‘BEDENLERİN İÇERİSİNE DOĞRU: 
BİYOİKTİDAR VE 2020 COVİD-19 SALGINI’ ÜZERİNE 
CAN BATUKAN İLE SÖYLEŞİ
1. Salgın imgesi/kavramı sizin için ne ifade ediyor?

Salgın beni kendine çekiyor. İlk günden beri... Gündelik hayatımızın bozuma uğrayışıdır salgın. Bir tür devrimdir zihinlerde. Bunu kimilerimiz değerlendirecek, kimilerimizse kodlanmış hayatlarına kaldıkları yerden devam edecek.

Dünyanın herhangi bir yerindeki bir salgın hastalık, başlangıçta hepimizin gündelik hayatındaki kaygı seviyesine bir ektir. Mikrokozmos içerisinde yeni bir iktidar oyunudur bu. Ancak zaman ilerledikçe anlıyoruz ki, tıpkı bir savaş hali ya da büyük bir felaketin hemen sonrasında olduğu gibi salgın da bize bir imkân vermektedir: Kendimize geri dönme ve içe kapanma zamanı, ya da bir “ara zaman”a geçiş.

2. Karantina deneyiminiz nasıl gidiyor?

Başlarında Paris’teydim. Orada halk bizdeki gibi 24 saat alarmda olmadığından, sürekli haber kanallarından yeni bir siyasi, askeri ya da doğal bir felaketin haberini (“müjdesini” – haber verme bir müjdedir / nouvelle – müjdeci İsa) bekliyor olmadığından olup bitenlere kaygılanmak yerine kendi hayatlarını sürdürmekle meşguldü. Bunu en azından Macron’un çıkıp okulları, üniversiteleri, kafe ve restoranları süresiz kapatıyoruz dediği ana dek sürdürdüler. O andan sonra herkes yavaş yavaş bunun bir “yeni” olduğunu, bir “müjde” olduğunu anlamaya başladı.

3. Sizce karantinada yaşadığımız şey gerçek bir yalnızlık deneyimi mi?

Yaşadığımız şey yalnızlık değil. Bu bana göre daha çok bir kurtuluş ya da göğe yükselişe benzetilebilir. Bize bağlanmış olan iplerden ve kablolardan, zincirlerden ve kelepçelerden kurtuluyoruz. Elbette bu birdenbire ve herkes için olmuyor. Ancak zengin için de yoksul için de, farklı biçimde yaşadıkları bu salgın deneyiminin bir varoluş deneyimi olduğu görülüyor. Yaşamın içerisine gömülü oluşumuzun, günler boyunca, haftalar boyunca, yıllar boyunca bize aynı şeyleri tekrar tekrar yaptırmış olan bu düzenin birden durması sonucunda mağaradan dışarıya çıkıp güneşimize bakıyoruz. Kendi güneşimiz hangisiyse... İşte bu bağlamda bir süre önce şöyle yazmıştım: “1940’ların Paris’inde Camus’nün yazdığı gibi bir roman, bugün İstanbul’da, bir kargo firmasında çalışan bir gencin boş sokaklardaki yalnızlığını ve kaygısını anlatacak şekilde yazılabilir...” Bununla ifade etmek istediğim, deneyimlediğimiz yalnızlıkta ne denli çürümekte olduğumuzu, ne denli bir tahakküm altında yaşamakta olduğumuzu göreceğimiz bir uyanış saklı. Bu uyanış sanatın, edebiyatın ve felsefenin uyanışıdır... Zira inanıyorum ki insanın varoluş amacı bunlardır. İnsanın varoluş amacı bir ofiste, bir fabrikada sabah 8’den akşam 6’ya çalışmak; aynı dizileri, aynı kötü filmleri, aynı oyalayıcı ve yeniden şarj edici (recréation) faaliyetleri yaptıktan sonra tekrar ve tekrar, ta ki ölene ya da işe yaramaz hale gelene dek çalıştırılmak değil. Tıpkı Doğa’nın varoluş amacının da kendi doğurduğu bir canlı olan “İnsan” tarafından tüm kılcal damarlarına dek işleyen bir sistematikte (madenler, toprak, bitkiler, hayvanlar, su kaynakları, hava...) durmaksızın sömürülmek ve yokedilmek olmayışı gibi.

Bu ikili bir kurtuluştur öyleyse. Biz kendimizi kurtarıyoruz, kendimizden. Ve bir de Doğa’yı kurtarıyoruz. Bir süreliğine... Kendi güzel distopyamızdayız.

4. Virüs, canlı ile cansız arasında diyebileceğimiz bir ara form; aslında yaşamımızı idame ettirme/anlam yaratma için kurduğumuz mantık ve dil/kavram sistemini biraz çıkmaza sokuyor. Canlı/cansız ayrımımızı tekrar düşündürttüğü gibi, virüslerde görülen inanılmaz evrim hızı- zeka, insanı evrimde piramidin en üstünde konumlandırılan düşünce dizgesini tekrar sorgulatıyor... Virüslerle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Virüsler şüphesiz büyüleyici canlılar. Bir o kadar da ürkütücüler tabii, zira biz çoğunlukla zarar verdikleri canlılar sınıfındayız. Virüsün büyüleyiciliği ne canlı ne cansız oluşunda: “canlı ya da yapay” demek de düşünülebilir – Robotik Hayaller adındaki müzik grubumuzun bir parça isminden hareketle. Virüsler RNA ile varolan – “yaşayan ölü” ya da “yaşamayan canlı” olan yegâne türü meydana getiriyor. Bu şu anlama gelir: “Beni öldüremezsin zira ben canlı bile değilim henüz...”

Öyleyse bir tür eksik varoluşun, bir tür “manque”ın yani bir şeylerden yoksun olarak varedilmiş olmanın, Tanrı tarafından bir biçimde bu eksikle Dünyaya fırlatılmış olmanın – belki de – intikamını almaktadır virüsler. Elbette bütün virüsler RNA sarmalı biçiminde değil, bazılarının DNA’sı olduğu da biliniyor. Ancak felsefi açıdan büyüleyici olan RNA.

Virüs, ribonükleik asidi deoksiribonükleik aside dönüştürdüğü anda (yani bir ek’e – supplément – sahip olduğu anda) bir başkasının / başkanın bedeni içerisinde canlılık kazanır. Bu anlamda varoluşu son derece pratiktir. Onun sağlıklı ve canlı tutması gereken bir bedeni yok. O bir “organsız beden” formülasyonu belki de...

Oysa diğer yandan, içerisinde kendini gerçekleştirdiği bedende virüsler yeni komutlarla, yeni kopyalama ve yayılma emirleriyle, sömürme güdüsüyle aslında bir tek canlıyı anımsatır bize: İnsan.

“İnsanca, pek insanca” demek isterim bu noktada, Nietzsche’den hareketle. Bu gerçeği, gözünün önündeyken dahi görememekte olan şeyin adı “insan”...

Bu yeni “dünyasında” (Uexküll’ün Umwelt’inden bahsediyorum) virüs, elbette kendi seçimlerini yapacaktır. Ancak sanılanın aksine virüsler, içerisine girdikleri bedeni daima ölüme götürmeyi hedeflemezler. Aksine o bedende olabildiğince uzun yaşamayı isterler. Orası onun yuvası, onun dünyasıdır. O dünyayı yokettiği andan itibaren tekrar dünyasız ve cansız kalacaktır, dünyadan ve candan yoksun kalacaktır...

5. Covid-19 ile ilgili uçuk komplo teorileri arasında bunun ‘silikon vadisindeki bazı veganların’ ajandası olduğu da var. Ayrıca Covid’le ilgili konuşan çoğu filozof, belki de eski kavram setleriyle hareket ettiklerinden, bu salgında komünizm/ sosyalizm umudu gördü. Sizce bu salgının veganlıkla ilgili bir girdisi/çıktısı olabilir mi?

Bu bir komünizm yani ortaklaşa yaşam ya da sosyalizm yani toplumculuk umudu değil, toplum denen şeyden büsbütün kurtulmanın umudu bana göre. Toplumdan sıyrılmalıyız, kayıp gitmeliyiz artık bir delikten... İşte bunu yapabildiğimiz gün örneğin Artaud gibi konuşabiliriz, Nietzsche gibi konuşabiliriz.

Bunu yapabildiğimiz gün siyasetin, hamasetin, dinlerin, toplum mühendisliğinin, algı yönetiminin, komplo teorilerinin hiçbir hükmü kalmayacaktır.

Önemli olan sanattır, felsefi düşünümdür, müziktir: Tonalitenin ya da afektivitenin içerisindeki kayıp gidişimiz, glissement’ınımız ya da kavramlardan örülü iç dünyamızdaki yukarıdan seyrimizdir (survol). Bunlardır önemli olanlar benim için ve toplum bunları hiçbir zaman anlayamaz, anlamadı da...

(Toplum Van Gogh’u anlayamadı, Cézanne’ı anlayamadı, Artaud’yu anlayamadı, Foucault’yu, Derrida’yı, Deleuze’ü anlayamadı...)

Çok başka bir toplum olabilir miydi? Evet, olabilirdi... Mesela 1960’ların ve 1970’lerin Fransa’sı gibi bir toplum kısmen de olsa bize varolma imkânını sunabilirdi. Artık o da yok, köreltilmiş, silinmiş, parçalanmış bir felsefe sahnesi. Felsefe figürlerinin sistematik biçimde suikasta kurban gittiği bir çağdır 2000’ler. Fransız toplumu bugün uyutulmuş durumdadır. Neyle mi? Felsefe olduğu sanılan, edebiyat olduğu sanılan şeylerle... Onları okutarak ve dayatarak sistem virüsünü yenmiştir.
Şimdi böyle bir toplumun umudu olmadığına göre, hele bu coğrafyada böylesi bir umut bundan sonra asla olamayacağına göre en doğrusu toplumsuz bir hayatı düşlemektir. Buysa salgınla ayağımıza geldi.

Topluma ihtiyacımız yok, ondan istediğimiz bir şey yok artık. Onun da bizden isteyebileceği pek bir şey kalmadı şimdilik...

6. Virüslerle ilgili söylemlerde öne çıkan bir başka söylem de onu ‘doğanın intikamı’ olarak yorumlamak yönünde. Böylece insanlar ders alıp yollarına devam edeceklermiş gibi. İnsanın doğayı kendi dışında bir şeymiş gibi görmesinde sizce de problemli bir yan var mı?

Doğa hem dışımızda hem de içimizdedir. Bu paradoks ile yaşıyoruz hayatımızı. Doğa elbette ki intikam almaz. Böyle düşünmek bir antropomorfizm olurdu. Ancak Doğa bir bütün olarak, Kâinat olarak değil belki ama en azından gezegen olarak, Dünya gezegeni olarak (Gaia olarak) bir seçim yapabilir. Bu seçim kendisine büsbütün ve giderek artan bir oranda tahakküme kalkışmış olan “insan”a karşı minik bir “hapşırık” ya da “silkinme” biçimindedir. Yani söz gelimi ekosistemin değişken dengesi içerisindeki kaotik bileşenleri (bu kaotik bir sistemdir) çok kısa bir sürede yolundan saptıran insanın bir sonraki aşamada tüm yerkabuğunu istila etmiş olan varlığının sarsılacağı biçimde bir depremler, volkanik patlamalar, tayfunlar vs. patlaması, virüs salgınları, yeni türden bakterilerin istilası vs. gibi tepkileri beklemesi gerekir. Ben bunun kaçınılmaz oluşundan dolayı yeni bir Dada isyanı zamanında olduğumuz kanısındayım.

Ders alıp yola devam edenlerin yeniden çökecekleri, yeniden ders alacakları, tekrar çökecekleri sırada “bir sanat eseri biçiminde yaşamayı” seçenlerin ne denli güçleneceğini göreceğiz.

7. Wuhan Hayvan Pazarı çok büyük bir vahşetin yaşandığı bir alan, çoğu insan inekleri/tavukları sömürmeyi ve katletmeyi içselleştirdiği halde o pazara tepki gösteriyor. Sömürü karşıtı olan, hak veya kimlik mücadelesi veren bir çok insan söz konusu veganlık olunca sessizleşiyor. Sizce bu çifte standartın sebebi nedir?

Elbette öyle. İnsanlar, hayvanların ne denli köleleştirilmiş olduğunu göremiyor. Bunun bir nedeni kendilerinin de aynı düzenin kölesi oluşu olabilir. Örneğin toplumlarda gelir ve eğitim seviyesi düşük bölgelere gidildiğinde biliyoruz ki Doğa, hayvan özgürlüğü gibi konular anlamını birden yitirir. Bu gelişmiş toplumların ve diğer toplumlarda da görece varlıklı ve eğitimli bir azınlığın problemidir. Öte yandan aynı problem aslında, “12 Maymun” adlı bilimkurgu filminde olduğu gibi tüm insanlığın sorunudur. Şimdi buna dönüşmekte olduğunu daha iyi görüyoruz. İnsanların ezici bir çoğunluğunun bu konuda bilinçlenmesi yalnızca mücadeleyle mümkün görünmüyordu. Ancak şimdi, salgınla ve gelmekte olan diğer felaketlerle insanlar bunu yaşayarak hızlıca kavramak ve içselleştirmek zorunda. Bunu başaramayanlar hayatta kalma yolunda bir adım geriye düşecektir.

8. Sizce veganlık Hegelci anlamda söylersek tinin bir evrimi (bir vegan olarak ben buna inanıyorum) ya da Darwinci anlamda bir ilerleme sonucu ortaya çıkan bir yönelim mi?

Veganlığın etik bir yol olduğu açık. Tolstoy’un algıladığı biçimde meseleyi bir oluş biçimi şeklinde anlamak gerekir. Herkes vegan olmak zorunda değildir ancak bazı kişiler vicdanlarında, yaşamlarının bir anında artık vegan olmamanın mümkün olamayacağını hissederler ve vegan olurlar. Ben böyle bakıyorum en azından meseleye... Elbette bu bütün sorunlarımızı çözmüyor. Dünyada et tüketimi, hayvan ve Doğa sömürüsü devam ediyor, hatta artıyor... Ama bir bakıma da veganların ve vejetaryenlerin görünürlüğü arttıkça, bunu her ne kadar bir yaşam biçiminden ziyade sağlıklı olma yolu, yeni bir kimlik, cazibe ya da moda olarak algılıyor olsalar dahi, birçok insanın kendisini bu yeni kültüre adapte etmesi Dünya’nın geleceğini iyileştiriyor.

