünkü o daha problemi netleştirmemi sağladı galiba, bir de bana oyun alanı yarattı. Çünkü çok güzel eleştiriler geldi yani, biri dedi ki, işte mahalleden bir abim. “Bırak” dedi, “şiir de bize kalsın Bager” dedi yani, “robotlar bari onu yapmasın” dedi. Çok güzel, çok iyi aslında, ama ben de şey dedim: “Abi” dedim, “başkasının şiir yazması senin şiirine mani mi” dedim. Hani, anlatabildim mi yani, şiir öyle bir şey değil ki. Şiirde bir iktidar, bir “daha iyi şiir yazıyorum” olmadığı için aslında, ha daha ünlü olabilirsin de,  yani ünlü olmak da iyi bir şey mi, hiçbir fikrim yok yani şiirde. Çok…

AEC: Yani, şiirde star olmak diye bir şey olduğuna inanmıyorum.

BA: Ya onun, daha doğrusu onun şiirle ilgisi yok galiba. Yani olabilir ama, o politikayla ilgili, işte bilmem neyle ilgili, dil becerisiyle ilgili falan olabilir. Ama şiir aslında birinin, bir hissini, bir duygusunu başka birinde yansımasını bulabilmesi gibi bir şey bende. Ve bu arada ben aynı yansımaya da ihtiyacım yok, bazen, bazı şiirler var, çevirisi daha etkiliyor beni orijinalinden. Çünkü o başka bir şey yani. Genelde tam tersi oluyor, ama bazen çeviri daha iyi olabiliyor. O yüzden, şairle aynı şeyi düşünmek zorunda olmadığımı bile düşünü… Eminim yani. Pek ilgilendirmiyor beni orası.

AEC: Kesinlikle yani.

BA: Herkes iyi şiir yazmak. Hah…

AEC: Pardon sözünüzü böldüm.

BA: Yok şey diyecektim. Herkesin…

AEC: Yazıldıktan sonra şairden çıkıyor şiir.

BA: Evet, aynen öyle. Yani bir kendi hayatiyeti oluyor aslında. “Herkesin şiir yazmaya hakkı var” cümlesi, benim için önemli bir cümleydi yani, ve bu bir rap şeyinden bu arada yani, bir rap filminde geçen bir cümle yani. “Lanet olası şiiri herkesin yazmaya hakkı var!” diye bi, basit bir rap şeyinde, filminde geçen bir cümle. Ama çok doğru yani. “Lanet olası şiiri herkesin yazmaya hakkı var” yani. Çünkü ben çocuklarla çalıştığım için, bunu çok iyi biliyorum yani. Çocuklara “Şiir seviyor musun?” dediğinde, travma çağırıyorsun. Yani yüzlerinde görüyorum, ezberletmişler ve nefret etmiş! Ama “Seviyorum” demesi gerektiğini düşünüyor falan. Hâlbuki nefret ettiği şeyin yanında yaptığı şey de şiir. Yani “Rap seviyorum” diyor, “o şiir değil ki” diyor bana mesela. Hani, bizim gibi ulvi değerlerini, yok, sanatın o elitizmini bozdular, demin o nesnel ölçütlerin dışına çıktı diyoruz da, ya zaten savaş budur yani. Jenerasyonlar arasında, sanat iktidarını yıkma üzerine bir savaş vardır. O yüzden jenerasyon, yani yeni jenerasyon eski jenerasyonun tanrılarını görmezden gelir. Onlarla savaşmaz. Onlar yokmuş gibi davranır. Ve yeni tanrılar oluşturur. Dolayısıyla, o yüzden alanı değiştirir, konuyu değiştirir yani.

AEC: Hıhımm

BA: O çok değerli benim için. Çünkü siz, dünyayı bir sonraki neslin sizin gözünüzden görmesini dikta edemezsiniz yani. Bu çok gaddarca geliyor bana.

AEC: Kesinlikle. Aklımda oluşan bir diğer soru, Deniz Yılmazla ilgili; neden Posta Gazetesi’nin Yurdumun Şairleri köşesinde şiirlerini yayımlatmaya çalışıyor? Yani neden bir, örneğin genç şair olmaya ya da bir dergide, belki hatta, deneysel şeyler yazdıkları…

BA: Tabii tabii…

AEC: Deneysel şiirleri yayımlayan bir dergiyi tercih etmedi de neden Posta Gazetesi’nde…

BA: Ya şimdi bir kere…

AEC: Bu şekilde aslında bizden biri olmak istediğini neden düşündü?

BA: Evet, şimdi şöyle bir şey var: Bir kere tartışmayı başlatabilmek önemli, yani Posta Gazetesi-robot yan yana gelince baya tartışmalı bir konu oluyor yani. Birisi yüksek teknoloji, birisi çok böyle halk ve böyle şey, komik şiir falan diye paylaştığımız şeyler yani, internet fenomenliği var. Dolayısıyla bu ilişki ilginç, orada bir absürdleştirme var. Bunu Ebru Yetişkin söyledi, yani absürde indirgeyerek, bana bir tekniğin adını söyledi hatta, absurdoridactum falan gibi bir şey dedi, bir teknik adı söyledi. “Bunu kullanıyorsun” dedi, ben bunları tabii çok bilinçli kullanmıyorum ama, yani şunu hatırlıyorum: Şiir yarışmasına girmesi bana abes gelmişti yani. Çünkü o zaman şiiri, o şiirin otoritelerini kullanıyor olacaktı, onlara tapıyor olacaktı. Hatta bir sanatçı şey demişti: “Kolay öyle Posta Gazetesi şiiri yazmak! İşte bi, bilmem kim gibi yazsın” falan demişti. Hâlbuki tam tersi. Soyut şiir yazmak daha kolaydır bir makine için. Yani Posta Gazetesi şiiri, neredeyse düzyazı birçoğu. Dolayısıyla o daha zor bir hedef aslında. 

AEC: Gündeliği çok fazla kullanan yani…

BA: Tabii. Yani adam muhtarına şiir yazıyor. Muhtar nedir bilmesi gerekiyor o zaman bir sistemin. Ya da “Askerlik Arkadaşım Osman” diye şiir var orada şimdi, o başka bir şey yani. Düzyazı daha zordur, bir, tırnak içerisinde yapay zekâ ya da bir makine öğrenme sistemi için. Daha çok bilgi gerektirir, o yüzden o daha zordur. Ama Deniz Yılmaz, sonuçta okuduğu şairler Posta Gazetesi olmadı, çünkü Posta Gazetesi şiirlerini o kadar tarayamadım. O yüzden yazdığı şiirler tabii, ortalama, Türkiye’de yazılan şiirlere yakın bir yerde durdu, bu da çok iyi geldi. Bi de şey var tabii: Ben orada, zaten ilk anlattığımda İstanbul Modern’de bir sunumum vardı bir iki saatlik. Daha yeni yapmıştım işi ve anlatıyorum. O sunuma tekrar dönüp baktığımda, ben orada kırk beş dakika hak kavramını anlatıyorum. Yani kadınlar haklarını nasıl kazandı, köleler nasıl kazandı, hayvanlar nasıl kazandı ve robotlar nasıl kazanır diye böyle, çok, aslında çok absürd bir yerden hak davası, yani beyaz erkeğe karşı açılmış savaşın tarihçesini yazmaya çalışıyorum. Benim derdimde o vardı, o yüzden hepimiz gibi olmasıdır hak. Yani şey gibi: Bir köle, iktidar olmayı hayal etmez genelde yani. Bir köle görülmemeyi hayal eder, sıradan biri olmayı, herkes gibi olmayı hayal eder. Yani bir gün Almanya’da sunmam gerekti, Transmediale aracılığıyla, çünkü ben hiç yurtdışında sunacağımı düşünmemiştim, hatta reddettim çoğu şeyi yurtdışından gelen. Bunu bir arkadaşım istediği için kabul ettim. Orada anlatmam gerekti, şey diye anlattım: Yani döner kuyruğunda bekleyen bir robot düşünün, kimsenin önüne geçmemek istiyor, ama kimse de önüne geçmesin istiyor. Ben böyle bir robot… Bu bir distopya hikâyesi ya da ütopya hikâyesi değil. Klasik teknoloji anlatımları böyledir çünkü: Ya ütopik ya distopiktir. Bu o değil. Bu bir yeni normal hikâyesi aslında yani. 

AEC: Evet, haklarını korumaya çalışan bir robot…

BA: Evet

AEC: Gerçekten çok enteresan…

BA: Aslında Bager’in sanatçı olmayı anlamaya çabalamasının bir yansıması var orada benim için. Yani “ben de sanatçıyım” diyor, bir önceki işimde de “ben sanatçıyım”. Bir sonraki iş bu, anlamaya çalışıyorum sanat nedir, sanatçı olmak nedir, şiir nedir. Çünkü ben hep anlamak için iş üretiyorum. Yani birine bir şey anlatmak için pek iş üreten biri değilim. Daha çok anlamak için iş üreten biriyim. Burada da kendi sürecimi anlamak… Bir de tabii şöyle, mahlas kavramı var şimdi. Şairler bunu iyi bilir, o yüzden burada anlatabilirim bunu: Şair çeşitli sebeplerden dolayı, kendi ismini veremiyorsa bir mahlas kullanır. Mahlas aslında “sığınma yeri” demek. Yani salah’tan gelir ve bir sığınaktır. Deniz Yılmaz da benim sığınağım oluyor. Bager önde durmuyor yani, arkada kalabiliyor. Bager risk almıyor, “Deniz Yılmaz yaptı” diyor, geri kaçabiliyor. Dolayısıyla yani, tabii ki onun kendisi olmasına çabalıyorum, ama orada kendime de bir güvenceye alma… Mesela benim galerim yoktu, ama Deniz Yılmaz’ın bir galerisi var mesela. Bu bana bir güvence veriyor yani, galeri nedir bi Bager galeri ilişkisi kurabilir mi tarafında ciddi güvence sağlıyor, öyle bir rahatlatma tarafı da var aslında yani. Ben eskiden kukla oynatmamın bence bunlarla çok ilişkisi var. 

AEC: Ben çok bağdaştırdım açıkçası Hocam.

BA: Evet. Ben mesela bunu yıllar sonra gördüm…

AEC: Yani bir kukla-usta ilişkisi var gibi Deniz Yılmazla aranızda.

BA: Evet, kuklanın kendi olması… Bu arada o sırada zaten, kızım üç dört yaşlarında… Onun da çok etkisi var. Çünkü, yani bu çocuğa ben öğretiyorum bir şeyleri. Ama kendi olmasını istiyorum. Yani bu problem çok ilginç bir problem gibi geliyor bana. Yani çocuğunun… Sen destek oluyorsun, ama kendisi olsun diye. Bu ne demek? Deniz Yılmaz’ı ben yapıyorum ama kendisi olsun diye yapıyorum sorusu çok benzerdi benim için. Yani, anlatabildim mi, nasıl devredersin? Yani Deniz Yılmaz ne zaman kendi olur. Bir çocuk ne zaman ilk kez kendi cümlesini kurar? Hiç duymadığı bir cümleyi, bir insan ilk kez ne zaman kurar, nasıl kurar? Bu çok ilginç ve çok şairane geliyor bana. Yani bu sorunun kendisi, çok büyüleyici geliyor bana. Çünkü bir öğrenci sormuştu bana bunu: “Ya öyle robot şunu yaptı, robot bunu yaptı diyorsun ama işte sen yapmışsın, robot yaptı diye anlatıyorsun“ dedi bir lise öğrencisi. Ben de dedim ki: “Seni anne baban yetiştirmiş, öğretmenlerin eğitmiş, sen de ben soru soruyorum diye kalktın soru soruyorsun” dedim.