Bu bakımdan bence veganlık ve onunla birlikte pek çok bazı yeni kavrayışlar (özellikle robotun ruhluluğu üzerine) kaçınılmaz biçimde gelmekte olan yeni bir çağın tinini temsil ediyor.

9. Catherine Malabou, Covid ile ilgili yazısında Rousseau’nun karantina anılarına değiniyor. Buna göre Rousseau gemide diğerleriyle birlikte, açık havada karantinaya girmektense; penceresiz, soğuk bir binada tek başına karantinaya girmeyi tercih etmiş. Hatta bunu seçen o gemideki tek kişiymiş. Siz olsanız gemide diğerleriyle birlikte olmayı mı tercih ederdiniz yoksa binada tek başınıza olmayı mı?

Elbette binada olmayı seçerdim. Yığınların arasında olmak, vebaya yakalanmaktan daha kötü olsa gerek. Zira yığınların kendisidir veba. Biz onların uzağında, kendimizi çürüyen toplumdan tecrit edebildiğimiz kadar tecrit ederek modern kapitalist aygıtın döngüsünden bir oranda sıyrılabilmiş olabiliriz. Öte yandan bunu okuyacağımız kitaplara, dinleyeceğimiz müziklere ve izleyeceğimiz filmlere borçluyuz. Başka bir şeye değil. Yani kendi Umwelt’imizi yeniden inşa edişimize...

10. Virüsle ilgili söylemlerde en dikkat çekici yanlardan biri de ona bir düşman niteliğinin yüklenmesi; sanki insanlar tüm ayrılıklarını bırakıp birleşeceği ortak bir düşman bulmuş gibi bir kahramanlık mitine oynuyorlar. Sizce de virüsler düşmanımız mıdır?

Kimileri için düşman olabilir. Politikacıların kısa zaman içerisinde bu söylemi geliştirerek, salgını siyasi düşmanlarının üzerine bile yıkabileceği öngörülebilir. Her zamanki gibi kahramanmış numarasına yatarlar, ölenleri “şehit” ilan ederler; yani “mış” gibi yaparlar. Öte yandan bizler için, yani uzun zamandır büyük oranda yeraltına gizlenmiş, fikirleri anlaşılmayan, ürettikleri eserler alımlanamayan, ne topluma dair öngörüleri, ne de olası katkılarından faydalanılabilen kişiler için aslında yeni bir yeraltı yeryüzüne çıktı.

Başka bir deyişle yeraltımız artık her yer. İnsanların anlayamadığı, korktuğu ya da sıkıldığı durum esasında artık her anın ve her yerin düşünen ve üreten bir toplumsallığın ve onu oluşturan bireylerin eline yeniden geçme ihtimali. Bundan korkmakta haklılar, zira eğer bu olursa, kendileri mevkilerini, itibarlarını ve işe yaramaz lükslerinin tümünü yitirerek polis’in dışına kaçmak zorunda kalacaklar. Polis’in ve onu meydana getiren medeniliğin temsilcileri bizler de (hakiki romancılar, edebiyatçılar, şairler, felsefeciler, ressamlar, kompozitörler,...) o zaman hak ettiğimiz değeri göreceğiz. Bu nedenle virüs bizim düşmanımız değil, tam tersine o bizi özgürleştiriyor. İnsanlığı kendi boyunduruğundan sıyırarak, kendi kendisinden özgürleştiriyor.

11. Lucretius, Nietzsche ve Blake’i birleştirerek söylemek gerekirse; her yöne doğru düşerken bir anda saptık...Peki sizce bu sapma kendi yaratımımız olan bir gelecekte yaşama potansiyeli taşıyor mu?

Düşlüyoruz artık. Yeniden düşleyebiliyoruz. Her gün, her saat! Bu bile tek başına yeni bir gelecek yaratabilmemiz için yeterli. Yeni Nietzsche’ler bulmayı düşlemeliyiz, yeni Rimbaud’lar, Baudelaire’ler, Blake’ler olmalıyız. Bunu yapabildiğimiz ölçüde “bu çürüyen ütopya”dan (bu tabir sinemacı bir dostuma ait) insanlığın yeni altın çağına doğru ilerleyebiliriz.

12. Bazı düşünürler sıkılmanın boş bir iç dünyanın sonucu olduğunu ima ediyor, sizce bu doğru mu? Yoksa elitizm kokan bir düşünce midir sıkılmanın eğitimsizliğin sonucu olduğunu düşünmek?

Doğru. Başta çoğumuz sıkıldık biraz, çünkü “normal”imizin dışına bir anda çıkarılıyorduk. Emirle çıkarılıyorduk üstelik. Ancak bu normalin aslında bizi oyalayan şey oluşu, yani kendimizi asıl gerçekleştireceğimiz, dünyamızı kuracağımız alanı gizleyen bir yanılsama oluşu kısa zaman sonra belirginleşti. Yani zamanın kullanımı dönüşürken bize yeniden bir gün doğumunu, gün batımını, çiçeklerin açışını izleme, süresiz kitap okuma, amaçsızca düş kurma, zorlandığımız filmleri izleme hakkı verildi. İşte bu andan itibaren sıkılmak diye bir şey kalmadı diye düşünüyorum.

Felsefeyle, sosyal bilimlerle ve sanatla uğraşan kişilerin zaten kendi kendini gerçekleştiriyor olma ihtimali vardır. Dolayısıyla günlük çalışmalarında zaten bir yanıyla bu uğraşlara yönelebilirler. Ancak elbette gündelik hayatın işleri, okul, akademik angaryalar ve toplumun sürekli olarak ürettiği “normal olma” baskısı bunu zamanın tümüne yaymayı onlar için de engellemektedir. Bir memur ya da bir ofis çalışanı içinse tam olarak bir kâbustur yaşatılan. Onun mesai saatleri kendini gerçekleştirememe saatleri, mesai saatleriyse yeniden şarj olma saatleridir. İç dünyası çoktan boşaltılmış durumdadır. Bunu kırmak için anlam dünyasına daha da sıkı sarılmalıdır o.







‘GRİ ÜZERİNE GRİNİN ÇEKİLMEDİĞİ AN’ 
2020 COVİD-19 SALGINI ÜZERİNE GÜÇLÜ ATEŞOĞLU İLE SÖYLEŞİ
1. Salgın imgesi/kavramı sizin için ne ifade ediyor?

Salgın kavramsallaşmadı, imgesi eşlik ediyor –imge peşinde koşanlar için kötü sonuç! Kaç yüzyıldır örgütlü olan kapitalizmin temel unsurları buna cevap veremiyorsa büyük bir belirsizlik var. Bundan mutlak bir belirleme çıkmaz ama sınır durumu dakik bir biçimde tayin edilmeye çalışılabilir. Ne olduğuyla ne olmadığı hayatımızı belirliyor, çok ilginç! İnsan buna kafa yordukça anlam sorusunun kapısı aralanabilir.

2. Bu salgın deneyimini, daha önce yaşadığınız herhangi bir deneyimle özleştirdiğiniz oluyor mu?

12 Eylül’de çok küçüktüm, o geliyor aklıma. Orada ayrışmalar, sınırlar ve sınırlamalar, sokağa akın etme ve sokaktan çekilmeler benzer şeyleri düşündürür gibi ama yine de insandan geliyordu sınırlama ve sınırlarına çekilme; bu başka bir karşılaşma, sonuçları daha olumlu olabilecek olan. İlkinin sonuçları hiç olumlu olmadı, başka bir ülke yarattı, başka bir insan tipi. Bunun söz hakkının insanda olmaması sevindiriyor.

3. Karantina deneyiminiz nasıl gidiyor?

Evde çalışmayı seven biriyim. Daha öncesinde de bu disiplin hâli beni mutlu ediyordu, şimdi de çok fark etmiyor. Koruda spor yapıp gelince sakin doğayla mesken arasında daha fazla düşünme imkânım oluyor. Görmediğim çiçeklerin kimselere göstermeyen filizlenmesi, gücün daha ötesinde güzelliği ve erişilemezliği aşikâr kılıyor. Bunları koklamak güzel. Eve çekilen insanların yeni reflekslerine bir şekilde şâhitlik edeceğiz ve iyi- kötü kavramsallaştırmasına girmeden, bu şâhitliklerin kendi düşünme imkânımı geliştireceğini düşünüyorum.

4. Sizce karantinada yaşadığımız şey gerçek bir yalnızlık deneyimi mi?

Herkes yalnız olamaz, yalnız kalamaz. Olguda yalnız olmak, yalnızlık değildir. Maruz kalmadır. Gerçek bir yalnızlıksa maruz kalmayı bilir, orada kalmaz. Ama yine de her zamankinden farklı olanı olgu gibi değerlendirip karar verme iradesi kişiyi yanıltır. Yalnızlık deneyimi bir olgu değildir, olageliştir ve her an karar veriştir.

5. Virüs, canlı ile cansız arasında diyebileceğimiz bir ara form; aslında yaşamımızı idame ettirme/anlam yaratma için kurduğumuz mantık ve dil/kavram sistemini biraz çıkmaza sokuyor. Canlı/cansız ayrımımızı tekrar düşündürttüğü gibi, virüslerde görülen inanılmaz evrim hızı-zekâ, insanı evrimde piramidin en üstünde konumlandırılan düşünce dizgesini tekrar sorgulatıyor... Virüslerle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Virüslerde zekâ olduğunu düşünmüyorum. Ortak olduğumuz nokta adaptasyon gibi görünüyor. Vatikan Kilisesi bile adapte oluyorsa yüzyıllardır, virüsler onunla bizim aramızda daha ileri bir yapıda, ikimizin de ötesinde. Onun adaptasyonundan doğaya ilişkin bir şeyler öğreneceğiz, Petrus Meydanı’ndan değil! Canlılık-cansızlık ayrımına gelince; sözgelimi bu sorulara karşılık veremeyen bir felsefe profesörü canlı mıdır bugün? Piramidin en üstündekini birkaç hafta içinde, bir çırpıda görmek, ayrım üzerine düşündürüyor. Doğa karşısında insan, doğa yanı sıra ikinci doğa karşılaştırması piramidin tepesinde olduğunu düşündüğümüzü abartmakla sonuçlandı. Sisyphos misali, ayıran, ayrılan sürecin dibine düştü, tepetaklak oldu.

6. Karantina sürecinde herkesin düşünsel gelişime yönelmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Entelektüel aktivite sanki buna indirgenmiş gibi...

Herkesin hiç olmadığı kadar düşündüğünü ima ediyorsunuz. Bu doğru değil. Hangi aracı ya da fail bunu sağladı? Doğru olma ihtimali olsa bile, “bunu örgütleyen kim diye” sormalıyız. Halklar, filozofların istediği gibi düşünmez.

7. Sizce karantinayı karantinaya almak mümkün mü?

Olumsuzlamanın olumsuzlaması gibi oldu. Bize mutlak olumsuzlama yolu görünmediği gibi, mutlak olumsuzlamayı olumsuzlama yolu da görünmüyor. Karantina belirli bir sınırlama, sınırlandırma ve bunun üzerine geliştirebileceğimiz şey salt refleksiyon değil, salt tefekkür değil; yanımızdaki insanları, eski iletişim ağlarını, marketteki ya da kargo şirketindeki çalışanı yeni tanımaya başlıyoruz. Karantinayı karantinaya almak bende eski ilişkileri yeni halleriyle, ama bu sefer daha hakikî formlarında görmek anlamına geliyor. Buna herkesin kudreti yok, apaçık. Belki de karantinayı karantinaya almak değil de, karantina içinde içi ve dışı, eskiyi ve yeniyi etraflıca düşünmek, bedeni o hâl içerisinde görmek, dinlemek, algılamak diyeyim...

8. Bazı düşünürler sıkılmanın boş bir iç dünyanın sonucu olduğunu ima ediyor, sizce bu doğru mu? Yoksa elitizm kokan bir düşünce midir sıkılmanın eğitimsizliğin sonucu olduğunu düşünmek?

Sıkılma, kaygı, endişe, bunaltı ya da bulantı, bunlar insan hâllerinin farklı tonları. Bir bilgisayar programında birbirinden ayrılamayacak derecede benzer tonlarda renk varsa, bu hâller de öyle. Çok iyi eğitimli olup da sıkılmayan insan olmaz mı? Olur elbette. Mesele, sıkılma ya da başka bir hâl, her neyse, yine de düşünmeye devam edebilecek misin? Dünyanı kurabilme, yönünün olması, bir belirlenim taşıman ve buna bağlanman temel mesele. İşte bu içselleştirilmiş bir ethos. İçinde sıkıntı da var, hiç eksik olur mu?

9. Žižek’in covidle ilgili kitap çıkarması epey olay oldu... Bu salgında hem bir komünizm potansiyeli görecek kadar işleri büyütüyor hem de evde oturup dizi izleyin kasmayın diyor. Žižek’in düşünceleriyle ilgili neler söylersiniz?

Devrimci insan her şeyde komünizm potansiyeli görmezse devrimci olabilir mi? İşleri büyütmek lâzım elbette, küçültmemizin faturasını uzun zamandır ödüyoruz. Aydınlanma’dan beri düşünürlerin hem asıl önemli, güç eserler yazdığını hem de halka yönelik polemikler kaleme aldığını biliyoruz. Bunun doğru bir yöntem olduğuna inanıyorum. Marx’ta en tartışmacı, kavgacı hâline büründüğü aşikâr. Bizi heyecanlandırıcı, itekleyici, olmayanı olmaya sevk eden düşünceler olmazsa yaşam cansız tortusuyla üzerimize çöreklenmez mi? Arada da canlılığı ve hareketi şarj etmek için beyni dinlendirmek ya da eğitime “başka kanal”dan devam etmek sakıncasızdır.

10. Catherine Malabou Covid ile ilgili yazısında Rousseau’nun karantina anılarına değiniyor. Buna göre Rousseau gemide diğerleriyle birlikte, açık havada karantinaya girmektense; penceresiz, soğuk bir binada tek başına karantinaya girmeyi tercih etmiş. Hatta bunu seçen o gemideki tek kişiymiş. Siz olsanız hangi gemide diğerleriyle birlikte olmayı mı tercih ederdiniz, yoksa binada tek başınıza olmayı mı?

Rousseau’nun bu dünyanın havasından fazlaca yararlandığını biliyoruz; o an tercihi öbür yönde olmuştur. Bedeninin bildiği bir şey vardır, düşüncesi onu takip etmiştir. Aynı hissiyattayım.

8. Bazı düşünürler sıkılmanın boş bir iç dünyanın sonucu olduğunu ima ediyor, sizce bu doğru mu? Yoksa elitizm kokan bir düşünce midir sıkılmanın eğitimsizliğin sonucu olduğunu düşünmek?

Sıkılma, kaygı, endişe, bunaltı ya da bulantı, bunlar insan hâllerinin farklı tonları. Bir bilgisayar programında birbirinden ayrılamayacak derecede benzer tonlarda renk varsa, bu hâller de öyle. Çok iyi eğitimli olup da sıkılmayan insan olmaz mı? Olur elbette. Mesele, sıkılma ya da başka bir hâl, her neyse, yine de düşünmeye devam edebilecek misin? Dünyanı kurabilme, yönünün olması, bir belirlenim taşıman ve buna bağlanman temel mesele. İşte bu içselleştirilmiş bir ethos. İçinde sıkıntı da var, hiç eksik olur mu?

9. Žižek’in covidle ilgili kitap çıkarması epey olay oldu... Bu salgında hem bir komünizm potansiyeli görecek kadar işleri büyütüyor hem de evde oturup dizi izleyin kasmayın diyor. Žižek’in düşünceleriyle ilgili neler söylersiniz?

Devrimci insan her şeyde komünizm potansiyeli görmezse devrimci olabilir mi? İşleri büyütmek lâzım elbette, küçültmemizin faturasını uzun zamandır ödüyoruz. Aydınlanma’dan beri düşünürlerin hem asıl önemli, güç eserler yazdığını hem de halka yönelik polemikler kaleme aldığını biliyoruz. Bunun doğru bir yöntem olduğuna inanıyorum. Marx’ta en tartışmacı, kavgacı hâline büründüğü aşikâr. Bizi heyecanlandırıcı, itekleyici, olmayanı olmaya sevk eden düşünceler olmazsa yaşam cansız tortusuyla üzerimize çöreklenmez mi? Arada da canlılığı ve hareketi şarj etmek için beyni dinlendirmek ya da eğitime “başka kanal”dan devam etmek sakıncasızdır.

10. Catherine Malabou Covid ile ilgili yazısında Rousseau’nun karantina anılarına değiniyor. Buna göre Rousseau gemide diğerleriyle birlikte, açık havada karantinaya girmektense; penceresiz, soğuk bir binada tek başına karantinaya girmeyi tercih etmiş. Hatta bunu seçen o gemideki tek kişiymiş. Siz olsanız hangi gemide diğerleriyle birlikte olmayı mı tercih ederdiniz, yoksa binada tek başınıza olmayı mı?

Rousseau’nun bu dünyanın havasından fazlaca yararlandığını biliyoruz; o an tercihi öbür yönde olmuştur. Bedeninin bildiği bir şey vardır, düşüncesi onu takip etmiştir. Aynı hissiyattayım.










 ‘DÜNYADA OLMANIN SONSUZ BAŞKA YOLU’ 
2020 COVİD-19 SALGINI ÜZERİNE HAKAN YÜCEFER İLE SÖYLEŞİ

1. Karantina deneyiminiz nasıl gidiyor?

Karantina benim hayatımda ciddi bir değişiklik yaratmadı. Zaten normal koşullarda da sürekli evdeydim. Karantina günlerinde eskisine göre daha sosyal olduğumu söyleyebilirim. Uzun zamandır iletişim halinde olmadığım pek çok insanla şu son haftalarda iletişim kurmak zorunda kaldım. Sosyal mesafe ya da mesafesizlik fiziksel değil.

2. Virüs, canlı ile cansız arasında diyebileceğimiz bir ara form; aslında yaşamımızı idame ettirme/anlam yaratma için kurduğumuz mantık ve dil/kavram sistemini biraz çıkmaza sokuyor. Canlı/cansız ayrımımızı tekrar düşündürttüğü gibi, virüslerde görülen inanılmaz evrim hızı-zeka, insanı evrimde piramidin en üstünde konumlandıran düşünce dizgesini tekrar sorgulatıyor... Virüslerle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Felsefede dünyaya insan-merkezci bakışın sorgulandığı, insan-hayvan, canlı- cansız, doğa-kültür, doğa-teknik gibi ayrımların sorunsallaştırıldığı bir dönemdeyiz. Bu salgınla birlikte virüsler üzerine daha çok düşünmeye başladık ve virüsler üzerine düşünmek sözünü ettiğim sorgulamaları derinleştirecek gibi görünüyor. Söylenecek çok şey var ama iki noktaya işaret etmekle yetineyim.

İlk olarak, insan-merkezciliği eleştirmeden önce insan-merkezcilikten ne anladığımızı netleştirmemiz gerek. Gündelik deneyimimizin merkezinde “doğal olarak” biz varız, dünyaya insanın merkezde olduğu bir bakış açısından bakıyoruz ve karşımıza çıkan sorunları bu merkezle ilişkileri bakımından ele alıyoruz, örneğin ekolojik sorular bizim için her şeyden önce insan türünün devamlılığına ilişkin sorular... Bu zorunlu, kaçınılmaz insan-merkezcilik bana sorunlu görünmüyor. İnsanız ve dünyaya ancak insanca gözlerle bakabiliyoruz, bir hayvanın deneyimine yerleşmemiz, karıncanın ya da kaplumbağanın dünyasına girmemiz mümkün değil. İnsan-merkezciliği sorunlu hale getiren şey insana özgü bakış açısının olanaklı tek bakış açısı olduğunu sanmamız. Dünyada olmanın, dünyaya yerleşmenin, dünyaya bakmanın birbirine indirgenemez sonsuz başka yolu olduğunu göz ardı etmemiz.

Herhangi bir varlık düşünelim. Felsefenin o klasik örneğini, “şu anda üzerinde yazı yazdığım masayı” düşünelim. Masayı insan yapımı, üretilmiş bir nesne olarak görebilirim, onun malzemesini, işçiliğini tartabilirim, o zaman masaya marangoz gözüyle bakmış olurum. Ama masaya sosyolog gözüyle, toplumsal ilişkilerin üretimini mümkün kıldığı bir nesne olarak da bakabilirim. Gündelik deneyimimin vazgeçilmez bir parçası olan, her gün kullandığım bir nesne olarak da bakabilirim. Masa hakkında estetik bir değerlendirmede bulunabilirim; masanın çağrıştırdığı şeyleri, zihnimde canlandırdığı anıları düşünebilirim. Masayı yer kaplayan fiziksel bir nesne, bir atomlar toplamı olarak inceleyebilirim. Hatta şimdi yaptığım gibi masayı bir felsefe örneğine dönüştürebilirim. Ölçekleri değiştirerek, mesafeleri çeşitlendirerek aynı nesneyi sonsuz farklı yoldan ele alabilirim. Bu bakışların, ele alışların hiçbiri diğerlerinden üstün olmadığı halde, masayla kurduğum tekil ilişki beni kaçınılmaz olarak belli bir bakışı (ya da bir dizi bakışı) sahiplenmeye, diğerlerini paranteze almaya zorlayacaktır.

Bana kalırsa insan-merkezciliğin tuzağına düşmemek kaçınılmaz olarak insanın merkezde olduğu gündelik deneyimimizi yadsımak değil dünyayı düşünmeye, anlamaya çalışırken bu deneyime hapsolmamak. Dünyanın sonsuz farklı yoldan betimlenebileceğini, dünyaya insan ölçeğinde bakılabildiği gibi gezegen ya da galaksi ölçeğinde, karınca, virüs ya da atom ölçeğinde de bakılabileceğini unutmamak. Bizim bakış açımızdan, piramidin tepe noktasında insan duruyor. Ama aynı piramidin içinde sonsuz virtüel piramit, sonsuz başka tepe noktası var.

İşaret etmek istediğim ikinci nokta güncel tartışmalara dahil olurken felsefe tarihiyle kurduğumuz ilişkiyle ilgili. Bugün insanın çevresiyle, başka canlılarla, bakterilerle, virüslerle, cansız nesnelerle iç içeliğinin önemi tekrar tekrar vurgulanırken geleneksel felsefe kolayca indirgemeci olmakla suçlanabiliyor. Aristoteles, Descartes, Hegel gibi klasik filozofları pek de okumadan insan-merkezcilikle, düalizmle, erekselcilikle suçlayıp çöpe atabiliyoruz. Böyle davranmak yerine bu filozoflarla çok daha verimli bir ilişki kurabileceğimizi düşünüyorum. İlginç ve düşünmeye değer olan, Aristoteles’in köleciliği ya da Descartes’ın kaba düalizmi değil, bu filozofların bugün bizim işimize yarayacak, güncel tartışmalara katkı sağlayacak şeyler söyleyip söylemedikleri.

Bir örnek vereyim. Bugün insan yaşamını onu koşullayan unsurlardan yalıtmadan ilişkiselliği içinde düşünmeye çalışıyoruz. Aristoteles’in zooloji metinlerine baktığımızda ne bulacağız?

Metinleri okumazsak ve sürekli alıntılanan pasajları mekanik biçimde alıntılamakla yetinirsek insan-merkezcilikten başka bir şey bulamayacağımız kesin. Ama metinleri okursak şunu görebiliriz: Aristoteles bir yandan organizmayı meydana getiren organlara (“hayvanların parçalarına”) ilişkin işlevsel bir analiz yaparken diğer yandan bu işlevlerin gerçekleşmesini mümkün kılan maddi koşullara ilişkin ikinci bir analiz ilk analize eşlik ediyor. Hayvan bedeni ağız, göz, mide, kalp gibi belli yaşamsal işlevleri üstlenen parçalardan meydana geliyor. İşte bu parçalar ilk analizin konusu. Ama aynı zamanda bu parçaların dokulardan ve son kertede dört öğeden (ateş, hava, su, toprak) meydana geldiğini biliyoruz. Bu da ikinci analizin konusu. Şimdi yaşam ya da canlılık denen olguya dört öğe açısından bakalım. Dört öğe bir yandan biyolojik işlevlerin gerçekleşmesini sağlıyor; örneğin sindirim ısı dengesine, ısı dengesi de dört öğenin bedendeki hareketine bağlı. Diğer yandan, öğeler organizmanın temel maddi bileşenleri olsalar da organizmadan bağımsız olarak, kendi doğalarına uygun şekilde hareket etmeyi sürdürüyorlar. Ateş öğesi bedende bulunup bulunmadığından bağımsız olarak yukarı doğru gidiyor, toprak öğesi yine ortamdan bağımsız olarak aşağı doğru gidiyor. Dolayısıyla bir hayvanın yaşamını sürdürmesi bedenindeki ona yabancı temel parçacıkların doğal hareketlerini kendi biyolojik gereksinimleriyle örtüştürebilmesine bağlı. Organların biyolojik işlevleriyle temel parçacıkların doğal hareketleri örtüşmediğinde hastalık, yorgunluk, yaşlanma ve ölüm ortaya çıkıyor. Bunları bugün duyduğumuzda aklımıza hemen hücreler, bakteriler ve virüsler gelmiyor mu? Bütün bu fikirlerde bugün kullanabileceğimiz ya da en azından bir şekilde yararlanabileceğimiz modeller yok mu? Köleci değil zoolog Aristoteles’in hala tam keşfedilmemiş bir hazine olduğuna inanıyorum.

3. Karantina sürecinde herkesin düşünsel gelişime yönelmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Entelektüel aktivite sanki buna indirgenmiş gibi...

Herkesin düşünsel gelişime yöneldiğini söylemek biraz abartılı olabilir. Evlerine tıkılmış pek çok insan haber, dizi ve eğlence programı izlemeye devam ediyor. Çoğunluk çalışmak için dışarı çıkmak zorunda. Yine de sıkıntıdan bile olsa edebiyata, felsefeye yönelen insanlar olduğu doğru. Bu yönelim felsefeciler tarafından da yanıtsız bırakılmıyor. Pek çok felsefeci salgınla ilgili ya da ilgisiz yazılar yazıyor, konuşmalar yapıyor, videolar paylaşıyor vb. Bu paylaşımların iyi ve kötü tarafları, güçlü ve güçsüz yanları var.

Önce paylaşımların olumlu yanlarından söz edeyim. Benim için ne kadar medyatik olursa olsun, ne kadar kitleye oynarsa oynasın bir filozofun çıkıp bir şeyler söylemesi, insanların da onun dediklerini tartışması güzel bir şey. Salgın bizi tam olarak ne düşüneceğimizi bilemediğimiz bir durumla karşı karşıya bıraktı, filozoflar da bu durumu düşünülür kılmak için değişken ikna edicilik derecelerine sahip hamlelerde bulunuyorlar. Felsefenin anavatanı Yunanistan ya da Atina değil, bir olay karşısında ne düşüneceğimizi bilememek ve kendimizi tedirgin hissetmek.