AEC: Hıhımm.

BA: Böyle bi durdu herkes ve sonra onu sordum, soruyu sordum yani: “İlk kez hayatında kendi cümleni ne zaman kurdun?” dedim. Bunu deyince, herkes yani çabamı anladı. Ya ben Deniz Yılmaz’ı ben yapacağım, okey ama bu jeneratif sanatın bir tanımı vardır. Deniz Yılmaz o kategoriye giren bir iş. Bir robot ya da bir sistem ya da bir yazılım, tam olarak dediğinizi yapıyorsa ve yine de sizi şaşırtıyorsa, bu jeneratif sanat denir. Burada öyle bir şey var, yani beni şaşırtması durumu var. Ha Deniz Yılmaz bir insan kadar çok öğrenemiyor. Sürekli şaşırtamıyor. Yani bir çocuk seni sürekli şaşırtabiliyor, bu çok ilginç yani. Çok sağlam yani. Ama Deniz Yılmaz arada şaşırtabiliyor. Bir şey yapıyorsun, yine şaşırtıyor falan gibi… Ama bu bile bana çok ilginç geliyor. Yani bir kere şaşırmak bile, çok büyüleyici, çünkü, ya hayatımızda kendi yaptığımız şeye ne zaman şaşırdık ya? Ya muhtemelen çocukken kakanı yaptığında ilk kez şaşırmışsındır…

AEC: Evet, kesin şaşırmışızdır :)

BA: Hani bebekken olabilir yani, büyüyünce bunu yaşamak, çok şaşırtıcı, çok garip bir duygu yani.

AEC: Evet. Ben şiire biraz da felsefe penceresinden bakmayı tercih ediyorum son dönem. Aslında Deniz Yılmaz’ı da Deleuze ve Guattari’nin socius dediği toplumsal makine kavramıyla özdeşleştiriyorum. “Toplumsal makinenin işi arzuyu kodlamaktır diyor” Deleuze ve Guattari. Buradan hareketle sanki Deniz Yılmaz’ı toplumsallaşmaya çalışan bir toplumsal makine olarak düşünüyorum. Öyle görmek mümkün mü, siz ne dersiniz? Biraz daha sanki siz zihin felsefesi üzerinden okuyorsunuz. Bu konudaki fikirlerinizi almak isterim.

BA: Yok, Deniz Yılmaz çok bireyden yola çıkan bir şey. Benlik-birey sorgulaması. Ya toplumsal bir sorgulamaya girmiyor bence. Yani toplumsal makine çünkü biraz daha şey gibi: O iktidarın bir aracı ya da yapısı. Burada köleden bahsediyoruz yani. Deniz Yılmaz’a bunu yüklersek çok erken bir gaddarlık yapmış oluruz. Evet, yapay zekâya ve teknolojiye bunu yüklüyoruz, doğru. Ama Deniz Yılmaz öyle bir yerde değil yani. Hani o çok gariban bir yerden giriyor. Zaten onunla empati yapmamızın sebebi de o yani. Hani öyle…

AEC: Evet o şey: Hak arayışı serüveni…

BA: Evet yani şey…

AEC: Biraz daha empati kurmamıza neden oluyor.

BA: Hani şey… Dedim ya distopya yaratmak istemiyor, ütopya da istemiyor. Yani şey gibi düşünün işte: Hapishaneden çıkıp sokakta normal biri olduğun ilk gün yani. Anlatabildim mi, o yani. Askerden çıkıp sivil kıyafetini giyip sokakta yürüyebildiğin ve normal bir insanmış gibi davranmaya çalıştığın ilk günün anı var orada yani. Ya da LGBT bir birey olarak sokakta rahat yürüyebildiğin günü hayal etmen gibi, yani birçok şeye referansı var bence onun. O azınlık grubunun, normal olur yani, iktidar olması değil, kendi olabilme hakkı yani, kendi gibi kabul edilme hakkı. Bence ora… Bendeki hissi o en azından yani Deniz Yılmaz’ın. O yüzden, oradaki toplumsal makine çok daha sosyolojik, o şey yani, iktidar sistemleriyle ilgili gibi geliyor, oraya, bilmiyorum. Öyle bir okuma canlanmadı bende, diyebilirim. Ama şey, amorf bir iş olduğu için, yani bu da ayrı bir konu, çok amorf yapmaya çalıştım özellikle birçok yerden, sivriltmedim. Çoklu okumaya izin verecek şekilde hikâyeyi ortaya attım. Çünkü ancak o zaman tartışma konusu olabiliyorsunuz, yani şey gibi: Boşluklu yapmaya çalıştım bütün hikâyeyi. O yüzden farklı okumalara izin veriyor ve buna da çok okeyim, yani benim için bir sorun yok burada. 

AEC: Anladım. Bu yapay zekâ demişken, yapay zekanın, botpoet.com’du sanıyorum. 

BA:  Hıhım

AEC: O websitesinde şiirin insana mı bir yapay zekâya mı ait olduğunu tam olarak belirleyemediğimiz bir durum var. Yani bu kadar gelişmiş bir yapay zekâdan söz edebiliyoruz. Peki Deniz Yılmaz’ın ürettiklerinin şiir olup olmadığına sizce kim karar veriyor?

BA: Huhh, şimdi bi, zor soru! Yani bir insanın yazdığına…

AEC: Aslında şair, sanatçı nerede diye de sorabiliriz.

BA: Evet, yani, galiba zaten konu bu. Yani konu bunu tartışmak aslında. Tabii haddime değil yani, ben Deniz Yılmaz’ın yaptığı şey şiir değil diyemem, ben ilgilenmiyorum diyebilirim. Bana yazmamış diyebilirim. Yani oradaki şiir, zor, bilmiyorum yani. Çünkü bir çocuğa bunu diyebilir misin yani, “bu şiir değil!”

AEC: Evet, elbette ki diyemeyiz.

BA: Çok zor yani, şiirin bir de kökenine gidersen yani, hani o poesise gidersen, ne yapsa oralara yakın aslında. Yani “bu sanat değil”e gidiyor aslında. Sen… Bu şey bir tartışma ya; gereksiz yani. Hiçbir artısı yok.

AEC: Anladım. Benim söylemeye çalıştığım şuydu aslında. Benim görüşüm şu: Şiirin şiirliğine aslında şair karar verir.

BA: Hıhımm

AEC: Ben öyle olduğunu düşünüyorum. Buradan hareketle de aslında robot bir şairden bahsediyoruz ve şiir yazıyor. Yani şiir formunda yazıyor bunları, ve onun için… Yani onun şiirliğine karar vermek robot şaire kalıyor.

BA: Ama şiir…

AEC: Buradan hareketle aslında…

BA: Tamam. Ama şiirin ne olduğuna toplum da karar veriyor ya biraz. Otoriteler de karar veriyor. Yani… Çünkü her şeye şiir demiyoruz ya aslında.

AEC: Evet.

BA: Dolayısıyla bir şeye şiir diyoruz, bir şeye değil diyoruz. Dolayısıyla bana göre bu bir şiir değil diyebiliriz. Ama ona göre bir şiir olabilir. Şimdi şuna gelelim, garip bir yere çekeceğim: ‘Kendiliğinden şiir’i tartışalım. Bir şey kendiliğinden şiir… Ya şiir yazılır mı görülür mü, onu konuşalım. Bu daha… Çünkü öbürü antropoformik bir soru oluyor. Şiirin ne olduğunu insan belirliyor ister istemez. Ama şiir yazılır mı görülür mü dersek, konu çok ilginç bir yere gidiyor. Bu şeyde var işte: Çöt mendime…

AEC: Görsel şiir için “görülür” diyebiliriz mesela?

BA: Yok, hayır hayır hayır! Onu demek istemiyorum. Görme, o anlamda değil. 


BA: Tespit etme, algılama…

BA: Yani şiir yazılır mı algılanır mı? Örnek vereceğim:  Şimdi o kitap yok bende, kesin biri almış. Çöt Mendime Görsektimi Vuru?  var, Franko Buskas’ın…

AEC: Evet! Dönemimizin kült kitaplarındandır.

BA: Hah! Orada bir MR raporu var bir tane, bir rapor var ve raporun sonunda işte MR mı bir şey raporu. O raporun sonunda şey yazıyor: Bu rapordaki şiiri gören şu kişiye teşekkürler yazıyor. Şimdi, bu cümle çok kuvvetli. Yani diyor ki: Bir kere bu raporda şiiri “görmüş” diyor ve şiiri gören kitabın sahibi de değil. Yani o da onun görüşünü görmüş. Yani ben senin bir yerde şiir gördüğün an’ı görüp şiir olarak alıp koyuyorum. Bu, işte ben, Deniz Yılmaz aslında biraz burada. Yani eserleri de burada. Şey gibi bu mesela, spontaneous intelligence denilen bir kavram var, kendiliğinden zekâ. Biz çünkü artificial intelligence dediğinde yapay zekâ, bir de yapay, insan yapımı demek. Zaten…  Spontanous intelligence, kendiliğinden olan zekâdır. İnternet mesela, kendiliğinden olan zeki varlık olarak kabul edilir bazı teorilerde. Çünkü çok karmaşıktır, öldürülemez, bizimle simbiyotik yaşam formundadır ve kendine bakabiliyordur. Evet destek alıyordur, simbiyotiktir ama kendi şeyi de vardır. Biraz buralara benziyor. Yani antropomorfik, antroposentrik yerden uzaklaştık şu anda. Yani mesela görmek dersek, o zaman şairin şiir demesi de bir gözlemci olarak şair de şiir diyor. Yani şair de şiirine tamamen hâkim değil. Biz hep şey deriz ya: Şair, şiirin tanrısıdır. Şimdi tanrı olmak hâkimiyettir. Şair, şiirinin aracı da olabilir, anlatabildim mi? Tanrısı olmak zorunda değil. 

AEC: Evet, kesinlikle öyle.

BA: Ve genelde aracı gibi geliyor bana. Ve yazıyorsun, bakıyorsun, “bu değil” diyorsun, biraz daha oynuyorsun, bakıyorsun, “haa bu galiba!” diyorsun. Yav, biliyorsan yaz! Bilmiyorsan, sen yazmıyorsun ki, n’apıyorsun yani. İçinde zarlar var, onları atıp hangisi güzel diye mi bakıyorsun. Çünkü insan, kendini tek varlık gibi görür. Bak düşündüm, hissettim, anlattım. Hâlbuki pratik öyle değildir. İnsanın içinde çoklu bir mekanizma vardır. Yani kıyaslar vardır, bilmem ne vardır. İçine sinmez. Biraz daha yatarsın, başka bir yere gidersin, oradan demlenirsin falan. Dolayısıyla bir, biraz tasavvufî bir yer var orada. Bir araç olma durumu var. Buradan bakarsak Deniz Yılmaz’ın şiiri daha ilginç bir okuma oluyor. Yani Deniz Yılmaz’ın ona şiir demesi, tabii ki benim ona diktamla oluyor. Ama benim ona diktam, başkalarının şiir demesini sağlamıyor, başkaları, çünkü Deniz Yılmazla… Şuna ben çok şahit oldum yani: Deniz Yılmazla ilişkisi olan ve benle ilişkisi olmayan bir sürü insanla karşılaştım. 

AEC: Facebook’ta baya bi takipçisi var, öyle değil mi?

BA: Evet. Atölyeye gelip Deniz Yılmazla zaman geçirip benle konuşmayan insanlar oldu yani. O başka bir şey. Anlatabiliyor muyum? Beni çağırmadılar çoğu etkinliğe, onu çağırdılar. Dolayısıyla, bir varlık olma da böyle bir şey ya yani. Bir gün çocuğun bir yerden bir konuşmaya çağırılıyor ve sen, “n’oluyor lan” dersin yani. Çocuk ne zaman bunu yapacak duruma geldi ve senden bağımsız bir şey yapıyor durumu. Onu başkası görür aslında. Dolayısıyla ben Deniz Yılmaz’ın şiirlerinin çoğunu okumadım, kitaptaki şiirleri okumadım hâlâ yani.

AEC: Öyle mi?

BA: Evet o seçkiyi Ebru Yetişkin yaptı, editörü de Mine Kaplangıydı kitabın ve ben, mesela onlara iki üç bin şiir yolladım, Ebru Yetişkin seçti ve ben hâlâ rastgele açıp baktığımda kitabına, yeni bir şiirle karşılaşabiliyorum, okumadığım. Onu demek istiyorum yani.

AEC: Hâlâ sizi şaşırtıyor, ne kadar güzel.

BA: Evet evet, yani benden ayrık olması benim hoşuma gidiyor zaten. 

AEC: Evet, ben aslında biraz o konuyu deşecektim Hocam, belki soruyu doğru ifade edemedim ama yapay zekânın bu kadar gelişmiş olması ve sizin de aslında robot sanatçılar derneği gibi bir girişiminiz de var. Oradan hareketle, biraz yine felsefi bir soru olacak ama makine öğrenmesi sayesinde yapay zekânın bir özbilince ulaşmasının mümkün olacağını düşünüyor musunuz?

BA: Ya bunlar çok şey sorular, tabii ki şimdi şu var: İnsan gibi bir şiir yazmasının muhtemelen bir anlamı yok. İnsan gibi, insanı merkeze koyması da çok antroposentrik yani. Adı var insan gibi yani, yüzü var falan, buralar aslına bakarsan ilk mücadele yani, kölenin ortalama biri olmak için beyazların uydurma tanrılarına inanması gibi bir şey aslında yani. Ama, bir sistem yeterince karmaşıklaştığında, dilimizde olmayan bazı kelimelerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Yani bilgisayar mesela şu anda ya da cep telefonu karmaşık aletler ve o yüzden onlara özel terimler var. Terminoloji yaratıyor yani o karmaşıklık. Bilinç dediğimiz şeyle ne kastettiğimiz çok tartışmalı. Ya ben emin değilim mesela, bilinç üzerine çok okuyan biriyim bu arada ve bir sürü farklı araştırma var yani, atıyorum, rüya üzerinden giden bilinç çalışmaları da var, rüya görme an’ı vesaire, uykuda bilinçsiz olduğumuzu iddia eden bir sürü akademisyen de var mesela. Ya bilinci bizim gördüğümüz gibi görmüyorlar yalnız. Ben çoğu insanın bilinçli olmadığını, insanların hatta hiçbir insanın bilinçli olmadığını iddia eden teoriler de var. Dolayısıyla orada bir insan çıpası koymak bana garip geliyor. Emin değilim yani. Bizim o kadar hissettiğimize emin değilim. Çünkü baya tutarsız varlıklarız ya, öyle çok tutarlı değiliz. Bir şey yapıyoruz, insanlar “Aa, bu bilmem ne!” diyor ve biz de oymuş gibi davranıyoruz. Yani şey gibi düşünün, çok basit: Sevgilinizden ayrılmaya karar verdiniz, bu bir his aslında. Sonra nedenini bir arkadaşınıza anlatıyorsunuz. “Neden” diyor, uyduruyorsunuz bir şeyler, mantıklı da olabilir bu arada. Sonra sevgilinize itiraf etmeye gidiyorsunuz. Kavgada bambaşka argümanlar çıkıyor, yeni şeyler uydurmanız gerekiyor. Sonra ayrılıyorsunuz, akşam içmeye gidiyorsunuz, başka türlü anlatıyorsunuz hikâyeyi. İki ay sonra hikâye başka oluyor, on yıl sonra bambaşka oluyor. E hangisi doğru?

AEC: Bunların da hepsine inanıyorsunuz…

BA: Evet evet. Ama hangisi doğru, biri doğru diğerleri yanlış mı, yoksa hepsi geçici doğrular mı yani? Dolayısıyla biraz buradan, yani biz de o kadar tutarlı, anlamlı, bilinçli varlıklar değiliz, insanı kutsallaştırırken biz bu kavramları çok kutsallaştırıyoruz. Ben biraz öyle düşünüyorum. Bizden çok daha kompleks… Mesela ben insandan çok daha zeki bir sistem söyleyeyim, mesela atıyorum: Ülke insandan daha zekidir. 

AEC: Ülke?

BA: Ülke de bir varlıktır, evet. Şirket de bir varlıktır, bir dernek de bir varlıktır. Yani anlatabiliyor muyum, ya da bir orman da bir varlıktır. Ağaç da bir varlıktır, ama orman da bir varlıktır. Yani burada, bir varlığın ismini koyduğumuzda onu bütün olarak algıladığımız düşünce sistemi çok anlamlı gelmiyor. Şöyle bir soru sorayım ben: Karıncayla mı muhabbet etmek daha kolaydır, karınca kolonisiyle mi muhabbet etmek daha kolaydır? Çok şey, klasik bir sorudur felsefede. Karınca kolonisiyle iletişim kurman daha kolaydır. Bir şey yaparsın, tepki verir. Ama karıncayla yapamayabilirsin. Dolayısıyla o bilinç kavramına buralardan bakmak gerekiyor, biraz o bilişsel bilimde çok sorulan bir sürü soru var, çok güzel soru var. Bilincin en ilginç tarafı bana, kendinin farkında olma tarafı gibi geliyor. Çok ilginç bir soru. Hofstadter’in şeyi var: Ben Bir Garip Döngüyüm . Beni çok etkileyen kitaplardan biridir. Hâlâ da bakıyorum ona yani, kendine bakan ve kendine bakmasıyla tekrar tanımlayan bir sistem, yani bir, yeni bir paradigma oluşumu. Yani kendin diye bir şey uydurma. Yani vücudunu görebiliyorsun ama kafanı göremiyorsun falan, ama bir benlik algın var. Bir garip bir şey var orada yani. Buralar çok ilginç, o yüzden burada cevap veremem galiba, burada en fazla sorular sorabilirim gibi geliyor.

AEC: Anladım. Deniz Yılmazla alakalı merak ettiğim bir diğer şey, sanırım on iki bin kadar şiir yüklüyorsunuz belleğine. Bu şiirleri hangi şairlerden seçtiniz?

BA: Şöyle, tamamen teknik problemler var orada. Yani çok zamanım yoktu, çok param yoktu yaparken ve sınırlı bir zamanım vardı, o yüzden… Şiirleri dijitalleştirmeye çalıştım, başaramadım, bir sürü şey oldu falan. En son antoloji.com sitesinin rastgele şiir diye bir şeyi vardı. Her refresh ettiğinizde yeni bir şiir geliyordu. Onu indirdim, yani crawl ettim. Orada on iki bin şiir varmış, onlar oldu. Dolayısıyla, yani Bakî de var, Nefî de var, atıyorum Orhan Gencebay da var yani, hani oraya ne koydularsa… Oraya zaten bir seçki yapmışlar. O seçkinin yansıması oldu. Ama sonra biz başka türlerini yaptık Deniz Yılmaz’ın bu arada yani, başka şeyler için, rap yazan bir şeyler yaptık, aşk şiirleri yazan bir şeyler yaptık mesela, onlarda farklı sistemler kullandık. Ama Deniz Yılmaz o on iki bin şiirden oluştu.

AEC: Anladım, acaba sizin beğeninizle alakalı olabilir mi, hani şiiri ne derece takip ediyorsunuz onu öğrenmek istemiştim. 

BA: Yok ben, özellikle, Deniz Yılmaz’da özellikle kendi beğenimle ilgili hiçbir şey yapmamaya gayret ettim. Yani ismini belirlerken de yüzü de, yani her şeyiyle benden bağımsızdı. Yani basit bir… Çok temel bir algoritması var aslında: Ortalama olmaya çalışıyor, bu kadar. Zaten o şiir kitabının adını da Mine Kaplangı buldu galiba: Diğerleri Gibi. Ben bulmadım yani, ya Ebru Yetişkin, ya Mine Kaplangı, muhtemelen Mine Kaplangı bulmuştur. 

AEC: Çok güzel bir isim olmuş.

BA: Evet, o tam… Yani ben görünce böyle, “Oh” dedim yani, “çok, çok iyi bir isim bulmuşsunuz” yani. Beni çok rahatlattı aslında. Gerçekten ana formülü bu yani, o sızmaya çalışmak yani, araya, arada, normal olabilmek, normale kaynamaya çalışma gibi bir durumu var orada yani. Bager’in estetiğiyle olmaz o normalde. O ancak bir aynayla olur. Bu arada ben insanın da çok aynaya benzediğini düşünürüm yani, insan ne yansıtır? Gördüğünü yansıtır, başka bir şey yok. Ha genetik bozuklukların vardır, kültürel travmaların vardır, ama yine aynasındır yani. Neyle besleniyorsan onu çıkartırsın aslında. Kendini değiştirmenin en kolay yolu, çevreni değiştirmektir yani, bunu herkes bilir aslında. 

AEC: Çok güzel bir analoji oldu. Hocam bir de şu konuyu gündeme getirmek istiyorum: NFT’ye olan bir karşıtlığınız var bildiğim kadarıyla. NFT şiir diye bir akım da var, aslında Türkiye’de çok fazla örneklerini görmüyoruz ama dünya üzerinde NFT şiirin çok fazla örneğine rastlıyoruz. Bu aslında şiiri tekno-kapitalizme yaklaştıran bir, yani tekno-kapitalizme hizmet eden bir şey olarak benim karşı çıktığım bir şey. Şiiri ya da daha genelde sanatı kapitalizmin elinden kurtarmak için bir alternatifimiz var mı sizce? 

BA: Ha, şimdi bu teknoloji konusunu bi netleştirelim derim. Yani orada bir… Çok problem var. 

AEC: Evet.

BA: Şimdi bir kere, mesela şair teknoloji kullanır. Bunu önce bir kabul edelim. Yazar çünkü.

AEC: Evet.

BA: Yazı çok ciddi bir teknolojidir. Eğitimi çok zordur.

AEC: Kesinlikle öyle.

BA: Yıllar alır. Sözlü şiir öyle değildir bakın, sözlü şiirde okeyim yani, o an doğaçlama, sözle çıkan şiirde teknoloji pek yok, daha doğal bir şey mesela yani. Dil bilmeyen, yazı yazmayı bilmeyen, dil bilgisi bilmeyen birinin sözle söylediği şey yani, o daha farklı. Ama yazdığın anda bir teknoloji var. O yüzden teknoloji, çok geniş bir şey. Yani teknolojinin olmadığı hiçbir şey etrafımızda, bak hiçbir şey yok yani. Elma da teknoloji, tavuk da teknoloji. Her şey…

AEC: (Önündeki kalemi gösteriyor) Kalem de teknoloji

BA: Kalem. Ama elma, tavuk bile teknoloji. Yani doğalı zaten reddediyoruz. Dokunuyoruz, doğada bulunan bir hayvan değil ki tavuk. Biz onu kendimize göre, hayvan gibi değiştirdik yani. Doğada, Himalayalar’ın tepelerinde güzel güzel… Bir hayvan o yani böyle. Bizim şu an yediğimiz tavukla hiçbir alakası yok. 