Olumlu yanlar hanesine şunu da ekleyebilirim: Agamben salgınla ilgili yazılarında çıplak yaşamdan başka bir şeye inanmaz hale geldiğimizi, hayatın kendisini (Aristoteles’in sık sık dediği gibi “iyi yaşamayı”) hayatta kalmaya feda ettiğimizi söylüyordu. Hayatımız söz konusu olunca insanca ilişkilerden kolayca vazgeçmiştik ona göre. Bence Agamben’in bu saptamalarında açıkça yanlış olan bir şeyler var. Yaşamımız çıplak yaşama indirgenmiş olsaydı şu ya da bu biçimde felsefe yapmaya devam eder miydik? Karantina bizi çıplak yaşama mahkum etmekten çok arkadaşlık, çalışma, kendimizi ifade etme, iletişim kurma biçimlerimizi dönüştürmeye zorluyor. İnternet üzerinden iletişim kurmak yüz yüze iletişim kurmanın soluk bir kopyası, başarısız bir taklidi değil, yüz yüze iletişimden eksik ya da fazla olmayan, doğaca başka bir iletişim biçimi. Hayatta kalmak için insanca ilişkilerden vazgeçmiyoruz, ama bu ilişkilerin doğasını değiştirecek yeni iletişim araçları kullanıyoruz. Bu araçları kullanarak felsefe yapmaya devam etmemiz de “iyi yaşamdan” vazgeçmediğimizin en açık göstergesi.

Şimdi salgın günlerinde felsefenin olumsuz yanlarına gelelim. Felsefe yapmaya devam ediyoruz, normal koşullarda felsefeyle ilgilenmeyen insanlar bile belki karantinada felsefeye ilgi duymaya başladılar. Ama felsefe yapma tarzımız da değişiyor. Kitaplarla değil kısa makalelerle, köşe yazılarıyla, notlarla, mesajlarla, söyleşilerle, 20-30 dakikayı geçmeyen video kayıtlarıyla felsefe yapmaya başladık. Bu ifade yollarının felsefenin kendine özgü ritmine, düşünme hızına uymadığını hissediyorum.

Felsefenin bir yavaşlığı var. Bir felsefe kitabını okumak aylar sürebilir, bir felsefi problemin kafanızda netleşmesi yıllar alabilir, aynı metne, aynı probleme sonsuz kez dönebilirsiniz. Ancak bu yavaşlığa teslim olursanız bir düşüncenin, bir kavramın, bir sorunun gücünü sezmeye başlarsınız. “90 dakikada Nietzsche” boşa harcanmış bir buçuk saattir, ama Nietzsche’nin bir kitabına dolu dolu 90 gün harcayabilirsiniz. Biz bu yavaşlığa teslim olma gücümüzü yitiriyoruz.

Dünyada SavaşveBarış’ı ya da Varlık ve Zaman’ı baştan sona okuyabilecek insan sayısı her geçen gün azalıyor. Bugün filozoflardan daha kısa, kolay anlaşılır şeyler yazmaları isteniyor. Çoğu hakemli dergi 8000 ya da 10000 sözcükten uzun makaleleri yayımlamıyor. 15000 sözcüklük bir akıl yürütmem varsa ne olacak? Uzunluktan ve yavaşlıktan vazgeçerek felsefe yapmaya devam edebilir miyiz? Bunları aklımızda tuttuğumuzda salgın günlerinde üretilen 2-3 paragraflık metinlerin, kısa söyleşilerin sahici felsefi sezgiler barındırsalar da düşünceyi tetiklemek yerine kanaatler dünyasında birer kanaat olarak dolaşıma gireceklerini söylemek büyük bir kehanette bulunmak olmaz herhalde.

4. Žižek’in covid-19’la ilgili kitap çıkarması epey olay oldu... Bu salgında hem bir komünizm potansiyeli görecek kadar işleri büyütüyor hem de evde oturup dizi izleyin kasmayın diyor. Žižek’in düşünceleriyle ilgili neler söylersiniz?

Žižek’in düşünceleri ne çelişik ne de göründüğü kadar radikal. Žižek komünizm potansiyelinden söz ederken salgının olası politik sonuçlarını öngörmeye çalışıyor ve bu sonuçları önemsiyor, üzerine kafa yormaya değer buluyor. Oysa can sıkıntısıyla baş etmek için kasmayın, rahat olun, dizi izleyin, bunda utanılacak bir şey yok derken karantina deneyiminin kendi başına ilginç olmadığını, bu deneyimi Foucaultvari bir “kendilik kaygısı” için elverişli bir varoluşsal zemin olarak görenlerin karantinayı romantikleştirdiklerini ima ediyor. Bana kalırsa bu iki tavır arasında çelişki yok, tamamlayıcılık var. Žižek güncel durumda düşünmeye değer olan ve olmayan şeyleri birbirinden ayırmış oluyor.

Diğer taraftan, Žižek’in görüşlerinin ilk bakışta sanılabileceği kadar radikal olmadığını da görmeliyiz. Yazdıkları “salgından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mesajı veriyor gibi görünse de Žižek’in pozisyonu bundan daha karmaşık. Žižek salgından önceki metinlerinde sık sık eylemin çekimine, politik aktivizme hemen teslim olmamamızı, zamanımızın eylem zamanı değil durup düşünme zamanı olduğunu söylüyordu. Hatta bu bağlamda Marx’ın meşhur on birinci tezini tersine çevirip bugün filozoflara düşenin dünyayı değiştirmek değil yorumlamak olduğunu iddia ediyordu. Žižek salgından sonra komünizmin gerçekleşme olasılığı konusunda anlık bir coşkuya kapılıp sakınımlılığını ve “umutsuz olma cesaretini” elden bıraktı mı? Hayır. Her şeyden önce komünizmden söz ederken son derece genel ve sınırları belirsiz bir küresel dayanışma örgütlenmesini kastediyor.

Bu açıdan Žižek’in dedikleriyle örneğin Harari’nin dedikleri arasında neredeyse fark yok. Ayrıca Žižek salgının bizi komünizme götürmekte olduğunu söylemiyor, komünizm ve dayanışma üzerine düşünmeye götürdüğünü söylüyor. On birinci tez ters çevrilmiş haliyle duruyor, çünkü kriz dünyanın mevcut durumunun derinlemesine yorumlanmaya muhtaç olduğunu açığa çıkarıyor sadece. Žižek’in dediklerini bu şekilde anlarsak söyledikleri çok daha makul ve kabul edilebilir hale geliyor belki, ama açıkçası baştaki heyecan vericiliğini de yitiriyor.

5. Catherine Malabou covid-19 ile ilgili yazısında Rousseau’nun karantina anılarına değiniyor. Buna göre Rousseau gemide diğerleriyle birlikte, açık havada karantinaya girmektense penceresiz, soğuk bir binada tek başına karantinaya girmeyi tercih etmiş. Hatta bunu seçen o gemideki tek kişiymiş. Siz olsanız gemide diğerleriyle birlikte olmayı mı tercih ederdiniz yoksa binada tek başınıza olmayı mı?

Ben olsam çok da düşünmeden tek başıma kalmayı seçerdim. Birçok felsefeci böyle bir durumda muhtemelen yalnız kalmayı seçerdi, Malabou’nun kendisi de tek başına kalmayı seçiyor. Sokrates gibi şehir meydanında dolaşıp insanlarla konuşmaktansa Rousseau, Nietzsche, Heidegger gibi tek başına yürüyenler bugün bize yakın geliyor.

Rousseau’yla birlikte kalabalığı değil yalnızlığı seçmekte sorun yok, ama Malabou’nun Rousseau’nun karantinayla ilgili metninin tamamını alıntılamamış olması da ilgimi çekiyor. İtiraflar’ın Malabou’nun alıntıladığı kısmında, Rousseau mobilyasız bomboş bir binada adada tek başına kalan Robinson gibi nasıl yeni bir yaşam örgütlediğini adeta bir çeşit zafer duygusuyla anlatıyor. Ama Rousseau üç haftalık karantinanın yalnızca ilk iki haftasını tek başına bu binada geçirmiş. Metnin alıntılanmayan kısmında, Rousseau yazdığı bir mektup sayesinde son haftayı nasıl M. de Jonville’in evinde geçirdiğini anlatıyor ve evde kalmanın karantina binasında kalmaktan daha iyi olduğunu itiraf ediyor. Bunu yorumlamayı size bırakıyorum.

Bir başka mesele: İstediğimiz kadar oyumuzu Rousseau’dan yana kullanalım, bugün içinde yaşadığımız koşullarda Rousseau’nun yalnızlığını hayal etmemiz bile zor. İki haftayı hiç kimseyle iletişim kurmadan geçirmek belki çoğumuzun hayatında hiç yaşamadığı bir deneyim. Karantina nedeniyle evde yalnız kalanlar da sürekli iletişim halindeler. Tam bir iletişimsizlik, tam bir yalnızlık, yapacak hiçbir şeyin olmaması ve sıkıntıdan duvardaki çatlakları ya da halıdaki desenleri ezberleyecek hale gelmek...

Bunlar tadını artık unuttuğumuz, belki uzak bir geçmişten hayal meyal bize gelen duygular.

Sıkıntıyla yaratıcılık arasında bir bağ olduğuna inanıyorum. Yapacak bir şey bulamadığımızda sıkılıyoruz. Sıkıldığımızda, yani dünya bizi eyleme çağırmayı bıraktığında, aksiyon bittiğinde ise etrafımızdaki nesnelerle işlevsel olmayan, yeni ve yaratıcı ilişkiler kurmaya başlıyoruz. Ancak çok sıkılmış biri bisiklet tekerleğine ya da pisuara Duchamp’ın baktığı gibi bakmaya başlayabilir. Ancak sıkıntının sınırına varmışsanız Aristoteles’in M etafizik’i gibi bir metni satır satır yorumlayacak sabrı bulursunuz. İletişim kesildiğinde, aksiyon bittiğinde yaratıcılık başlıyor.

6. Sizce Malabou’nun dediği gibi karantinayı karantinaya almak mümkün mü?

Malabou, gemiyi değil boş binayı, kalabalığı değil yalnızlığı seçiyor. Ama yalnız da olsak başkalarıyla birlikte de olsak asıl meselenin karantina bölgesi içinde kendimize ait bir alt bölge yaratabilmek olduğunu da vurguluyor. Hayatın normal akışı içinde fark etmeden kendimize ait, başkalarının izinsiz giremeyeceği bir bölgenin sınırlarını çiziyoruz aslında: bizim kahve molamız, bizim parkta dolaşma saatimiz, dizi izleme ya da bulmaca çözme vaktimiz vb. Karantina koşullarında bu sınırlar bulanıklaşıyor, herkes her an hayatımıza girebilmeye başlıyor. Dolayısıyla Malabou’nun karantinanın içinde ayrı bir karantina yaratma önerisi pragmatik bir öneri gibi anlaşıldığında bana makul geliyor, herkesin hayatına devam edebilmek için şu ya da bu şekilde kendi özerk bölgesini zaten yarattığını düşünüyorum. Ama kendi özel alanımızı koruyalım derken romantizme kapılmamaya, “kendiyle baş başa kalmak”, “kendiyle ilgilenmek” temalarını idealize etme tuzağına düşmemeye dikkat etmeliyiz.

7. Dışsal olayların kontrol dışılığının farkına varmak bizleri içsel dünyamıza yöneltti, ama burada da içsel dünyamızda bir kontrolümüz mümkünmüş gibi davranmaya başladık. Sizce içsel dünyamızı kontrol edebilir miyiz?

Bu soruya Bergson’dan esinlenerek belki biraz beklenmedik bir yanıt verebilirim. Çoğu zaman tersine inansak da kontrol edilebilir, denetlenebilir, ölçülebilir, öngörülebilir olan şey aslında içsellik değil dışsallık. Virüsleri kontrol etmek duyguları ya da anıları kontrol etmekten daha kolay. Virüs salgınının eninde sonunda geçip gideceğini biliyoruz, salgının yayılma hızıyla ya da aşının ne zaman bulunacağıyla ilgili öngörülerde bulunabiliyoruz, öngörülerimiz doğrultusunda önlem alabiliyoruz.

Oysa bir hayal kırıklığının ya da öfkenin ne zaman “geçeceğini” kim bilebilir? Dışsal olaylar karşısında hiçbir zaman tamamen savunmasız değiliz. Kontrol edemediğimiz şey iç dünyamız, “ruhsal” yaşantımız.

Bergson felsefesinin çıkış noktası zamanın mekan gibi olmadığı sezgisiydi. Zaman kendi başına ölçülemez, denetlenemez bir şeydi; zamanı ancak mekansallaştırarak, döngüsel ya da çizgisel bir zaman temsilini devreye sokarak ölçülür hale getiriyorduk. Bergson bu zaman-mekan ayrımının iç dünyamızı da katettiğine inanıyordu. Yani saatlerle zamanı ölçtüğümüz gibi iç dünyamızı da mekansallaştırabildiğimiz ölçüde kontrol edebiliyorduk. Bergson benliğimizin bu kontrol edilebilir, öngörülebilir yanına “yüzeysel benlik” adını vermiş ve onu derin benlikten ayırmıştı.

Bergson’un ayrımlarına bağlı kalarak konuşacak olursak içsel dünyamızın ancak en yüzeysel, en mekanik, mekansallaştırılmaya en elverişli yanlarını ya da katmanlarını kontrol edebileceğimizi söylememiz gerek. Salgın günlerini evlerinde geçiren pek çok insan bir anda önlerinde açılan boşluktan zarar görmemek için bu tür kontrol mekanizmalarına başvurdu; insanlar yeme içme alışkanlıklarını, uyku saatlerini düzenleyerek, gündelik çalışma-dinlenme dağılımını dengede tutarak bir tür “ruhsal” sağlığı korumaya çalıştılar. Aynı şekilde, daha genel bir ölçekte beğenilerimizi, zevklerimizi, alışkanlıklarımızı kontrol etmek ve değiştirmek mümkün. Ama en derin arzularımızı, tutkularımızı, korkularımızı, bizi biz yapan eğilimleri istediğimiz zaman değiştirebilir miyiz? İç dünyamızdaki sıçramaları, kırılmaları, sapmaları öngörebilir miyiz?