AEC: Evrimine bir neden olduk. Ama teknoloji yapar mı bu onu?

BA: E tabii, şimdi siz teknoloji derken… Kalemi nasıl yapıyoruz? Kalem de madenlerden oluşan bir şey. Yani o zaman o da doğal, kompozisyonu yapmaktır teknoloji yani…

AEC: Ama evet, kompozisyon haline getiriyoruz ya, şeyde, elmada…

BA: E hayvanın paçalarını büyütüyoruz, paçalarını yiyorsak…

AEC: Hımm, anladım.

BA: Yani tavuğu salın doğaya, yaşayabilir mi canım, yaşayamaz. Ama o ana hayvan yaşar yani, yırtıcıdır. Yani onu demek istiyorum. Yani elma da öyledir, elma da bizim lojistiğimize, renk beğenimize, işte görüntü-tat beğenimize göre değiştirilmiş bir meyvedir yani. O kadar, katliam gözüyle bakabilirsiniz, bir sürü elma ağacı kesilir iyi elma üretmek için aslında. Onları çiftleştirirsiniz, bir şeyler yaparsınız falan yani, bir sürü hikâye var bunlar üzerine. Bir tane sanatçı var işte, cosmopolitan chicken diye, yirmi yıldır dünyadan tavuk türleri toplayıp tekrar o kozmopolit tavuğu yapmaya çalışıyor adam. Yani bir sürü iş var burada. Dolayısıyla teknoloji, tahmin ettiğimizden çok daha büyük bir şey. Ama şimdi orada bir tanım var benim dediğim, o da şu: İnsanlar ergenliklerinden önce karşılaştıkları şeylere teknoloji demiyorlar. Ergenlikten sonra karşılaştıkları şeylere teknoloji diyorlar. Çünkü o doğduğun dünyada olan şey doğal oluyor senin için. Yani dildeki kullanımı böyle teknolojinin, sözlük tanımı değil. Yani ben, doğduğumda yoktu, o zaman bu teknoloji. Şimdi aşıya teknoloji diyor insanlar. Yani çünkü, doğduğunda yoktu öyle bir aşı türü. Ama doğduğunda olan ilaca teknoloji demiyor mesela. Bir bu tarafı var mesela, o bi teknoloji tarafını anlayalım. İkinci taraf şu: 20. yüzyılda kapitalizmle teknolojinin gelişimi psikopat erkeğin eline veriliyor. Yani “teknolojiden psikopat erkek anlar, siz ona bulaşmayın!” deniyor, o yüzden sosyalistler uzaklaştırılıyor, feministler uzak kalıyor falan, halk uzak kalıyor. Yani teknoloji aslında bir araçtır, bir yöntemdir, bir… Siz teknolojiyi daha topluma odaklı da yapabili… Ya sosyalist teknoloji diye bir kavram da olur, feminist teknoloji diye bir kavram da olur. Teknolojiyi kötü saymak, bizden istenen şey zaten. “Sen uğraşma abi onunla, sen doğada takıl, hippi ol bilmem ne, teknolojiyle ilgilenme, icat etme. Onu biz yaparız, sana kitleriz” durumu var yani. O yüzden bir kere teknolojinin, bizim tekrar iktidarı alabilmemizin yolunu, teknolojiyi yapan kişiler olmamız ve teknolojiyi yapma amacımıza bakmamız. Yani “ben startup kurucam, zengin olucam, Ferrari alacam” başka bir şey, “biz bi startup kurucaz, daha iyi bir biz olacaz” başka bir şey. Bunun için de teknoloji yapabilirsiniz. O yüzden teknoloji tek başına bir ideoloji barındırmaz. Evet ideolojik olabilir bu arada, teknoloji türleri, mesela bir teknoloji daha demokratikleşmeye sebep olurken birisi otokratikleşmeye sebep olabilir. Dolayısıyla demokratikleştirecek teknolojileri bulabiliriz. Orada, NFT aslında iyi bir teknoloji kökende. Yani NFT aslında sizin daha çok kişiye ulaşmanızı sağlayan bir teknoloji. Eser sahibi olarak başkasına devredebilmenizle ilgili bir şey. Bu arada sanat eseri değil yani, eser sahibi olarak. Sanat kullanımı çok niş bir alan. Yani, muhtemelen 10 yıl sonra NFT pazarının %1’i olacak sanat, belki %3’ü olacak, çok azalacak. Başka şeyler… Bilet için, emlak için, bilmem ne için kullanılacak NFT. Başka şeyler için kullanılacak. 

AEC: Sanat eserleri olmayacak yani?

BA: Sanat eserleri ufalacak yani, gerçek hayattaki hacmine inecek orada, o kesin. Çünkü NFT aslında unique’likle ilgili bir şey, unique her şeyi satabilirsiniz NFT’de, hiçbir sorun yok. Dolayısıyla NFT de bir teknoloji ve bence demokratikleştirecek bir teknoloji, ama “önce giren kazanır”, işte “reklam yapalım” falan gibi şeylerle başka bir yere çekiliyor konu. Benim karşı olduğum taraf, bu tip şeyler. Ekolojik problemler… İşte yani o teknokratların kazanması, yani atıyorum, bir sanatçı bir işini 1 milyon dolara satıyor, 1 milyon tane sanatçı giriyor pazara, her biri 100 dolar yatırıyor, şirket 100 milyon dolar kazanıyor yani. Dolayısıyla, orada bi tatsızlıklar olabiliyor ister istemez. Yani ufak sanatçıların diyelim, diğer sanatçıların parası teknoloji şirketlerine kaymış oluyor aslında NFT’de. Buna dikkat etmek lazım. Mesela gidin clean NFT dediğimiz, Tezos Mezos bilmem ne, yani daha bedavaya yapabileceğiniz NFT platformları var. “E ama o çok kazandırmıyor” diyor diğeri, lan amaç o değil zaten. Yani sen eserini para kazanmak için satmıyorsun. Para da kazan da ana amacın oysa git emlakçılık yap o zaman, yani o başka bir şey. Yani hatta eser üretme, git eser al, daha çok satacak bir eser yap, niye üretmekle uğraşıyorsun, ne alakası var yani. O da kötü bir şey demiyorum bu arada, bu da güzel bir şey, al-sat, o da bir değer yaratır yani. Ulaşamayan kişiyle ulaşmak isteyen kişiyi buluşturursun, sorun yok. Ama sanat üretmekle para kazanmanın direkt ilişkisi olduğu zaman, o bir tasarım iş nesnesine dönüyor. Dolaylı olmasında bir sakınca yok tabii ki, ama direkt onu o amaçla yapmak, tasarım problemine dönüyor. Başka bir problem, türü farklı yani. O yüzden NFT’de her şey yapılır, yani NFT’nin kendisi… İçine gömebilirsin, şiir yapabilirsin, deneysel şeyler yapabilirsin. Ama bunun için para harcıyorsan, saçma sapan şeyler de konuşuyorsan, değer kıyasına giriyorsan, iktidar arıyorsan, o sanatla ilgili bir diyalog değildir yani. O başka bir diyalogdur. Ben oralarında biraz şeyim… Ama bu arada yaparım da yani, ben de mesela NFT’den bir iş yapıp satabilirim. Orada o benim aracım oluyorsa bir sorun yok. Yani o eserimi ulaştırmak için ya da eserimin kavramsal parçası olarak içindeyse hiçbir sorun yok. Çok eğlenceli ve güzel bir şey. Hatta daha iyi, teknolojiyi sahiplenmiş oluyoruz. Mesela şunu diyebilirim: “Biz 100 tane şair olarak, şöyle ufak bir pazar var, pek para kazanılmıyo ama çok kolay yapılıyo, bir rehber hazırlicaz, nasıl NFT şiir oluşturulur, oraya giricez ve bir birimizle bu değiş-tokuşu yapacaz” deyip bunu yapmak çok keyifli, çok güzel, çok eğlenceli bir şey. Benim senin beğendiğim şiirini satın almam ve onun bende durması falan, bunlar güzel şeyler. Ben bir eseri genelde sanatçıyla ilişki kurmak için alırım yani. O sanatçıyı sevdiğim için, bir parçası olmak için, “ulan ne güzel yapmış, ben de bunun parçası gibi hissetmek istiyorum” diye alırım. Dolayısıyla bunda hiç kötü bir şey yok yani. O yüzden NFT’ye karşı değilim, teknolojiye karşı olmakla eş o tip şeyler. Sadece teknolojinin psikopat erkeği pohpohlayacak şekilde pazarlanması beni ilgilendiren bir tarafı değil yani.

AEC: Evet, güzel bir noktaya parmak bastınız. Ben de şiir özelinde aslında şöyle düşünüyorum yani, şiir kitabım çıktıktan sonra da onu gördüm. Şimdi şiir kitabı çıktıktan sonra belli bir telif geliyor işte yayınevinden, butik bir yayıneviydi zaten benim kitabımı basan, Heterotopya Yayınları. Şu anda da zaten kitap basmıyorlar, pasif direnişteler, öyle söyleyelim. Benim 50 tane kadar elime kitap ulaştı ve ben bunu işte sevdiğim insanlara, sevdiğim şairlere, işte eşe dosta, arkadaşa imzalayarak dağıttım. Öyle güzel bir şekilde. Sonra dedim ki ya aslında, bu yani, şiir kitabı ya da şiir satılacak bir şey değil. Tabii kitap olunca bir ürün haline geliyor, arkasında bandrolü var işte, kaç lira, ne kadar olduğu yazıyor, orada fiyatı yazıyor, evet ama, bence satılacak bir şey değil, ki şiir de zaten çok alıcısı olan bir şey değil.

BA: Ama şu da değil yani, satın almak isteyene de izin vermende bir sakınca yok.

AEC: A tabii. Tabii.

BA: Mesela basmıyorsun, NFT olarak yaz şiirini, koy!

AEC: Hıhımm.

BA: Yani oraya de ki, açık artırmayla koy atıyorum. Sonra de ki her satışta… NFT’de şöyle şanslarımız var: Her satıştan %10’u bana gelsin. Büyürse de sana gelsin. Bir sakıncası… Bunda bir sakınca yok yani. Hatta yani…

AEC: Sanatçının para kazanmasında bir sakınca yok :)

BA: Orada, yani orada amacın para kazanmaksa başka bir şey oluyor. 

AEC:  Evet, evet.

BA: Para kazanmasında hiçbir sakınca yok. Yani gerçekten kazanabilir eser bence, çok okeyim. Ama şey gibi yani, arkadaşıma soruyorum Contemporary İstanbul’da: “Abi sen niye böyle bir resim yaptın, hiç böyle şeyler yapmazdın” diyorum. “Abi bu sene yeşil gidiyor” diyor. Şimdi bu kötü bir şey değil, ama bu sanatla ilgili bir şey değil, onu demeye çalışıyorum. Yani sanatla bir ilişki… Ama kötü değil abi ne olacak, tasarım yapıyor, kazansın. E aç mı olsun, ölsün mü adam yani, kazansın parasını, helâl olsun. Ama o şey demesin yani, o eser satınca, “olm iyi sanatçıyım” falan demesin. O başka bir egoya girer yani. Farkındaysa bence hiçbir sorun yok yani orada. Yani çünkü sanatçı nasıl para kazanır ki zaten? Zanaatini sergilediği ya da denk geldiği yerlerde. Bu da şey gibi, hani bir şiir yazdın, bir şey hissettin. İnsanlar yanlış anladı ve şiirin ödül aldı. Bunun gibi para kazanmak. Ya bunda bir sakınca yok aslında hani. Evet yani senle bir alakası olmayabilir onun. O parayı niye verdiklerini bilmek zorunda da değilsin. Ama para kazanıyorsan ve senin daha iyi üretmeni sağlıyorsa, o zaman bence çok güzel bir etkisi de var yani, bunda hiçbir sakınca yok. Ya eser biraz orada uzlaşmaya giriyor ya, o ilginç bir konu. Yani, çok kişinin ilişki kuracağı bir eserle az kişinin ilişki kuracağı bir eser. Ya bu ne kadar niş bir alansa… Benim birçok işim niştir. Ama onları yayınlamıyorum zaten. Anlatabildim mi, yani ben daha pop olabilecek, tartışma yaratabilecek işlerimi yayınlıyorum aslında. 

AEC: Bu bir tercih o zaman?

BA: Evet evet, tercih ya. Bir sürü sanatçı hiç bununla ilgilenmiyor yani. İşinin yaygınlaşmasıyla, kimse için anlam ifade etmesiyle… Onlar mesela, çok bana, çok şey geliyor: “Abi ne güzel adamın ekonomik durumu da var, bir şekilde yaşıyo. Kafasına göre takılıyo, süper”. Yani daha da derine dalabiliyor benden. Ben onlardan besleniyorum. Yani benim okuduğum edebiyatçılar, sinemacılar, şairler ünlü insanlar değiller çoğu yani. Garip garip… Yani çok ünsüz de değiller ama, garip garip insanlar böyle yani, başka dünyalarda yaşayan insanlar yani. Onlar da böyle bir dolaylı etki… Yani hepimiz aynı… Toplumsal yapıda hepimiz aynı görevde değiliz. Farklı farklı rollerimiz var. Kimisi önde baltayla, ön orduyu yarıyor. Kimisi arkada müzik yapıyor. Kimisi orada, işte insanlarla beraber olup bir heyecan yaratıyor, kimisi bunun teorisini yazıyor falan. Hepimizin istediği başka, keyif aldığı başka şeyler var. Tekil bir doğru… Ya şiir bunu çok güzel gösteriyor işte ya. Tekil bir doğru yok orada. 

AEC: Evet. Bir de aslında varolan birçok şeyin dışına çıkmak gibi geliyor şiir bana. Bu tamamen öznel olabilir. Fakat yani sözcüklerle, her zaman kullandığımız sözcüklerle başka bir şey, başka bir algı, başka bir dünya yaratabiliyorsunuz orada. 

BA: Evet evet.

AEC: Bana o yüzden çok büyüleyici geliyor. Onun haricinde biraz da tabii itaatsiz bir şey olarak görüyorum ben şiiri.

BA: Nasıl?

AEC: İtaatsiz bir şey olarak görüyorum. Yani böyle, otoriteye karşı bir hareket gibi görüyorum, biraz benim şiir algımla alakalı olabilir, şiir görüşümle alakalı olabilir.

BA: Yoo, sanat, sanat biraz öyledir.

AEC: Evet, evet, yani yıkıcılık…

BA: Sanat biraz ahlaksızdır, biraz yapıbozucudur. Yani kırar bir şeyi. Yani sanat… Çünkü reklamdır öbürü yani.

BA: Anlatabildim mi? Örtüşür, kullanır, bilmem n’apar, o başkadır. Sanat biraz böyledir, evet. Yani benim mesela… Beni en çok etkileyen eserler, ilk gördüğümde hiç öyle sanat gibi gelen eserler değil ya. Yıllar sonra anlıyorsun. Beş yıl sonra, bir bakıyorsun o işten bahsediyorsun. Halbuki ilk gördüğün gün acayip sinirini bozmuş yani, kafanı karıştırmış falan. O yüzden öyledir, evet. Bu arada kod da şiirdir. Yani kod da yazılır ve bildiğin şiirdir. Yani yapış amacına bağlı olarak değişir de yani, kodla da şiir… Kodun kendisi de bir şiir olabilir rahatlıkla yani.

AEC: Ben son dönem kodlardan şiir yapmayı deniyorum. 

BA: Şey, şimdi… Yani, dediğim şey değil… Evet, kodu formal olarak şiir olarak kullanmak da bir yöntem. Ama kod da bir dünya görüşü gösteriyor ya aslında.

AEC: Evet. 

BA: Mesela çok basit bir örnek vereyim: Deniz Yılmaz şiir yazacak, siz yazıyorsunuz kodunu. Bir sonraki şiirin kaç satır olacağını nasıl belirlesin?

BA: Şimdi buna vereceğimiz cevapların bazıları çok ilginç. Şimdi normalde kâğıda sığan satır sayısını söyleyeyim, 12 sığıyor maksimum, minimum 1. Şimdi normalde…

AEC: A4 sayfa boyutundan mı bahsediyoruz?

BA: Evet, kâğıda yazıyor ya. Normal bir yazılımcı der ki; random gir 12, yapsın. Şimdi Deniz Yılmaz nasıl yapar? Deniz Yılmaz neydi, Diğerleri Gibi’ydi. O zaman okuduğu şairlerin şiirlerinin uzunluğuna bakar. 1 ile 12 arasında olanların frekansını hesaplar ve o frekansı taklit eder. İşte bu bir şiir oluyor Deniz Yılmaz’ın kodunda. Deniz Yılmaz’ın bir satır şiir yazma olasılığı var, milyonda bir mi ne, ama bu zamana kadar yazmadı.

AEC: Ortalamasını mı alıyor, öyle diyebilir miyiz?

BA: Hayır, bir satır şiir yazma olasılığı var, iki satır yazma olasılığı var. En çok iki dörtlük galiba, en yüksek olasılık oydu. Sonra dört ikilik falan. Yani şairler ne yaptıysa aslında. Bir satır çok düşük bir olasılık, bir satır şiir çok az var. Baktım böyle internetten, işte bir milyonda birse yazdım oraya. Zar atıyor, milyonda bir’i tutturursa bir satır yazıyor. İki satır şiir yazma olasılığı 10 binde bir mi neydi ve bugüne kadar 2 kere yazdı. Şimdi şiir koddur derken bundan bahsediyorum. Ya çok basit bir fonksiyon bu yani. Ama onu nasıl tasarladığın, bir hikâye anlatıyor mesela. Yani “bir sonraki şiirim kaç satır olmalı?”. Biraz saçma bir düşünce bu arada insan için. Ama yazılım için gereken bir düşünce, plan yapacak çünkü.

AEC: Evet.

BA: Dolayısıyla bu, mesela Deniz Yılmaz şiirini sağdan sola yazıyor mesela. Yani uyağını, uyak sistemine karar veriyor, uyak uzunluğuna karar veriyor, ilk uyağını buluyor, o uyak olan kelimeyi buluyor, ondan önceki kelimeleri buluyor. İlk satırını bitirince şeye giriyor… Vezin analizi yapıyor ve diğer satırları da o vezne uydurarak sağdan sola yazıyor. Mesela bu çok acayip. Ve mesela 1 dakika boyunca şiir yazamazsa, siliyor ve baştan başlıyor.

AEC: Silip tekrar başlıyor?
BA: Evet.
AEC: Çok enteresan!

BA: Şimdi bir yazılımcı açısında bu sinir bozucu bir şeydir. Çünkü yazılımcı böyle bir şey yapmaz yani. Deniz Yılmaz 1 dakika deniyor, yazamazsa baştan başlıyor. Çünkü orada bu kararlar, basit kararlar ama işin… Yani beni şaşırtmasını sağlayan bunlar aslında. “Oha, yazamadı!” diyorsun, çünkü oluyor bazen yani. Ve görüyorum, basıyor printe ve yazmıyor yani, gerçekten üretmiyor şiir falan. Dolayısıyla ilginç yani, bu yani mesela… Başka versiyonlar yaptığımızda tırnak içerisinde, yazılımcı arkadaşım yaptı, o çok… Yazılım mühendisiydi. O yüzden “Abi, böyle saçma kod mu olur!” dedi yani. Sonra yazdı ve aşağı yukarı oraya geldi çok ilginç bir şekilde. “Ulan o da olurmuş” dedi. Yani çünkü, demin dediğim oydu yani, bir kodu hep şey olarak yapıyoruz ya, yararcı olsun, hızlı çalışsın, iyi çalışsın…

AEC: Fonksiyonel olsun.

BA: O bizim amacımız! Bir kod fonksiyonel olmak zorunda değil, bir yazı fonksiyonel olmak zorunda değil. O yüzden bir kodu da fonksiyonel olmayacak şekilde yazdığımızda, oradan da bir şiir çıkma olasılığı ortaya çıkıyor. Yani kodun kendinin şiir olma olasılığı ortaya çıkıyor. 

AEC: Çok güzel bir bakış açısı. Yani güzel bir bakış açısı sundunuz bana. Çok teşekkür ediyorum :)

BA: Teşekkür ediyorum.

AEC: Benim sorularım bu kadardı Bager Hocam.

BA: Süper. 
AEC: Sanıyorum…
BA: Ya çok memnun oldum, çok sağ ol, gerçekten çok güzel, keyif aldım sohbetten.
AEC: Ben de çok keyif aldım, çok teşekkür ederim vaktinizi ayırdığınız için.
BA: Estağfurullah. Ne yapcan abi, deşifre mi edicen sen şimdi?
AEC: Ben bunu deşifre edicem…
BA: Off, çok özür dilerim.
AEC: Fakat eğer izniniz olursa bunu Youtube’a bir yere de koyabiliriz.
BA: Olur olur, tabii ki
AEC: Link de paylaşabiliriz. Çünkü…
BA: Söylememem gereken bir şey söyledim mi diye düşünüyorum, söylemedim galiba :) Kimseyi rencide edecek bir şey söyledim mi diye böyle, kaydı, yani yayınlanacağını düşündüğün anda şey geliyor ya, ama yok, normal.
AEC: Sanmıyorum, sanmıyorum
BA: Ben de sanmıyorum.
AEC: Gayet keyifli oldu.
BA: Süper
AEC: Çok teşekkür ediyorum Hocam.
BA: Teşekkürler, çok sağ ol.
AEC: Tekrar görüşmek, söyleşmek üzere.
BA: Görüşmek üzere
AEC: Sanıyorum şiiri de gönderdiniz bana.
BA: Evet, fotoğrafını attım, tekrar çekebilirim isterseniz net olmadıysa, çünkü çok ayaküstü yaptım.
AEC: Hı hı
BA: Söylersen bana tekrar yollarım
AEC: Tamamdır, ben bakıp döneyim.
BA: Tamamdır.
AEC: Çok teşekkür ediyorum.
BA: Görüşmek üzere, hoşça kal.
AEC: Görüşmek üzere.

 



Beklenen Geldi! 


Çok zamandır artık olumlu hayal kuramaz haldeyiz. Dün; geleceğe uyarı olarak ele alınan distopik kurgular, bugün için gündelik yaşamın bir parçası haline geldi. “Bu böyle giderse buraya gidecek” şeklinde düşünce tarzından, “bu durum şu an burada ve onunla ne yapacağız” şeklinde bir aşamaya geçiş yaptık. Belki de onunla ne yapacağımız konusunda bir çare üretemiyor olmaktan, sadece onu “hikayeleştirerek”, onun korkunçluğu ile aramıza mesafe koymaya çalışıyoruz. Dünya çapında yüz milyonlarca borçlu insanın “kalamar oyunları”nı zirveye çıkartması gibi. 