Klasik filozoflar da popüler kişisel gelişim kitapları da hep insanın iç yaşantılarını kontrol edebileceğini varsayıyorlar. Pierre Hadot’nun “ruhsal alıştırmalar”, Michel Foucault’nun “kendilik kaygısı”, “benlik teknolojileri” dediği çalışmalarla insanın kendi üzerine etkide bulunarak daha erdemli, daha mutlu, tamamlanmış, bilgece, tutkulara yenik düşmeyen vb. bir hayata yönelebileceği varsayımı etik denen şeyin temelinde yer alıyor. Oysa Bergson bu varsayımın kolayca kabullenilir olmadığını güçlü biçimde gösteriyor: Derin benliğin süreklilikleri ve değişimleri kontrol edilemez. Ne yaparsanız yapın bir insanı başka bir insana dönüştüremezsiniz.

Belki insanların bugün bile astrolojiye ilgi duymasının ardında batıl inançlara yatkınlıktan çok Bergsoncu bir sezgi vardır. Burçların dünyası insanların değiştirilemez özelliklere sahip olarak kavrandıkları ve oldukları gibi kabul edildikleri bir dünya. Boğa burcu olunmaz, boğa burcu doğulur, bunu değiştiremezsiniz. Tıpkı bizi biz yapan adlandırılamaz sonsuz tekil farkın seçimlerle, kararlarla değiştirilememesi gibi...

8. Sizce koronavirüs salgınının iyi yönleri ve kötü yönleri (eğer böyle bir ayrım yapmamız olanaklıysa) nelerdir?

Böyle bir ayrım yapmak için çok erken. Bir felaketin de olumlu sonuçları olabilir, belli bir açıdan yıkım getiren bir olay başka açılardan yeni olanaklar açabilir. Ama bu olumlu sonuçlara, yeni olanaklara işaret edebilmek için o olayın tanığı olmaktan çıkıp ona inceleme mesafesinden bakabilmemiz gerekir. Biz şu anda virüs salgınının tanıkları ve özneleriyiz. Ölenlerin yasını tutuyoruz, karantina koşullarına alışmaya, salgının etkileriyle başa çıkmaya çalışıyoruz. Bu durumda salgının iyi yönlerinden ya da sunduğu fırsatlardan insanları rahatsız etmeyecek ve kulağa ikna edici gelecek biçimde söz etmek mümkün değil. Bir gün salgın geçip gittiğinde dönüp bize ne oldu diye bakacağız, iyi ve kötü yönleri tartmak o zaman mümkün hale gelecek.

9. Lucretius, Nietzsche ve Blake’i birleştirerek söylemek gerekirse her yöne doğru düşerken bir anda saptık... Peki sizce bu sapma kendi yaratımımız olan bir gelecekte yaşama potansiyeli taşıyor mu? Sizce Minerva’nın baykuşunun kanatlarını açtığı bir an mı bu?

Yine Bergson’a gönderme yaparak yanıt vereyim. Bergson ilk yapıtlarında zamanı psikolojik bir çerçevede, bilinçle ilişki içinde kavrarken bir noktada bütün canlı varlıkların, hatta cansız varlıkların “süreli” olduğunu fark ediyor. Yaratıcı Evrim’in başlarında yer alan meşhur şeker parçası örneğinin anlamı bu. Şeker parçasının suda erimesini beklemem gerek. Nasıl bilim- kurgu filmlerinde olduğunun aksine salt zihin gücüyle nesneleri yerinden oynatamıyorsam aynı şekilde düşüncemle bir olayı yavaşlatamam ya da hızlandıramam, şeylerin süresine müdahale edemem. O halde salgının da bir süresi var, “sapma” dediğiniz şeyin sonuçlarını görmek için beklemekten başka yapacak bir şey yok. Hegel bu bakımdan Bergson’dan farklı düşünmediği için Minerva’nın baykuşunun ancak karanlık çöktüğünde kanatlarını açacağını söylüyordu. Felsefe yaşlanmış olanı gençleştiremez ama onu düşünülebilir hale getirir diyordu.








"UZUN BİR KAZA"
2020 COVİD-19 SALGINI ÜZERİNE JALE ÖZATA DİRLİKYAPAN İLE SÖYLEŞİ

1. Salgın imgesi/kavramı sizin için ne ifade ediyor?

Sanırım çok da üzerine düşündüğüm bir kavram değilmiş “salgın”. Gündelik hayatlarımızda en fazla grip ya da ishal salgınlarıyla falan karşılaşırdık. Ciddi etkileri olan salgınlar geçmişte kalmıştı, olsa olsa distopik filmlerde ve romanlarda karşımıza çıkıyordu. Ya da sözcüğün metaforik kullanımlarını duyardık.

Şimdiki salgına herkes kendi yaşantısı, hayata bakışı ekseninde tepkiler veriyor şüphesiz. Sanırım ben imgeden çok bir “olay” olarak algılıyorum salgını. Hele ki bizzat içinde yaşadığımız şu sıcak dönemde henüz zihnimde net bir görüntüye/imgeye dönüşmüş değil. Olsa olsa şu üç boyutlu ve hareketli görüntüsü canlanıyor zihnimde. Tiksinti veren ve aynı anda merak uyandıran o girintili çıkıntılı canlı “şey”. Hissettiğim bu tiksinti Kristeva’nın iğrenç olana dair söylediklerini aklıma getiriyor. Şöyle diyordu Kristeva: “Dışkılar-akıntılar ve dışkıya-akıntıya benzeyen şeyler (çürüme, enfeksiyon, hastalık, ceset vb.) kimliğin dışından gelen tehlikeyi temsil ederler: ben-olmayanın tehdit ettiği ben; dışı tarafından tehdit edilen toplum; ölümün tehdit ettiği yaşam”. Tabii Kristeva’nın saydıkları gibi göze görünen bir şey değil bu virüs. Kurguları saymazsak, ölümcül etkilerine tanık olduğumuz ve bu yaygınlıkta bir görünmez tehditle ilk kez karşılaşıyoruz. Üstelik etkileri, belirtileri kesinlik taşımıyor. Kimisi virüsü taşıdığını bile anlamazken, kimisini haftalarca solunum cihazına bağlıyor, öldürüyor.

2. Bu salgın deneyimini, daha önce yaşadığınız herhangi bir deneyimle özleştirdiğiniz oluyor mu?

Hayır. Çoğumuzda şok etkisi yaratmasının, kaygılar uyandırmasının nedeni de tam olarak “daha önce yaşadığımız hiçbir şeye benzemiyor oluşu” aslında. Birdenbireliğiyle başımıza gelmiş bir kaza. Ama ne zaman sona ereceğini bilemeyişimizle, kısmen öngörülemezliğiyle “uzun bir kaza” olacağa benzer. Şehrin tümünde değil de nerede olacağını bilemeyeceğimiz farklı bölgelerinde her gün gerçekleşen depremler gibi.

3. Karantina deneyiminiz nasıl gidiyor?

Bu dönemi herkes farklı yaşıyor elbette. Sınıfsal ve cinsiyete dayalı farklılıklar daha da belirginleşti. Eve kapanmanın, kapanabilmenin bir vicdan yükü var. Ekonomik nedenlerle bunu yapamayanlar ile yapabilenler arasındaki fark, kendini acı ve büyük bir öfke uyandıracak ölçüde duyuruyor. Karantina yerine “koza” diyelim diyenler, “evde kal” mesajı veriyor pozunda lüks evini gösterenler vs. bu süreci sokakta ya da iş yerinde geçirmek zorunda olanlarda ve onlarla özdeşleşebilenlerde öfke yaratıyor şüphesiz. Bu eşitsizliği böylece ortaya koyduktan sonra “bireysel” karantina deneyimlerinden söz etmek bana zor geliyor. Sanırım söylediğim her şeyi o evde kalamayanların gözüyle de okuyacağım için. Bu süreçte o gözler içime çok işledi benim. O gözleri hep üzerimde hissediyorum. Suçluluk duyarak eve kapanıyor olmanın kime ne faydası var bilmesem de...

Çok büyük fark olmadı hayatımda. Evde olmayı hep daha çok tercih ettiğim için belki. Karantinadan önce de ders, toplantı, görüşme vs. olmadığı günlerde evde, diğer günlerde üniversitedeki odada kapanıyordum zaten. Ancak kızım da okula gidemediği için gündüzleri ona daha çok vakit ayırmamız gerekiyor artık. Daha çok yemek pişirme, daha çok temizlik, kaçınılmaz. Ama idare ediyoruz.

4. Sizce karantinada yaşadığımız şey gerçek bir yalnızlık deneyimi mi?

“Gerçek” bir yalnızlık deneyiminden kasıt, isteyerek yalnız kalmak, kabuğuna çekilmek gibi bir şeyse, değil kuşkusuz. Evde yalnız kalabilenler için zorunlu bir kapanış bu. Sonuçları herkes için farklı olacaktır, ama gözleyebildiğim kadarıyla mecburiyetin getirdiği bir yavaşlama, içedönüş ve sorgulama söz konusu çoğu kişide. Her günkü yapıp etmelerimizin, alışkanlıklarımızın ortadan kalkması ve bize sanki hep yapabilecekmişiz gibi gelen şeyleri artık öyle kolayca yapamayışımız, kurduğumuz düzenleri bozdu. Sistemler bozulunca, yara alınca ya da o sisteme çomak sokulunca, malum, varlıkları üzerine düşünmek de daha mümkün olur. Şimdi karantinadaki yalnızlığın temel gündemi bu bence: Ben daha önce ne yaşıyordum? O yaşantıdan memnun muydum? Nelerden şikâyetçiydim? Sızlanıp durmamı gerektirecek önemde miydi bunlar? Peki ya neleri kanıksamıştım? Kanıksayacağım kadar önemsiz miydi bunlar?

5. Karantina sürecinde herkesin düşünsel gelişime yönelmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Entelektüel aktivite sanki buna indirgenmiş gibi...

Modernlik büyük oranda hızla tarif edilir. Adına hakikat-sonrası, geç kapitalizm, modernite-sonrası, ne dersek diyelim, içinde yaşadığımız çağda da hızın hem dayatılması hem arzusu hayatlarımızı çoktan ele geçirmiş durumda. Toplumun bir kesiminin (ama çok da büyük olmayan bir kesiminin) karantina sürecini “kendini geliştirme” imkânı olarak görmesi farklı şekillerde yorumlanabilir. “Uzmanlar” tarafından sürekli dile getirilen ve artık kabak tadı veren “kendini geliştirme” söylemi, “kendine yatırım yapma” gibi kapitalist düzenin arzu ettiği bencilce bir ima içeriyor. “Aman sakın zamanını boşa harcama!” Elbette işsiz kalanların ya da riskli mesleklerde çalışmayı sürdürmek zorunda olanların varlığı, bu imayı çok daha sevimsiz kılıyor. Sanırım diyalogları bir şekilde sürdürebilmek, kolektif bir çıkış, kolektif bir “gelişim” imkânı arayabilmek gerek. Hiçbir şey olmamış gibi, sanki tam da şu anda başımıza çok olağandışı, üstelik en büyük nedeni “kendine yatırım yapma” söylemini üreten sistem olan bir şey gelmiyormuş gibi bireysel gelişimlere odaklanmamızı salık verenler oldukça sinir bozucu olabiliyor.

Öte yandan, kaygıyla baş edebilmek, sosyal medyanın zaman zaman depresiflik tonu yoğunlaşan, kaygıyı artıran gündemine takılıp kalmamak için bu süreci daha çok kitap okuyarak, film izleyerek, ne bileyim, dil öğrenerek geçirmenin bir sakıncası olamaz kuşkusuz. Hangi söylemin içinde kalarak bunları yaptığımız, hayat içinde duruşumuzu da ele veriyor aslında.

6. Bazı düşünürler sıkılmanın boş bir iç dünyanın sonucu olduğunu ima ediyor, sizce bu doğru mu? Yoksa elitizm kokan bir düşünce midir sıkılmanın eğitimsizliğin sonucu olduğunu düşünmek?

Sıkılmanın tek bir hali yok. Farklı farklı sıkılmalar var. Aşırı dolu bir iç dünya da sıkabilir kişiyi, sadece dış dünyanın gerçekleriyle dolu bir içle yalnız kalınca ne yapacağını bilememek de. Burada kastedilen ikincisi sanırım. Herhalde, okumayı, izlemeyi, kendi kendine kalmayı sevmeyen bir insan bu süreçte daha çok sıkılacaktır. Yapılacaklar çok sınırlı olacaktır çünkü. Ama bir şekilde zihinsel ya da fiziksel üretimini sürdürmeye çalışan, hayatını zaten böyle yaşayan kişilerin sıkılması, en azından daha uzun zaman alacaktır. Bu meseleyi doğrudan eğitime bağlamak ve bir genellemeye varmak pek doğru gelmez bana.
Kişilerin varoluşuyla, kendilerini hayatta nasıl konumlandırdıklarıyla, evdeki mecburiyetleriyle, dışarıdaki alışkanlıklarıyla vs. o kadar ilgili ki bu “sıkılma” meselesi, böyle hızlıca bir sonuca ulaşmak zor.

7. Catherine Malabou, Covid ile ilgili yazısında Rousseau’nun karantina anılarına değiniyor. Buna göre Rousseau gemide diğerleriyle birlikte, açık havada karantinaya girmektense; penceresiz, soğuk bir binada tek başına karantinaya girmeyi tercih etmiş. Hatta bunu seçen o gemideki tek kişiymiş. Siz olsanız gemide diğerleriyle birlikte olmayı mı tercih ederdiniz yoksa binada tek başınıza olmayı mı?

Sen söz edince yazıyı okudum. Benim için yanıt gemide kimlerin olacağına ve dilediğimde çekilebileceğim bir kamaram olup olmayacağına göre değişir. Yalnız kalmak benim için oldukça önemli bir ihtiyaçtır çünkü. Ama Rousseau geminin haşerelerle dolu oluşundan falan söz ediyor. Tercih edilesi bir şey değil gibi. Öte yandan Rousseau’nun kitapları, kalem ve kâğıtları yanındaymış. Bu şekilde 21 gün kökten bir yalnızlığı da tercih edebilirdim sanırım, bilemiyorum.

Burada bana asıl ilginç gelen başka bir şey var. Rousseau şunları söylemiş bir düşünür: “Mutlu insanlar, sizin festivaliniz açık havada, gökyüzünün altında bir araya gelip kendinizi tatlı duygularınıza bıraktığınız festivallerdir. Peki bu kamusal gösterilerde gösterilecek olan nedir? Buralarda insanlar birbirlerine kendilerini göstereceklerdir.” Elbette sanat bağlamında söylüyor bunu. Ama yine de Rousseau gibi festivalci bir düşünür, penceresiz kapalı bir ortamı açık havaya tercih etmişse mutlaka haklı nedenleri vardır.

8. Lucretius, Nietzsche ve Blake’i birleştirerek söylemek gerekirse; her yöne doğru düşerken bir anda saptık... Peki sizce bu sapma kendi yaratımımız olan bir gelecekte yaşama potansiyeli taşıyor mu?

Bu sapmanın ömürlük bir etkisi olacak mı diye soruyorsanız, hem bireysel hem de kolektif yaşantılarımızda geri döndürülemez bir biçimde etkisinin olacağını düşünüyorum. Başımıza geldi bir kez. Üstelik farklı biçimlerde gelmeyi de sürdürebileceği söyleniyor. Belki de bir “musallat”a dönüşecek. Onunla yaşamayı öğreneceğiz. Ellerimizi 20 saniyeden az yıkayamayacak, dilediğimiz gibi dilediğimiz yere dokunamayacağız (Siz de fark ettiniz mi meğer ne çok yere, ne kadar sık dokunuyormuşuz!). Sevdiklerimize özgürce sarılamayacağız, riskin sürdüğü dönem boyunca diğerini de kendimizi de hep bir tehdit olarak algılayacağız.

Öte yandan belki, umarım, doğanın bozulan dengesi, kirlenen gıdalar, yaşam alanı kalmayan hayvanlar üzerine daha çok düşünecek, geleceğimizi kurtarmak için daha aktif roller üstleneceğiz. Kolayca unutulacak günlere benzemiyor bu günler.

9. Virüslerle ilgili söylemlerde öne çıkan bir başka söylem de onu ‘doğanın intikamı’ olarak yorumlamak yönünde. Böylece insanlar ders alıp yollarına devam edeceklermiş gibi. İnsanın doğayı kendi dışında bir şeymiş gibi görmesinde sizce de problemli bir yan var mı?

Doğa intikam almaz. Bizim de bir parçası olduğumuz doğa, var kalmaya çalışır. İnsan tarafından fazlaca sömürülüp varlığı kimyasallarla, saldırı girişimleriyle tehdit edilince dengesi bozulur. Zincirleme etki-tepkiler söz konusu olur. Bu türden felaketlerde doğanın intikamından söz edenler, insan elinin doğal yaşama verdiği zararlara yıllardır tanık olanlar, muhtemelen yansıtma yapıyorlar. “Bana bu kadar zulmedilse intikam almak isterdim” düşüncesinin sonucu belki. Aksi halde, bedenimizin dengesi bozulduğunda ve bir hastalık baş gösterdiğinde, ona iyi bakmadık diye bizden intikam almaya çalışan bir bedenden söz etmemiz gerekir.

10. Edebiyatçıların, düşünürlerin ‘o anda yaşanmakta olan bir olay’ karşısında; henüz o olay tam olarak anlaşılmamış, o olayla ilgili kavramlar-anlamlar henüz üretilmemişken; eski kavram setleriyle olaya yaklaşmalarında herhangi bir yanlışlık görüyor musunuz?

Yeni kavram setlerinin, yeni anlamların oluşması zaman alacaktır. Yaşanmakta olan çarpıcı bir olayın içindeki yazar ve düşünürler, anlama refleksleriyle analizler yapar, kendi bakış açılarını oluşturmaya çalışırlar. Bir tür “ara dönem”dir bu. Yalpalamalar, çelişkiler, aşırı yorumlar görülebilir. Önemli olan başımıza gelmekte olan bu şeyin, insan fikrine, ideolojik konumlanışlara etkisini samimiyetle anlamaya çalışmak, var olan birikimle bir bakış açısı geliştirmeye “başlamak”tır. Eski kavramların işlemediğini görmek için gereklidir bu.





aynı olacaksam ben yine



işte burada, anlamanın bitmez tükenmez noksanlığında 
yatıyorum okyanusunun referans boşluğunda
gemimiz yüzdüğü denizden başka bir suya battı
ellerimizle tuttuğumuz kavramlar da en az bizim kadar hastaydı 
hayır gözümdeki melek sendin, encüm ile felek sendin
sonra canın sıkıldı alçak! ve bir fırtına üfledin
tutamadık kayıyor her şey ellerimizden, yatağa bile varmadan 
bakışımla izini yakaladım ancak uçuşan gölgenin
yatak kayıyor ben kayıyorum ama şarj prizde kalmış
tak çıkar tak çıkar sanırım bu tek yetkinliğim

babil kitaplığını deviriyorum
dışarda allahu ekber ile alkış
mavi ışıktan acıyan yorgun gözlerimi 
yaralı güzelliğime çeviriyorum

ritimli haberiyle, kurtarılmış ya da batmış bir dünyanın 
daralıp açılmasıyla gidip gelmekten bıktım
her gün sabahlığım süpürürken yerleri
damarlarımda akıyor ve kalbime saplanıyor
kanımdaki tanrı nefreti.









Ampute




(Moderato)
Mutluluğa gereksiniminiz azalıyor.
Artık uykuya da daha az ihtiyacınız var.
Sadece tükenen hormonların dirilttiklerinden değil ölümlerin hassasiyet ve haysiyetten alenen eksilttiklerinden de sıkılıyorsunuz.
Bazısı oysa, kendi raf ömrünün hacmini sessizce, içgüdüsel olarak duyumsuyor.
Kamuoyuna sunulması icap eden yedek akçe saygıya gerek duymadan istifasını gerekli gördüğü şekilde sunabiliyor.
Çekirdek ailenizin bir üyesi intihar etmiş olsaydı, soranlara intihar dememek için aradığınız cevaplarla kişisel gelişim kitapları yazabilirdiniz.
Kişisel gelişiminiz, kendinizi zaman karşısında kaç kilogramlık bir kum torbası olarak gördüğünüzle sınırlı.
Zaman gün geçtikçe özgürleşiyor.
Kof dindarlığınızın amorf coğrafyaları ve “bizim zamanımızda” ile başlayan referanslarınız hiçbir anlam taşımıyor.
Zaman hızını değil şeklini değiştiriyor.
O çelimsiz boyunduruğunuzun altına asla girmiyor.
Sahiplendiğiniz virütik hatıratın içinde hiç ulaşamayacağınız bir sayfiyeye doğru sabit bir ivmeyle yol alıyorsunuz.
Aydınlık havaları merhametli gardiyanlara benzetiyorsunuz. Belli ki henüz entübe edilmemişsiniz.
Geceleriniz yapış yapış uygitsinciliğinizden bile dar.
Örf ve adetlerinizi ancak fi tarihinde kırılmış bir rakı şişesinin kokusunun sindiği küçük bir dükkan kadar barındırabiliyor.
Kokunun kaderi müteahhidin insafına, dönüşüm pandemisine ve dövize endeksli ılımlılığınıza bağlanıyor.
Herhangi bir mücbir sebebin bir cemreliğine sağaltılan sağısınız. Mesele değil, meselasınız.
İstatistiklerin sol tarafına alışıyor, kendinizi sattığınız için uzun yaşıyorsunuz.
Sattığına meftun biri, mesela bir tekel bayii, altmışından sonra amputasyon kelimesinin anlamını öğreniyor.
Bazı kelimelerin anlamları sadece mecbur kalındığında öğreniliyor. Mecbur kalındığında öğrenilenler tanrıları gömüyor.
İnancın vücut bütünlüğü bozuluyor.
(Nakarat)
Mutluluğa gereksiniminiz azalıyor. Artık uykuya da daha az ihtiyacınız var.

the table

 i.

a lifetime ago.

ii.

not the table, i think to myself. not the table. anything but the table. please please. please.
it is the table.
i had formed my own habits and preferences in a matter of only a couple of days. was that because days felt like months, or even years, and were days no more? i didn’t know, and i hadn’t even thought about it until much later. all i did know was that the table was the worst. the hard wood against my wrists bent at unnatural angles, the long legs that seemed to stretch forever and never come to a halt, the emptiness on all four sides that left no room for cover or rest. the table was a rectangular abyss, and i was hanging by the arms at the sides. it wasn’t that i didn’t want to hold on, it was that clinging and letting go were equally impossible -- physically, bodily impossible. if i tried to sever the bonds that attached me to the table and kept me on the edge of the abyss, i was no different than a fly that happened to land on honey. and if i did nothing but just sit still and surrender to the abyss, the sheer pain in my arms erased any other thought and action from the realm of possibility. practical problems. if i rested my arms on my knees then the backs of my thighs hurt after a while; sitting with my legs stretched out comforted my back, but felt like someone was cutting my arms open to tear down every single muscle inside.

i knew why he wanted my by the table -- hanging on to the table, hanging from the table. this meant direct sight to him when he was in the kitchen, perfect vision. it was better than leaving me on the bed with the door locked from the outside, it was better than trusting my obedience and letting me sit in the kitchen with him, it was better than allowing me out in the garden among the overgrowth and all sorts of weeds and bushes that made me itch, it was better than burying me under a mound of sticks for a handful of carrots. it was better than every other thing he had or could have done because it was a perfect demonstration of his work, laid out in the open with no way out, acted out and performed for him to approve and enjoy. the fly sinking deeper and deeper into the honey, its transparent wings and oil slick body submerged further and further into the sticky golden substance.

my arms. hanged, drawn and quartered, but only by half. more practical problems. i knew my arms wouldn’t hurt as much if they were tied lower on the leg. if i pulled both knees to my chest, i could rest my elbows there for a while, and bury my head in between my knees. this worked, but since the knot was too high up, i had to pull my arms down for them to meet my knees, which meant i was once again on the edge of the abyss. not wholly inside, not safely away from it, but just on its edge. riding the edge with this monster of a burden on my back. i couldn’t lean inside because the weight would make me topple over, and i couldn’t itch away either because the weight anchored me to the ground where it was slippery with sweat and blood.

iii.

like a dog taken for a vaccination shaking to its core, i am afraid. but at least this time i know what awaits. i recognize this, i have been here before, i can take this. here is the abyss. here is where i stand. there is a limit to the time spent on the very edge of it. as soon as he is out of the kitchen, i am untied, not liberated but freed of the pain in my muscles. of all the things that go on in this medieval execution square, this is what drives me closest to madness, because this is the only act in which i am not facing him. he is not in front of me, i cannot plead with him, i cannot look him in the eye and hope to permeate, i cannot kick or push away, i cannot grip the hands that bury me alive.

iv.

i dream of leaving this house on shoulders.
i am being carried away. i am triumphant,
i am victorious. i made it out, you stayed in. 
i had to bury me to see me out.

i rest my head on my shoulder. i can see him. he can see me. i close my eyes. one of the few things he cannot take away from me. the skin on my shoulder is rough against my cheek. a thousand tiny scratches from the wiry sponge he uses to wash me down. like an old nightstand being sanded before a bored housewife bathes it in veneer and paints it all over for praises from her oblivious husband. my head rests on a meadow of thorns. i can smell the soap mixed with the blood. i can smell food. never have i ever waited so eagerly for breakfast.

here are my eggs. my hands untied, my arms finally at rest, i bury my face in the plate.


nehir




nehir patlıyor kıyılarında
nehir patlıyor kıyılarında
yorgunum trompetin sessizliğinden
nehir kıyılarında patlıyor
siyah sprey boyayla işaretlenmiş bir kayanın üzerinde 
patlayan nehrin kıyısındayım
pet şişe olağanüstü sürükleniyor akıntının içinde 
nehir kıyılarında patlıyor
nehir kıyılarında patlıyor
meltem lağım kokusunu beraberinde getiriyor
bu serinliği kabullenmekten başka çare yok
nehir kıyılarında patlıyor
yorgunum sessizliğinden
nehir patlıyor kıyılarında
nehir patlıyor
nehir patlıyor
onun terörü şefkatle saçılıyor etrafa
yorgunum şeylere muhtaç olmaktan
nehir patlıyor kıyılarında
gözlerime bakın
dayanamıyorum artık
eve dönmem gerek






beklenen olmuyor



zamanın çürümeye tabi odalarında
yerçekimini bile yordum durarak
gücümü gözlerimin kaslarından alıyordum
gücüm tek taraflıydı ve günler ağırıma gidiyordu
beklenen olmuyor; ölmüyor veya hastalanmıyordum
alkolü bırakmak zorunda kalmamıştım henüz
-kendimizi eve değil de bara kapatalım mı? sorusunun tam vaktiydi 
ama rüzgar gözlü bir kadın bunu bana böyle hiç teklif etmedi 
susmayı öğrenecek kadar cevapsızdım o yüzden
arzunun değil temkinin, amacın değil dengenin cesaretiydi sanırım bu 
gizlimiz saklımız vardı da felsefe mi kurtaracak bizi
bize özgürlüğü mü kanıtlayacaktı?

kendimin sınırlarına dayanmıştım
aştıkça sınırlarımı; tedavülden kalktım
ulaştıkça başka yerlere; kendime bulaştım
ham hakimiyet; “oğlum yapma!
beynini ortaya koyma diyordu, zarlar hileli”
dün düştüğüm ikilemden bugün rahatlıkla çıkabiliyorsam 
biraz tozuz; silkeleseler çıkarız nihayetinde
biraz örüntü; görünebildiğimiz kadar
biraz saç; azaldıkça çoğalan açlığımız
biraz linç; bi-linç oysa yaşam sadece
biraz iz; kriz bizim olağan halimiz
biraz da kayıp; yok bunda müziğin ve sokağın bir ayıbı