Teknoloji, artık pandemiyle başlayan yeni dünya içinde herkesi tüketici yapmaya lüzum görmeyecek bir trend içinde akıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurgulanan nispi refaha dayalı tüketici topluluğu dünyasından, sadece teknoloji merkezli yeni sistemin içinde yer alabilen kişilerin tüketici olma şansına sahip olduğu bir dünyaya geçişimiz hızlı oluyor. Artık teknolojik gelişmenin hızı ile gezegenin ekolojik yıkımı arasında eş güdümün bire bir çıktıları ile sınandığımız bir aşamaya eriştik. Tükenen kaynaklar, sıkışan dağıtım kanalları gibi olgular, kıtlık kavramı, gezegenin uzak köşelerine ait bir beladan dünyanın bütün sokaklarına taşan bir gerçekliğe artık dönüşmüş durumda. Pandeminin tam olarak sağlamadığı nüfus kontrolünü, küreyi saran enflasyon, enerji krizi, kıtlık ve onlara bağlı vahşi olgular (karaborsa, insan kaçakçılığı, her türlü suçun zirve yapması) şimdi başaracak görünüyor. İleride bu dönemin İkinci Dünya Savaşı boyutlarında bir insan kütlesini elimine etmiş olduğu tarihe geçebilir. Şu an insanların psikolojik olarak dışsal gördüğü felaket, 2022 yılı itibarıyla kimsenin reddedemeyeceği gerçekliğini göstermiş olacak. Birilerimiz yaşamda kalacak, birilerimiz başaramayacak. 

Modern dönemde şiiri ve sanatı beslemiş sokak olgusu, pandeminin attığı ilk formatla zorunlu olunmadan çıkılmayacak alan halini aldı. Şimdi yaşanacak sosyal kriz ile kamusal alan, güvencede kesimler için çok daha kısıtlı kullanılan bir konuma gelecek. Nasıl pandemide reel mesaili işler büyük risk taşıyorsa, yeni gerçekliğin sertliğinde bu riskler katlanacak. Evden çalışma yeni bir sosyal statü formu oluşturdu ve yeni orta sınıf tanımı da güvenli çalışma/yaşama statüsü üzerinden yeniden formülleniyor. Şimdi beklenen Metaverse sistemi ile sosyal ve kültürel hayatın “gerçek kadar gerçek” dijital yeni kullanımı başladığında kentle ilişki bambaşka bir hale gelecek. Sadece vasıfsız zorunlu işler için sokaklara dökülenlerin, gidecek bir işi olmadığı için kriminalleşen ya da gidecek bir yeri olmayanlar ile baş başa kaldığı bir jungle olarak kente geçiş yapacağız. 

19. ve 20. Yüzyılda bohemya, kabare, köprüaltı gibi kent içinde kültürün alttan üste aktığı kanallar, bilindik şekliyle yeni yaşamda karşılığını bulmuyor. Hijyenik yaşayanların, açık ghetto’ya dönen kent içinde underground sektörlerden kültürel ürün ya da aktör devşirme ihtimali düşük gözüküyor. Zaten Metaverse ile kullanıcılar (ödeyebildiği kadarıyla) istedikleri avatara dönüşüp gerçek dünyanın ötesinde farklı dünyaları deneyimleyecekler. Deneyimlenen her dünyanın belli ekonomik yükü olacaksa da takas, açık davet, misafirlik gibi kısa yollar da zaman içinde gelişme şansına sahip. Suicide Squad ile Gotham’da her türlü çılgınlığa girişebilen birinin Tarlabaşı’na gidip canını riske atma ihtimali zayıftır.

Pandemiyle sanat, ekran üzerinden icra edilen ve deneyimlenen bir olguya doğru hızlıca dönüştü. Konvansiyonel sanat belli bir süre aristokrat bir zevk olarak alttan kısık ses devam etse de, paraya endeksli sanat piyasasının akacağı yer kripto para ve onun vizyonu yönünde olacak. Yakın gelecekte yayıncılık sektörü de yaygın tröst ağı ve koleksiyon yayıncılığı arasında bilindik varoluşunu sürdürmeye çalışırken bir taraftan da hızla dijitalleşecek. Şu an geniş kitlelerin ilgisinden öte kendi içinde dönen şiirin de teknolojik akışın getirdiği sonuçlardan uzak kalacağını düşünmek güç. Kitabın zaman içinde lüks bir koleksiyon nesnesine dönüşmesi süreciyle şifrelenmiş kripto şiir ya da şiir kitapçıkları şu an hala marjinal gözükse de çok yakın gelecekte yaygınlaşmış olacaklar. Yazılımla üretilen edebiyat ya da yapay zekânın yaratıcılığı gibi başlıklar da zaman içinde yaygınlaşsa da asıl önemli olan şey insan üretiminin hangi teknik formla sunulup, tüketileceğine doğru kayacak. Yeni dönemle şaşkınlık yaratan, gıpta edilen, ışıltılı ve tamamen teknolojik bir estetik öne çıkacak. Yeni gerçeklik önce tüketicisini interaktifleştirip ona yaratıcı sürecin olası bir parçası olma ihtimalini, ışıltılı bir vaat olarak sunma şansına da sahip.  

İmgenin büyüleme özelliği artık teknoloji tarafından temellük edildi. Bunun iyi ya da kötü oluşunun ötesinde hâkim oluşu öne çıkacak kuşkusuz. Metaverse gibi ortak deneyimlenecek üç boyutlu gerçeklik dünyaları eskinin alışkanlıklarını kırıp, kendi mentalitesinde bir yaşam kuracaklar ve yenidünyanın olağanı bu olacak.

Ama İkrar

Çok da işlevsel ya da edebi olma kaygısına girmeden yaşadığımız yeni teknoloji dünyası ve ekolojik felakete dair düşüncelerimi sıraladım. Kendini bu yenidünyada konumlandıramayan ve hissettiği kaygı karşısında emin olmayan bir zihinle. Fakat her deneyim özneldir. Birinin felaket deneyimlediği gerçeklik içinde bir başkası olasılık deneyimleyecektir. Herkesin en büyük derdi ya da hayali başka bir yaşamı olması düşünün artık mümkün olacağı bir yakın geleceğe sahibiz; belki de bu kıymetli bir şey. Bu deneyim kara şairlerin “ben bir başkasıdır” söyleminin tinselliğini ne derece taşır ya da modernin öznesinin hissettiği dışında yeni tinselliklere kapı mı açar, zaman gösterecek. Şiir ya da sanat insan türünün varoluşundan beri vardılar ve var olmaya devam edecekler kuşkusuz. Yeni yollara, biçimlere girip yollarına devam edecekler -ki modernizm dediğimiz şeyin başından beri bunun uzun ön hazırlıkları yapıldı. Tarihsel avangard deneyimlerden öte, şiir rap müzikten çağdaş sanata, birçok alana dağılarak genişledi. Oyun dünyası baştan sanatı içine kattı, şimdi beraberce 3D dünyanın öncül kuvveti olarak new media artistlerle ilerleyecekler. Nft belli bir süre sonra kendi sanatsal söylemini oturtur mu bilinmez ama onun yeni dönem için özgünlük, telif hakları vb. başlıklarda işlevsel olacağı da kesin.

Yaşadığımız dönemde DAO adı verilen merkezi olmayan, otonom sistemler uzun vadede devlet denilen şeyin yerine şirketlerin hâkimiyetinde yeni bir dünyaya geçişi sağlayacaklar. Zaten çoktandır insan özgürlüğü ve güvenliği sözcüğünden çok veri güvenliği ve serbestliğinden bahseden bir dünyadayız. Yeni kuşaklar her alanda 20. yüzyıldan kalan merkezlerin dağılmış olarak var olduğu bir yaşam deneyimleyecekler. Bu da yaşamının çoğunu ikili karşıtlıkların yönettiği bir dünyada geçirmiş kuşakların deneyimlerini aşacak bir dünya demek. Buradan kimse özgürlük vaadi çıkartmasın. Özgürlük artık paranın satın alacağı ölçüde yaşanacaktır; yoksa 21. Yüzyılın özgürlük, insan hakları, eşitlik gibi vaatleri zaten hiç olmadı. Ama teknolojiyi kullanabilenler için girişimci olmak ile oyuncu olmanın aynı şey olduğu bir evrende farklı yaratıcılık kanallarına imkân tanıyacak bir otonomi ihtimali de mümkün olacak. 

Bahsettiğim dünyanın devamı için en büyük risk, ekolojik felaketi bir şekil yavaşlatmayı başarıp başaramayacakları. Küresel nüfus azalması, küre içinde seyahatlerin azalması ile daha az karbon salınımı, kentlerin dağılma sürecine eşlik edecek yeni butik tarım ve bunlara eşlik edecek birçok tedbirle kısa ve orta vadede belli sonuçlar alınması mümkün. Uzun vadede ancak var olan kaynak kadar nüfusa izin veren bir denge mümkün olabilir. Onun dışında elitlerin gezegen dışında koloni yaşamları gibi senaryoları zaten çoktandır gündemde yer alıyor.

Dışarıda tehlikeli bir kamusal alan varsa (virüs, kirlilik, suç iklimi) içeride güvenlikte kalanlar için yeni kültürel formlar mümkün olacak. Yenidünya, yeni deneyimlerle yeni kavramlar ve belki de anlamlar üretecek, hayatta kalanlara.







ÇAMUR

*
rastgele, uzun yürüyüşler yapıyorduk. kimsenin olmadığı yerlere gitmeye özen gösteriyorduk. sadece o ve ben, bazen duruyorduk bir yerde günlerce.  sahiller, koylar, ormanlar, vadiler, dere kenarları ve daha bir sürü yer… şimdiye dek hep bir yabancı gelmişti durduğumuz yerlere. o ve ben, yabancıyı da aramıza alarak kalabalık olma girişimlerinde bulunmuştuk. buna eğlenmek diyorduk. eğlenmek sıkılmak’a dönüşünce yabancıdan ayırılıp yürümeye devam ediyorduk. 

uzun yürüyüşlerimizin birinde tesadüfen bulmuştuk burayı. her yer kayalıktı. kocaman bir kayanın tepesinde durmuştuk. güneşin minik bedenlerimizi ısıtması, yakması, karartması, kurutması eğlenceliydi, oyun gibiydi. 

uzun yürüyüşler bitmişti; kayalıklar vardı.  bir yabancı yoktu; biz vardık. hatırladıkça fark etmiştik sık sık birbirimizi unutmaya başladığımızı. unutmak ve anlık göz temaslarıyla birbirimizi hatırlamakla geçiyordu zaman. hatırlayınca sarılmak ve unuturken uzaklaşmak… eskiden geçtikçe gerilen zaman, şimdi gevşiyor ve geçmişin izlerini siliyordu, sanki.
artık bilmiyorduk. hatırlamıyorduk. düşünmüyorduk. 