Dipsiz Bir Göl

Titreşimin esinlendiği kelebek ölümleri 
Kümelerden oluşan prizmatik dağlar 
acid voice kulaklarından çıkanlar ağzına 
acid voice
tepelerin ardından üzerimize gelen alev tekerlekleri 
yürüyen gövde değil gövdenin kulesi
üç gün süren ölüm
üç yüz gün süren doğum hazları
acid voice kabarcıklarını yolduğun her an 
tüm aşklarım acid voice
dipsiz bir göl gibi can bulmam ekranda








lorena
Kocasının penisini kesen kadın, 
penisi daha sonra arabanın camından dışarı attı. 
- Haber bülteninden
yumuşak, avucumun içindeydi ve titriyordu 
yeni doğmuş bir kuş gibi ve düşündüm 
otoriteyi ve nasıl hep ısrar ettiğini 
kendinde, nasıl efendisi olduğunu
insanın, nasıl onu tarttığını, asla
görmezden gelinmediğini veya reddedilmediğini, ve nasıl vadettiğini 
halaveti kendisine itaat edildiğinde
aynı azizlerin yaptığı gibi, melekler gibi
ve pencereyi açtım ve dışarı uzattım
açtığım avcumu; tanrıya yemin ederim
uçacak sandım




Türkçesi: Çağla Taşkın




hakkında
“...cüretli bir serüvenci gelecektir belki de; yosunun zarif ve fani şiirlerini boş verip diplerde yatan, daha az iletişimsel, çok daha edilgen, tümüyle zaman ötesi olan, soğuk, volkanik kaya şiirlerini çok çok önceleri, uzayın muazzam yalnızlığı ve daha da muazzam kalabalığı içinde bizzat yeryüzünün dile getirdiği her bir sözcüğü okuyacak ilk yerdilbilimci.”*
Ursula K. L e Guin
( Mahkumlar taş ocağında çalışmaktadır.)
...
MAHKUM 2 – Ne zaman başladın?
MAHKUM 1 – Bir hafta oldu. İlk buraya gönderdiler. 
MAHKUM 2 – Daha yolun var demek.
MAHKUM 1 – Daha önce bulundu mu hiç?
MAHKUM 2 – Bana denk gelmedi ama birkaç ay önce bulunmuş en son. Güney Teridonya’dakiler bulmuş. Öncesinde de çok bulunmuş o civarda ama hâlâ üzerinde çalışıyorlar galiba. Herkesten gizliyorlar bulduklarını.
MAHKUM 1 – Neden gizlesinler ki?
MAHKUM 2 – Çok da umurumda değil açıkçası. Beni ilgilendirmiyor.
MAHKUM 1 – Madem daha önce o civarda çok bulunmuş neden burada arıyorlar ki. Teridonya’ya baksınlar.
MAHKUM 2 – Türlü söylentiler var.
GÖZETMEN – Çene çalmayı bırakın.
MAHKUM 2 – Güneş tepede. Ne zaman bırakacağız? 
GÖZETMEN – ...
MAHKUM 2 – Al işte.
MAHKUM 1 – Aldırma. Söylentiler ne diyor?
MAHKUM 2 – Gece vardiyasındakiler bulmuş. Bir gecede 68 ton tartmışlar. Söylenene göre gece bulma olasılığı daha yüksekmiş zaten.
MAHKUM 1 – 68 ton! Vay vay vay!
MAHKUM 2 - Tesadüf o ki o sırada mühendisler keşifteymiş de fark etmişler.
GÖZETMEN – Paydos! Haydi herkes yemeğe. Oyalanmayın.

(Kazma ve balyozlarını bırakıp yemek sırasına doğru yürürlerken MAHKUM 2 anlatmaya devam eder.)

MAHKUM 2 – Taşlar kantardayken bir uğultu duymuşlar. Köleler büyük parçaların altında ezilen küçük taşların kırılma sesi sanmışlar. Mühendisler gözetmene talimat vermiş. Herkesin kelepçesini aktifleştirip susturmuşlar. Dinlemeye koyulmuşlar sonra. O an anlamışlar bulduklarını.
MAHKUM 1 – Ne diyormuş? Biliyor musun? 
MAHKUM 2 – Ben nerden bileyim yahu. 
MAHKUM 1 – Ne bileyim, anlatmışlardır belki.
MAHKUM 2 – Onlar da bilmez ki. Boynundakinin ne işe yaradığını bilmiyorsun anlaşılan. Bak onun anahtarı gözetmende. Gözetmen komut verdiği anda tüm algıların ikinci bir komut gelene kadar devre dışı kalır. Duyamaz, göremez, anlayamazsın. Kalbinin bile durduğunu söylüyorlar ama bunu kim ispatlayabilir ki?
MAHKUM 1 – Hâliyle Terdonya’dakiler de bilmiyor. Doğru dedin. 
MAHKUM 2 – Kafayı böyle şeylere yormamaya çalışıyorum artık. (Yemek sırasındalar.)
MAHKUM 1 – Senin ne kadar oldu burada?
MAHKUM 2 – Yedinci ayım on gün sonra dolacak. Sonra gidiyorum. 
MAHKUM 1 – Kurtuluyorsun demek.
MAHKUM 2 – Alışmaya başlamıştım oysa. Zaten tam da bunu yapmak istiyorlar. Her gün ölmeyi dileyecek kadar çalıştırıp artık çalışmanın ölmekten daha kolay bir şey olduğuna ikna olduğunda da öldürüyorlar. Anlayacağın kurtulmak değil, infazın başlangıcı.
MAHKUM 1 – Kurtulmak gibi geliyor bana. Belki de hala ilk haftamdayım diye.

(Kantarın karşısındaki cam odadan Mühendis telaşla çıkıp Gözetmen’e işaret eder.)

GÖZETMEN: Kelepçe!
                                                                
                                                                            ***

TAŞIN EDİLGEN ŞİİRİ

Dahayolunvardemek 
Herkestengizliyorlarbulduklarını
Gizliyorlar, arıyorlar
Kazma sesleri
Çene, güneş, söylentiler 
Gecevardıyasındakilerbulmuş 
Birgecede68tontartmışlar
Vay, vay, vay!
68ton
Güm!
Kantara yük koydular duyuyorum 
Mühendislerkeşifteoyalanmayın 
Taşlarkantardaykennediyormuşbiliyormusun? 
Fısır fısır konuşmalar duyuyorum 
Kalbininbiledurduğunusöylüyorlar 
Bunukimispatlayabilir ki
Bir kuş öttü
Hergünölmeyidileyecekkadar 
Kurtulmakgibigeliyor
Kelepçe











02.04.2040
Kendine iyi kendine kötü kendine göre 
göz göre göre, herkesle töre, her yere yöre 
gittiği yöne, kah döne döne vardığı jöne 
kah söne söne döndüğü böne

kendine iyi olduğu gibi kendinin ipi
kuyunun dibi, kimin nasibi kirpinin derdi
fiilin kipi çekim sebebi, kiminin dini derman mektebi 
biri dediydi her meydan harbi insanın celbi
nerede kalbi nerde sahibi, kendinde bildi
kendi bitince ölüm belirdi sandı katili kendi değildi 
her şeye sabit, herkese vakit, harcadı nakit
bekledi katip, güzel de bir tip, çürüdü bitti

dünya dönüyor yıldız sönüyor
uyku bölüyor insan ölüyor
insan olmayan hayal örüyor
kuştur ötüyor şafak söküyor
kurşun döküyor, sanırsın nazarı şeytandır yazarı 
kötü dediğin hücrende zardır
içinde tutsak bir garip yardır 
açılsa yaradan akan da andır
kana kanaya içtiğin candır
ne dün ne yarın hepsi bir tan’dır 
gemi karada az biraz yandır
bir tufan kopsa, yüzsem de yüzsem




“Kaosa geri dönme umudu ve arzusu, insanı mum karşısındaki kelebeğe benzer kılar.”*
Fedakârca gösterilmiş her çabanın karşılığı yine o çabanın kendisidir. Tam anlamıyla karşılığını aldığımız tek şey belki de kendimiziz. Unutuyoruz. Yeniden hatırlayalım diye, parmakların hikâyesini şöyle anlatabilirim size: Yan yana yaşayabilmek için boşluklar koyarlar aralarına ve hiçbiri bir ötekinin boyunu ölçmez. Her şeyi çok yakından, neredeyse hiç boşluk bırakmayacak kadar yakından görebilen bizler, doğanın karşısında hâlâ birer taklitçiyiz. Yalnızca irade, maymunların gülünçlüklerini bilgeliğe dönüştürüyor. Bütün sular çekilip kuruduğunda Güneş’e öfkelenecek olanlar, onun bir an bile aksatmadığı şu ışıklı yaşamı nasıl da görmezden geliyorlar! Bir an bile aksamadan devinen suyu ve toprağı ve ateşi ve havayı... Her şey aşamalı bir düzen içinde, hem maddesel hem tinsel bir devinimle, zorunluluk yasasına bağlı olarak, olmayı ve yok olmayı sürdürür. "Natura non facit saltus." (Doğada sıçrama olmaz.) Peki ya sapma?

Kimi zaman, dünyanın şarkısını tersten okuyan büyücüler gibi lanetlenir ve sürülürüz (evet bu kez evlerimize.) Tanrısız kalan yerkürenin sahte kanun-koyucuları, akışseverler, hedonistler, züppe bilgeler, şarlatanlar, gözü bağlı hakikat savaşçıları, sırf ağları tükendiğinden kendi bacaklarını kemirip duran zavallı örümceklere dönüşürken kimileri de “kozmik” bir gücün olağanüstülüğü karşısında Zorunluluk'u gözlemleyip düşünerek Tanrısal olana yükselmenin bir yolunu bulur.

"Zorunluluk:EyolağanüstüZorunluluk,senüstünakıllabütünsonuçları nedenleriyle ilintili olmaya zorlarsın ve üstün ve geri döndürülemez yasanla der doğal eylem en kısa yoldan sana boyun eğer... Ey yüce eylem, hangi kavrayış böyle bir doğaya nüfuz edebilir? H angi dil böyle olağanüstü bir işleyişi söze dökebilir? Elbette hiçbiri. Bu, insan söylemini T anrısal düşünceye yöneltir. (Codex Atlanticus, f. 302 v.b.)

Leonardo Da Vinci'yi de kendine has bir "imana" götüren şey de tam olarak budur. Bilmek/anlamak arzusu onu zamanla resimden uzaklaştırıp tekniğe yöneltse de çağdaşları onu aynı zamanda Tanrısal bir ressam ve filozof olarak yüceltirler. Mitleştirilen kişiliğinin dışında o, kevnî ayetlerle ilgilenen bir müfessir gibi evreni okuyarak Tanrısal Zorunluluk'un her tezahürü karşısında dinsel bir hayranlık gösterir ve yine doğanın yasalarını çiğneyerek doğaya egemen olma iddiasında bulunan her şarlatana şiddetli bir öfke duyar. Kodekslerindeki düşünceler, masallar, kehanetler ve nüktelerle bilimin yanı sıra bilgeliğin kapısını da araladığını kanıtlar bize. Ama pek azımız onun bilgeliğiyle ilgileniriz. Nedir bilgelik? Masallardaki hisse, bilimin ecesi deneyim, Aristo'nun Metafizik'inde tanımladığı tanrısal sezgi yani düşüncenin düşüncesi. Bilge Da Vinci için kozmik yazgı yabana atılmayacak denli mühimdir. Yıkım ve yaşam iç içedir. "Yaşam her zaman kendisi pahasına ayakta durur ve Doğa'dan daha kurnaz olmak isteyeni hemen boğar Doğa."

Ancak bir sapma anında ikna oluruz buna. Şimdi yaşamın sinir uçlarında gezinen kaosun gerçek nedenini anlamaya çalışmak gerekir. "Bilgi, umudun çocuğudur, umut ise..." Bugün, bir eldiven gibi tersine çevrilmiş bizler, nasıl tamamlayabiliriz bu cümleyi? Umut öldüğünde, der Da vinci, boşluk doğar. Hepimizi yıkıma götüren o “boşluğu” yeniden yaşama çağıran bir “mesafeye” çevirebilir miyiz? Kaçış ve ölümü arzulayan gücü, kalıcılık ve istikrar isteyen bir ağırlıkla dengeleyebilir miyiz sahiden? İnanıyorum. Yeniden öğreneceğiz yaşamı. Yalnız bilimle değil bilgelikle de...

Başkalarını bilmem ama ben, içinde olduğum tarihselliğin ve onu aşan hakiki bir saatin nadiren buluştuğu böylesi bir sapma anında, uzayan ve kısalan yaşamlara şahitlik ederken, Leonardo’nun Vincio Irmağı boyunca uzanan sazlar kadar yalın ifadesiyle iman tazeleyeceğim:

"Sana kulluk ederim T anrım, önce doğal olarak sana duymam gereken sevgi yüzünden, ikinci olarak da insanların yaşamlarını kısaltmayı ya da uzatmayı bildiğin için."
(Düşünceler, 108)




insan doğar büyür ve sayı olur
rüyamda gölgesinin üzerinden atlayan bir
çingene gördüm ona kırgın olmadığımı artık
nasıl söyleyeceğiz şimdi
ıslanmamak için gözlerimizi kapatırken
yağmuru seyredenlerin hikâyesini nasıl yazacağız şimdi 
ve nasıl anlatacağız
yere saplanmak üzere düşen yağmura 
dipten derin bir ateşin harlanarak geldiğini

kurbağalara gül taşıyorum
kurbağalara gül
dünyadan payımı alana dek







Triaj Nöbeti
Sürekli; bir asansörün içinde olduğunu düşünüyorsun. Asansör belirsiz katlar arasında gelip gidiyor, ışıklar sık sık kesiliyor ve anlaşılmaz sesler geliyor boşluktan- noise..

Bir felaketi başka bir felaket ile aşıyor insan. Kendi geliştirerek, değişerek değil; sadece yeni duruma ayak uydurmaya çabalayıp, hayatta kalarak.