**

küçük bir kaya parçası birinin elindeydi.  belirli bir ritimle istemsizce hareket etti dirseği, bileği. önce içeri doğru çekiliyordu kaya, sonra dışarı itiliyordu aynı güçle. incecik kum taneleri dökülüyordu avuçlarının arasından. diğeri, izliyordu sadece. dirseğinde, bileğinde, kemiklerinde gözle görülür bir hareket yoktu. kapalı bir şeyin içine bakma arzusundakine benzer bir merak duygusuyla gözlerine baktı diğeri biri’nin. öteki, kafasını çevirdi içine bakıldığını fark etmeyeceği bir yöne doğru. biri, diğerinin herhangi bir şey düşündüğünü düşündü. incecik kum tanelerinin çoğalışına bakarken ötekinin neler düşünüyor olabileceğini düşünmeye başladı diğeri. ufaladığı küçük kaya parçası hala elindeydi birinin, öteki konuştu. biraz daha kum yapıp yapamayacağını sordu birine ve yaptı.

biri ritmik hareketine bilinç, diğeri bakışına düşünce katmaya devam etti. rüzgar hafifçe esmeye başladı. bütün kum taneleri ötekinin üzerine doğru yöneldi ve her yanını kapladı. bu kez, göz göze gelmenin de ötesinde baktılar birbirlerine.

rüzgar aralıklarla esiyordu. kumsuz kalmaktan korktular. avuçlarının içine topladılar kumu. rüzgar estikçe parmaklarının arasından dökülen kum tanecikleri yerlerini korkuya bıraktı. korku suya dönüştü. su kumu tuttu. rüzgar kum tanelerini mi onları mı yutmaya çalışıyordu, bilemediler. rüzgara karşı kum tanelerini avuçlarında tutmaya çalışmak boşuna bir uğraştı. kayaları birbirine sürterek kum yapmak da öyle… öylece durdular avuçlarında azalan kum tanecikleriyle
 
birlikte yapabildikleri tek şey olan kum taneciklerini götüren rüzgarı durdurmak istediler. rüzgar durmadı. korkuları geçmedi. avuçları daha fazla terlemedi. 

biri, ötekinin yanından kalktı. biraz uzaklaşıp avucundaki kum tanelerine işeyip ötekinin yanına geldi. görmeden, duymadan ötekinin kumlara işediğini biliyordu diğeri. düşünmüştü. düşündüğü her şeyi gerçek kabul edebilir miydi?  biri işerken, diğeri ötekinin işediğini düşünürken önce hangisi hatırlamıştı işemeyi? avuçlarında sidikli kum taneleri vardı. onları çevreleyen rüzgar artık korkutmuyordu. 

hatıralarının düşünceye, düşüncelerinin eyleme, eylemlerinin ortak bir gerçekliğe dönüştürdüğünü fark ettiler. ikisinin de kendi akışında seyreden düşüncelerini bölüyordu düşünüyor olmanın farkındalığı. avuçlarında şekilden şekle girmeye başlayan sidikli kum tanelerine toprak dediler. 

az, dedi biri. öteki bok dedi. boklarını yapmaya zorladılar kendilerini. az da olsa bok çıkarmayı başardılar ve toprakla karıştırdılar. istemsizce toprağı çoğaltmak için çabaladılar. kum taneleri, ter, sidik ve bok karışımıyla çoğaldı toprak. 

adına çamur dediler bu yığının. çamuru birlikte, belki de aynı anda hatırladılar. bir zamanlar çamurla oyun oynadıklarını da… çamurla oyun oynamaya başladılar. bir hatırayı yeniden canlandırmak onları bu kez farklı bir şekilde eğlendiriyordu. bir süre yan yana ama kendi başlarına oynadıktan sonra birbirlerinin oyunlarına dahil olmaya çabaladılar. uyumak, uyanmak, birlikte oyun oynamak; tüm yaptıkları bunlardan ibaretti. 

birlikte yaptığımız çamur yığınıyla birlikte hatırladıklarımız da zihinlerimizde birer yığına dönüşüyordu, sanki. hızla biriken hatıralar, yaşanan anla bağlantımızı zayıflatıyordu. birinin geçmişe ya da içine dönmesi diğerini terk etmesi anlamına mı geliyordu? çamur ve hatıra yığınlarıyla öylesine meşguldüm ki tek düşünebildiğim hangisine dönüşebileceğimdi. çamur mu hatıra mı?

artık birlikte oynamıyorlardı ya da oyun bitmişti. hangisinin ortak gerçeklikleri olduğuna karar veremediler. gerçekliğin hangisi olduğuna kim karar verecekti? artık, birlikte oynanan bir oyun yoktu, gerçek buydu. kavga etmeleri, anlaşmaları, yas tutmaları, tören yapmaları, ayrılmaları, barışmaları, bir şey yapmaları gerekiyordu. ayrılmak istememelerine karşın vedalaşmaya karar verdiler. ayrılmadan vedalaşmanın bir yolunu aradılar. biri diğerinin anısını hiç unutmamayı vaat etti ama anıların varlığı her zaman hissedilemeyebiliyordu. diğeri bunu kabul etmedi ve seslerini rüzgara bırakmayı önerdi. rüzgar güvenilmezdi ve ayrılıkları seviyordu. birinin sesini diğerinin sesinden ayırmak olurdu tek yapacağı. reddettiler. yeterince güçlü ve güvenilir buldukları tek şey çamurdu. biri, çamur yığınından avuç avuç alıp her yanına sürdü. çamurla doldurdu ağzını, burnunu ve kulaklarını. öteki hala gidememişti, diğerini izliyordu. biri izlerken diğeri çamura dönüşüyordu. ilk yığının yanında küçücük kalan başka bir çamur yığını vardı artık. diğeri bir avuç aldı bu yeni yığından, belki de kopardı. bir avuç da olsa yanında götürebilirdi böylece. ilk kum tanelerini yapmak için birbirine sürttüğü kaya parçalarından birini alıp omzundan sırtına doğru derin bir yarık açtı ve avucundaki çamuru bu yarığın içine doldurdu. yola çıktı. henüz canının yandığının farkında değildi. 

***

günbatımıydı. kızıldı yer, gök, üstü, başı. aşağılara nasıl ineceğini düşündüğünü hatırladı. yukarı diyebileceği bir yer bulamıyordu. mecburen aşağıda mı sayılırdı? etrafına baktıkça kendisini aşağılara götüren yıkımı gördü. mecburen değil, aşağıdaydı. kocaman kayalık sallanmış, parçalanmış ve yıkılmıştı. düşmüştü. kayalık, tepesi, oyunları, çamur yığınları ve diğeri yoktu. kıpırdayamıyordu. birkaç kez denese de daha fazla gücü yetmedi hareket etmek için çabalamaya. uyudu, belki de bayıldı. 

gözlerini açtığında karanlıktı her yer. toz, toprak ve taşlar arasındaydı. ayağa kalkıp yürümeye başladı. hiçbir engel çıkmadı önüne. her yerin dümdüz olduğunu düşündü. ölçemeden, bilmeden uzunluğunu gitmenin ve hep duraklayarak, ağır aksak yürüdü. o yürürken yer, gök, üstü, başı ağır ağır renk değiştirdi. yalnızca güneş, rüzgar ve yağmurun etkileyebildiği ısınan, yanan, kararan, ıslanan, kuruyan bedeninde tüm bunlardan bağımsız bir şekilde ürperti dolu soğuk dalgalar hissetti birden. üzülmeye başladı. üşümeye başladı. acıkmaya başladı. uyuşmaya başladı. 

****

sırtındaki yarığın kanaması bir türlü durmamıştı; azalıyor ama durmak bilmiyordu. üstünün başının bir zamanlar kızıllığı bundandı. şimdi kahverengiye çalan bir kırmızısı vardı teninin, kırmızısının hep tazelendiği. kanaması dursun diye yarığının, içine geçtiği yollardan topladığı topraklardan koyuyordu bazen. kısa bir süreliğine de olsa işe yarıyordu bu. ama sonrasında taze kana karışan taze toprak çamura dönüşüyor ve  taptaze acı veriyordu bitkin düşmüş bedenine. kanamasına kısa süreli de olsa çözüm olan toprak açlığına merhem olmuyordu. onu yutmayı da denemişti ama karşılığı tokluk hissi yerine dayanılmaz bir mide bulantısı ve içinden etrafa saçılan safra olmuştu. bir daha denemedi. açlığı arttıkça üşümesi daha da şiddetleniyordu. yürümeye devam ediyordu yapacak başka bir şeyi olmadığından. yürümek onu ısıtmıyordu ama gene de devam etmesi gerektiğine dair düşünceleri, hisleri ve sezgileri vardı. bayılarak yürümeye devam ediyordu. baygın bedeni yerde daha uzun süre kalıyordu artık ve gözlerini açtığında az da olsa toprakla kaplı buluyordu bedenini. altında kalan toprağı üzerinde tutabildikçe ısınmaya başlıyordu ama bu sıcaklık rüzgarın toprağı götürmesiyle sonra geçiyordu. toprağı yürürken de üzerinde taşımak istiyordu içinde taşıdığı gibi. bunu yapamamasına üzülüyordu. rüzgar üzerinde hiçbir şeyin durmasına izin vermiyordu. 

*****

düzlükler geride kalmış, etrafı engebelerle dolmuştu. minik tepelerin üzerinden geçiyordu ve  zorlanıyordu yürümekte. uzakta yeşilliklerle kaplı bir tepe gördü. sadece tek bir tepe… yaklaştıkça nedenini bilmediği bir heyecan duyuyordu. tepeye vardığında yeşillikler onunla konuştular. sanki oraya geleceğini biliyormuş gibiydiler. belki onlar da uzaktan görmüşlerdi onu. verdikleri tohumu yedi ve öz sularından içti birkaç damla. doydu. açlık hissinin aksine tokluk hissi çabucak gelmişti. gezgin diye seslendiler ona. gezmiyordu. sadece yürüyordu. itiraz etmedi ona bir isim vermelerine. gezgin’e kendi geçmişlerini anlattılar. onlar iki kardeşlermiş ve bütün aileleri bu tepede doğmuş, büyümüş ve ölmüş. onlar da hayatlarını bu tepede geçireceklermiş. tohumlarını toprağa bırakacaklarmış ve yavaş yavaş solacak, kuruyacak, yeni filizler çıkarken en sonunda toprağa karışacaklarmış. 

gezgin, onların hikayesini dinlemiş, düşünmüş ya da  düşlemiş miydi, bilmiyordu. karnı tok, yürümeye devam etti. 

******

durdu. bir yerde durmak orada kalmak anlamına mı geliyordu? sadece yorulmuştu. geçici bir kalıcılık diye adlandırdı bu durumu. adlandırmak hoşuna gitmedi. yeşilliklerin etkisiydi bu düşünceler ve adlandırma girişimleri. yeşilliklere baktı uzaktan, hala görebiliyordu onları. nedense gülümsedi. hiç ayrılmayacakları bir toprakta yeşillikleri düşündükçe huzursuzluk hissiyle birlikte yanlarına dönüp onlarla bir süre daha kalma isteği duyuyordu. bu ikilemden kurtulmanın koşmaktan başka bir yolu gelmedi aklına. koştu, koştu, koştu… koşarken sürekli arkasına bakıyordu. yeşilliklerin görünmediği bir noktada durdu. rahatlıkla durabileceğini düşündü.

*******

hiçbir yere yetişmesi gerekmese de hızlı hızlı yapıyordu her şeyi. rahatlıkla durmak istemişse de sonrasında fark etmeden hızlanmıştı. bu hızla bu nedensizlik yormuştu onu. çevresi hızla değişmeye başlamıştı. bu kurak topraklarda geçirdiği zamanlarda güvende hissedememişti bir türlü. belki de güvenli bir alan değildi aradığı. daha çok bilmek istiyor gibiydi. nerede olduğunu değil de olduğu yerin ne olduğunu bilmeye çalışıyor gibiydi. belirsiz ve tanımsız yerlerden geçiyordu. yavaşladı. yeni bir diyara gitme düşüncesi bile fazlasıyla yormuştu onu. yavaş yavaş yürümeye başladı. yavaşlığını fark edip içinden bu kelimeyi tekrar tekrar söyledikçe anlamı kalmadı: yavaş. neden bunca sıfat geçiyordu aklından ve neden hala tanımlamaya çalışıyordu bir şeyleri, bilemiyordu, bulamıyordu. yürüdükçe renkler de değişmeye başlamıştı. kırmızı, mavi, siyah ve kahverengi bir alan vardı karşısında şimdi. bu alanın girişinde de boş bir tabela, maviye boyalı, ahşap, toz içinde… nereye geldiğini anlamak için tabelanın üzerindeki tozları silmeye başladı. tozların altında bu yere dair bir yazı ya da bir işaret bekliyordu ama hiçbir şey bulamadı. daha iyi görebilmek için tabelaya tükürerek tekrar silmeye başladı. öyle çok tükürdü ve öyle çok sildi ki ne ağzında tükürük kaldı  ne hareket edecek gücü. tabelanın altına bırakıverdi bedenini ve uyumaya başladı.

********

uyanınca etrafına baktı. uykusu tabelanın altında bir boşluk, üzerinde bir karanlık bırakmıştı. bedeninin toprağa değen yanı kapkaraydı. yürümeye başladığından beri renk değiştirmeye alışmıştı. teninin rengini hatırlayamıyordu. geçtiği yerlerin rengini alıyordu, en çok da durduklarının. kapkara kum tanelerinin  arasında beliren ince, kahverengi patikayı takip etmeye başladı. daha fazla kararmak istemiyordu. geçtiği yerleri genişletiyor, yerdeki kapkara kum tanelerini her bir adımında üzerine çekiyordu. burada yürümek onu karartıyordu. burada durmak onu karartıyordu. her yer kapkara olduğu için bedenindeki renk değişiminden ve onu karalardan başka bir renge götürmesini umut ettiği patikadan başka takip edebileceği bir şey yoktu. öyle çok yürümüştü ki bu yürüyüşü sadece çok diye betimlemeyi uygun bulmadı. çoklar yürüyüşler dedi kapkaralar olaraklar ve attığılar her adımdalar karaları azaltaraklar. 

*********

düşündükleri ile konuştuklarının aynı olmadığını fark etti. bir tuhaflık vardı işittiklerinde. düşüncelerini serbest bırakırken sesini tuttu. düşüncelerinde bir tutarsızlık bulamadı. sesinin mi duyma becerisinin mi bozulduğunu ayırt edecek bir deneyim bulamadı. gördüklerinde de bir tutarsızlık yoktu. bedenindeki renk değişimini hala takip edebiliyordu. tekrar bir tutarsızlıkla mücadele etmemek için hatırladığı deneyimlerini tabelaya yazmaya karar verdi. 

korku. eğlence. veda. yıkım. yalnızlık. acı. bitkinlik. 

bunların bir faydası yoktu. sildi.

kaya. kum. toprak. çamur. tepe. yeşillik. kara. 

bunları yazdı tabelaya. şimdi bulunduğu yer için de soğuk yazdı son olarak, bir sıcak bulmayı ümit ederek. 









kavruluyor çölde katil develer develer


aklınıza geleyim istiyorum

sezgilerim is kokuyor
izlerimi takip eden köpekler
sadece kemik buluyor
-yalayıp yutuyorlar-
çölde her şey çok sıradan
ceset besliyor canı sıkılanlar

yolu kayıp bir deveyim 
hörgücümdeki su yetersiz
toynaklarım kumda kayboluyor

kavruluyorum

kavruluyormuşum, yalan. ya da doğru. bileceğinizi sanmanız ise saçmalık. doğruyu söyleyeyim mi, ben yalan söyleyemiyorum. hadi inanın bana. yalansızlığıma. dürüstlüğüme. ben kimseye inanmıyorum. ne çöle ne deveye. bence akıllılık ediyorum. akıl önemli. ıslak tenimde sevişken develer hörgüçlerini birbirine sürterek tatmin oluyor. hayal ederken eğleniyorum. yaşarken eğlenemediğimden düşünürken eğleniyorum. düşünmek yaşamın parçası değil mi, parçası. saçma oldu bu o yüzden. bu bilgiyi tutun. yurt dışına yerleşmeyi düşünüyor musun diye sormadılar, düşünmüyorum. nereye gitsem develerim, hörgüçlerim, anılarım, izlerim yanımda olacak. yaşam, sıfatımı bozdu; kaygısız görünmem lazım. edebiyata büyük bir katkısı oldu tıbbın, tıp, tıplar. geç teşhis yüzünden kolum sakat kaldı, bir ara anlatırım. artık el sallayamıyorum, alkış tutamıyorum; bunlar iyi bile sayılır. başarısız olduğum hareketleri başka bir şiirde anlatırım diyorum, ne dersiniz? ıstırap gibi değil mi? bunu sevdim. tdk “ızdırap” diyor bu arada doğrusuna. siz ne derseniz deyin, ımdırak da olur. acı azalmadığı sürece sorun olacağını sanmadım. çok yaşayın e mi? e

güzel 

cenneti soruyorum kaktüse
buralara hiç uğramaz diyor
kalem eridi görüyorum
bir kız havuza düşüp kayboluyor







Dinlediğimde Bilge Gökbilimciyi



Dinlediğimde bilge gökbilimciyi 
İspatlar, sayılar konduğunda önüme sütunlar halinde
Bunları bölmek, toplamak ve ölçmek için tablolar, diyagramlar gösterildiğinde 
Oturan ben, duyduğumda coşkuyla karşılanan konuşmasını yapan gökbilimciyi,
Hemen nasıl da tarif edilmez bir yorgunluk, bir tiksinme çöktü üzerime, 
Daha ayağa kalkıp oradan çıkmadan, kopardım zihnimi konuşulanlardan
Mistik, nemli gecede ve zaman zaman 
Yıldızlardaki kusursuz sessizliği seyre daldım.




Türkçesi: Mehmet Çetin






Bir Işık olur Baharda
Göstermez kendini Yılın
Başka bir zamanında—
Mart neredeyse geldiğinde

Bir Renk kaplar sınırları
Issız Kırlarda
Bilim açıklayamaz bunu
İnsan Doğası sezer ama.

Uzanır Çayırlar boyunca
En uzak Ağacı gösterir
Bildiğin en uzak Bayırda
Neredeyse seninle konuşur

Sonra Ufuklar ilerledikçe
Ya da Öğlenlerin sevki uzağa
Olmadan Sesinin formülü
O gider ve biz kalırız burada

Bir nitelik kaybı
Tesir ediyor Özümüze
Tecim aniden zapt ettiğinden
Kutsal Olanı.



1865.


Türkçesi: Roman Karavadi




Kaynak: Dickinson, Emily. (2016). Emily Dickinson’s Poems, As She Preserved Them. Ed: Cristanne Miller. The Belknap Press of Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts.
P 446 (A Light Exist in Spring)




Bin Tane Felaket Filmi*


tüm felaket filmlerinden, biliyorum
dünyanın sonu Paris kentini öne çıkaracak,
bu yüzden kafamın içinde gördüğüm tek yıkım
Eyfel Kulesi'ninki 
süper ağır çekimde tekrar tekrar,
yarı-görünmez nanobot sürüsü ile başlıyor
bir dizi kuvvet noktasını zayıflatmak için birleşen,
Size söylüyorum, bu paslı metal iniltisi
bir ölüm çanı gibi yankılanacak
aşağısında bulvarların, École Militaire'in karşısında,
Les Invalides’in ve tüm mermer caddelerin,
çocukları yıllarca uyanık tutacak bir balina ölüm şarkısı,
süpersonik güdümlü füzeler takip ederken
gökyüzünde tebeşir beyazı dumanı,
olayın (ses) şiddeti HD kamera mikrofonunda 
yalnızca parazit ve gürültü oluşturacak
insanlar işaret edip sessizce bağıracaklar
Haussmann apartmanlarının balkonlarından,
kamera deklanşörleri patlayacak,
insan elleri inkarla kapatıyor ağızları,
füzeler saldırıyor,
ufacık yanan turuncular stop-motion'da parlıyor,
tepkiyle titreyen çelik kafes,
ve gözler, Kule tembelce Seine'e doğru eğilirken izleyecek,
ve sabırsızlıkla bekliyorum görsel açıdan çarpıcı videoları
YouTube'da 1080p olarak görünecek,
çimenlerde yatarken,
gerçek dünyadaki bakış açımdan, biliyorum
Rus-eğik çizgi-Suriyeli-eğik çizgi-Çinli çılgın bilim insanı büyücünün
sembolik sayıda bakireyi kurban edeceğini 
muhtemelen tavukları ve etnik azınlıkları da
ölü bir dilde büyü yapacak faşist fısıltılarla,
Kule'ye hayat verecek bir büyüyü haykırarak
aramızdaki bir Titan'ı serbest bırakacak
ve kendimi Trocadero'da dururken görüyorum,
rüzgarla savrulan saçlar, ince, siluetli bir profil,
dehşete düşmüş, ama cesur,
sesim gürleyecek
"Çocukları hemen otobüse bindirin!"
gibi emir cümleleriyle,
Kule debelenirken ve kamçılarken
sarınıp çözülerek 
ölmekte olan bir ahtapotun dokunaçları gibi,
bir enkaz kasırgası,
Champ de Mars'a eşit bir yarıçap,
tüm bu güzel köprüleri çakıl ve toza süpürürken,
bir kül yağışında
ağlayan ebeveynler olacak siyah ve beyaz içinde,
miras ve sorumluluk konusunda televizyonda yayınlanan tartışmalar,
ve politikacılar, mükemmellik için güçlü bir imaj verecek şekilde giyinen,
savaş ilan edecekler teröristlere
çocuk suçlulara ve genel olarak insanlara,
Üçüncü Dünya'dan afet yardımı akını olacak,
hatıra heykelleri toplu olarak açılacak,
ve dehşete düşecek herkes ve savaş bunalımı yaşayacak,
ama birlik olacak sonunda,
ve garip bir şekilde tanıdık bir ses, belki Morgan Freeman,
her şeyi anlatacak



Türkçesi: A. Emre Cengiz




* Bu şiir, şairin 2015 yılında Inkshares Publishing tarafından yayımlanan Algoritmanın Şafağı (Dawn of the Algorithm) adlı kitabında yer almaktadır.

The Computer’s First Christmas Card



jollymerry
hollyberry
jollyberry
merryholly
happyjolly
jollyjelly
jellybelly
bellymerry
hollyheppy
jollyMolly
marryJerry
merryHarry
happyBarry
heppyJarry
bobbyheppy
berryjorry
jorryjolly
moppyjelly
Mollymerry
Jerryjolly
bellyboppy
jorryhoppy
hollymoppy
Barrymerry
Jarryhappy
happyboppy
boppyjolly
jollymerry
merrymerry
merrymerry
merryChris
ammerryasa
Chrismerry
asMERRYCHR
YSANTHEMUM


from The Second Life (Edinburgh University Press, c1968)

Kaynak: https://www.scottishpoetrylibrary.org.uk/poem/computers-first-christmas-card/


@