Ve diğer tüm dünya ile eşitlendiğini düşünüyor, felaketin sadece kendinin değil herkesin felaketi olmasından. Şimdi herkes deneyimleyecek doğduğumdan beri yaşadığım bitimsiz huzursuzluğu, korkuyu, o karanlık kaygıyı... Bunu bilmek bile iyi geliyor nedensiz; sonra vakitsiz bir tebessüm yerleşiyor, artık çokta tanıdık gelmemeye yüz tutan suratına. Sonunda, tüm sikik dünya eşit sonunda diyor ve gülüyorsun; umarsızca..

Sürekli; bir asansörün içinde olduğunu düşünüyorsun. Kapı hiç açılıyor mu açılmıyor mu bilmiyorsun. Belki de farkında değilsin ya da onu algılamaya dair tüm ilgini yitirdin. Işık hep titrek- onu biliyorsun.

Biliyorsun sen de kötü birisin
Biliyorsun doğada ya da insanda adalet yok
Biliyorsun hepimiz bencil varlıklarız
Biliyorsun sanat ya da şiir büyü işidir
Biliyorsun beden bedene değil ruha aç- hep 
Biliyorsun titriyor gemi yüreğin
Biliyorsun seviştiğini aslında yemek istersin 
Biliyorsun varoluş bir şakadır
Biliyorsun bu karanlık her günün yarısıdır- en azından 
Biliyorsun..

Eğer; devasa bir gök cismi, korkunç hızla ve aniden çarpmazsa yaşlı küreye, kıyametin kutsal metinlerde anlatıldığı gibi amansız gelmeyeceğini biliyorsun. O yüzden ‘kıyamet fragmanları’ diye bir cümle takılıyor zihnine (sanki yakalanıyor).

Yaşlanmaya yüz tutmuş bir vücut gibi her an parça parça yaşıyor ve daha da ilerliyoruz kıyamete. İnsanın gezegende yaşamaya hakkı yok diyenlere gülüp geçiyorsun. Bizim algıladığımız dünyayı insan imgesi çizdi, algıladı, bozdu, yıktı, yaptı, kirletti- sadece.

İnsan türü uygarlığı olmasaydı ne onun gezegeni mahvettiği bilgisi olacaktı ne de kıyamet bilinci. Ne kehanet olacaktı ne de bağışlanmaya dair kefaret.

Biz hiç masum olmadık. Elmayı dişlediğimizden beri aynı suçları işliyoruz- döngüsel.

Sürekli; bir asansörün içinde olduğunu düşünüyorsun. Günler hep aynı gibi geliyor, sürekli bir dejavu hissi; ama emin olamıyorsun. Hiç bir şeyden emin olamıyorsun, zamanın ilerlediği bilincinden gayrı.

Bu günleri iyi değerlendirmemiz öğütleniyor; kendimizi geliştirmemiz, bakış açımızı değiştirmemiz, aşmamız, başka biri olmamız, yeniden doğmamız, bütünleşmemiz vesaire... Ama sen değişmek istemiyorsun, sonuna dek olduğun şey kalmak isteğin. Ne zamanın değişmesini, ne tarihin yeniden yazılmasını, ne de başka bir şeye dönüşmeyi bekliyorsun. Ama dönüşüyorsun belirsiz ve daha karanlık bir şeye.

Ve hala ölüme sempati ile bakamıyorsun.
insansın ve fazlaca insan- sadece.
Geleceği görmek istemiyorsun, kontrolü ve kontrolsüz her şeyi sevmiyorsun.
Bir çocuk kalmak istiyorsun sadece- yanan bir dünyanın ortasında..

Sürekli; bir asansörün içinde olduğunu düşünüyorsun. Düşüşün sonsuz olduğunu hissediyorsun, en stabil olan anda bile. Ayakkabılarının altını çamaşır suyu ile siliyorsun, sakalın uzuyor, şiir yazmak güç ve tek bir satır kitap okumak. Sadece tüm iyi şeyleri listelemek istiyorsun ve tüm kötü şeyleri. Asfalta yapışmak istiyorsun, bir çöp tenekesinde çiçek açmak, bir karıncaya dönüşmek ya da taşlaşmak. Küçük lekeler önemli şimdi biliyorsun. Ve Kuşku..

Biliyorsun keder hep vardır
Biliyorsun ruh huzursuz bir bahçedir
Biliyorsun sır kimseye açılmamıştır
Biliyorsun trafik ışıklarıyla otomatik şiir yazılmaz
Biliyorsun yeşil bir sefahat rengi
Biliyorsun sarı aceleye gelmez
Biliyorsun kalbim kırmızıdan karaya dönük
Biliyorsun milyonlarca selfie'de sadece ölüme tebessüm ederiz 
Biliyorsun..

Ve; bir caddenin sonuna doğru yürümek, gizemli bir kapanışa yaklaşma hissiyle.






Nisan 2020 / İstanbul

Mezarlarınıza Tüküreceğim
İnsanlar hakkında iyi düşünmek zorunda değilim
Yoğa yapmak sağlıklı beslenmek teşekkür etmek spor yapmak empati kurmak zorunda değilim
Koca bir öfke kuşanmak istiyorum ben
Bir tsunami kadar öfke olmak

Ve hesaplaşmak ;
çağımın sefilliğiyle, delikli ruhlarıyla, boş inançlarıyla ve inançsızlıklarıyla

Dünün frijitleri şimdinin nemfomanıysa çıkar,
dünün delirmiş adamları bu gün kutsal kuzuya dönüştüyse ne çıkar?

Varsayalım bir araba Mars yörüngesinde tavafta 
ya da arttırılmış gerçeklik diye bir şey var

Ne çıkar?

Kendime öfkeliyim
Sana öfkeliyim
Hayata öfkeliyim
Yapay gerçekliğe öfkeliyim 
Topluma öfkeliyim Geçmişe öfkeliyim
An'a öfkeliyim
Bunlar da benim benzinim olsun
Yakayım ben'den başlayıp gücüm yettiğince Kavuşayım ateşe!

Virüs korkusuyla değil bir isyan coşkusuyla maske takmak isterim!







10 Mart 2020 / Hasanpaşa Krallığı

MAKİNATCGMATİSTİYACGT
TACGT CCCCGT

trrrrum, 
         trrrrum,
                 trrrrum ! 
trak tiki tak!
Makinalaşmak 
           istiyorum !

Beynimden etimden iskeletimden 
                                             geliyor bu!
Her dinamoyu
               altıma almak için
                                        çıldırıyorum! 
Tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
                              oto-direzinler lokomotifleri!
trrrrum, 
        trrrrum,
                  trrrrum ! 
trak tiki tak
Makinalaşmak 
                     istiyorum !

Mutlak buna bir catg aglacagat
ve cat atcag bahtigtt olacatttg 
attaaaggtt gtt gcaaggttct tcttcgtaag 
kuyruğuma gactt atttc tttcgcct gtt!

tcccga ! 
             tcccga !
                        tcccga ! 
tcag tccc taq
gaaactggc
                         aaaaaaaaaa !

İç-Kayıt.
Karantina günlerinde rüyaların sıklığı ve yoğunluğu artıyormuş. Bunu evde geçen zamanda uyku ve gerçek arasındaki perdenin incelmesine bağlıyor bazıları. Dış dünyayla bağlantı azalırken, 'gerçeklik' hissi aşınıyor, saatler ve hatta günler birbirine karışıyor. Uykuda ve rüyada olduğu gibi.

Sanırım Jung'du, ilk insanlar denilen varlıklarla aşağı yukarı aynı rüyaları görüyoruz diyen. Dünya karşısında duyulan benzer temel varoluşsal kaygılar benzer rüyaları besliyor. Salgın denilen şey de herhalde en arkaik hisleri tetikliyor. Bir kabile varmış, her sabah ilk iş bir çember yapıp birbirilerine rüyalarını anlatırlarmış. Modern hayat böyle bir ritüele izin vermediği için belki de rüyalar çok kayda geçmiyor, psikanalize gitmiyorsanız tabii. Simdi salgın günlerinde modern hayat refleksleri ve hareketliliği azalmışken, rüyalara daha çok bakabiliriz. Bu da bir şey.

Gördüğüm iki rüyayı bugünlerin bir iç-kaydı olarak buraya bırakıyorum.

I.

Bir akşamüstü uykusu, sokağa çıkma yasağının olduğu bir cumartesi akşamüstü, Edip Cansever (Ruhi Bey) okurken aniden bastıran bir uykunun yol açtığı uykunun rüyası:

Bir odada, eski otel odası gibi olan ama yine de benim olan bir odada yanımda biri var, herhalde X, ne yapacağımızı bilmeden buluşmuş gibi biraz şaşkınız, ben biraz uykulu gibiyim, kapı çalıyor, biri loş ışık altında kafasını içeri uzatıyor (Ruhi Bey’de bahsi geçen loş ışıklı otel böyle sızmış rüyaya, herhalde) benim ben diyor, müthiş bir rahatlık ve doğallıkla.

Sonra, bir sıkıyönetim gecesi (Saramago’dan geliyor herhalde bu aralar okuduğum Görmek’ten) biriyle karanlık bir sokakta içki içmek üzere gizlice ilerliyoruz, sanırım içmek de yasak. Sokaklar tabii ki boş, insan salgın günlerinde niye içer, niye serseriliğe meyilli olur, kendini neden tehlikeye atmak ister, libido ve sarhoşluğa neler olur diye konuşurken, yanımızda eski beyaz bir Renault (ama bu ‘arkası’ olan Renaultlardan, o Jitem arabalarından değil) yanaşıyor, belli bizi göz altına alacaklar, çok da belli etmeden adımlarımızı hızlandırıyoruz, sonra kendimizi askeriye gibi bir yerde buluyoruz, askeriyenin o uğursuz ve ıssız hali içinde bir komutan bir binbaşının iç savaş gibi bir şey ilan ettiğini söylüyor, krize karşı çözümmüş gibi. Birileri onu alkışlıyor. İç savaşı alkışlıyor. Sıkıyönetim günlerinde iç savaş ilanı insanları var kılıyor, gibi bir tuhaflık.

Gündüz neredeyse kendi ayak seslerimi duyarak, boş sokaklardan geçerek eczaneye gitmiş ve dışardaki, sokağa çıkma yasağındaki o mutlak askeri sessizliği, yani devlet sessizliğini askeriyedeki bazı akşamüstlerinin o iç sıkıcı ve dehşet verici, çaresiz sessizliğine benzetmiştim. Bir bungunluk, ölgünlük, hayatsızlık, devlet sessizliği, çaresizliğin sessizliği. Bu sessizlik içinde yaprak hışırtıları ya da tek tük duyulan hayvan sesleri de bir doğaya çağrı değil, tekinsiz bir ses bulutu gibi oluyor. Sanki her şey kara bir bulut altında ama her nasılsa gündüz ışığında, biraz da puslu bir ışık altında cereyan ediyor. Uğursuz bir şeylerin olduğu ya da olacağı hissi. Tarih-öncesi köpeklerin havlaması gibi.

II.

Uzun zamandır bir karabasana yakalanmamıştım. Rüyamın kötü bir rüya olduğunu anlıyor, oradan çıkmaya çalışıyorum. Rüya alanından. Öncesi güzeldi. Yalnız uyumaktan korkarak uyumuştum. Sonra belli belirsiz yanıma X geldi. Ona sarıldım. Yalnız uyumamak ne güzel diye. O da bir şeyler söyledi bana. Sonra bunun bir rüya olduğunu ve yatakta yalnız olduğumu, X'in hologram gibi bir şey olduğunu hissetmeye ve görmeye başladım. Sonra X yavaş yavaş titreşerek silindi ve yatakta yalnız kaldım, korku içinde. Sonra da o korku alanından çıkmaya çalıştım. Fiziksel olarak yataktan çıkmaya çalışarak. Ben bu kötü rüyanın içinde sıkışmışken, dışarıdan kötü sesler geliyordu. Birileri ya da biri sokakta kedileri öldürüyor, bunu da herkese bağırarak anlatıyordu. Hem yataktan kalkmalıyım hem de gidip duruma müdahale etmeliyim diye düşünerek, boğulur gibi yataktan kalkmaya çalıştım ve karabasan geldi.

Kalkamadım. Sesim de çıkmadı. Sonra ayağa kalkmayı başardım ama bu sefer ışığı açamadım. Yatağın ayakucunda, duvardaki düğmelerin hepsine panik içinde bastım. Korku filmlerinde olduğu gibi onlarca çalışmayan düğme. Israrlı ve çaresiz hareketler. Hayır, ışık yok. Olmuyor, gerçek hayata geri dönemiyorum ya da düğmeler bozuk. Sonra alacakaranlıkta gidip perdeyi açmayı düşündüm. Perdeyi araladım zar zor, dışarda kar yağıyor. Halbuki aylardan Nisan, bunu biliyorum. Kendi odamda değil, üst katlarda otel odası gibi bir şeydeyim, şehir manzarası var. Sonra nefessiz kalıyorum. Yüzümdeki maskeyi, Corona maskesini çıkarmaya çalışıyorum olmuyor. Sıkıca suratıma yapışmış. O anda bunun bir film sahnesi olarak Y'ye anlatmayı düşünüyorum. İşte böyle bir film çekelim seninle, bugünlere dair diye.

Derken nefes alma çabasını da bırakıp yatağa geri dönüyorum. Rüyadan uyanmak için önce yatağa dönmem gerekiyormuş gibi. Ve gördüğüm bu ikinci rüyadan uyanmaya çalışıyorum. Yatağı iyice yokluyorum, yastığı yorganı, başucumdaki komodini, nerede olduğumu anlamak için. Eşyalara tutunup kendimi yataktan çıkarmaya çalışıyorum. Eşyalar dış dünyanın varlığının garantisi. Sonra gerçek oda görüntüsü zihnimde belirmeye başlıyor ve oradan ani hamlelerle çıkmaya çalışıyorum. Bulabildiğim eşyaya sıkıca tutunuyorum. Eşya beni bu rüya alanından çıkaracak. Ve nihayet çıkıyorum o alandan.

Gözlerimi odada gezdiriyorum, bu da mı rüyanın devamı diye. Rüya içinde rüya, kötü girdap. Odada hafif bir ışık var, sabah olmak üzere ve perde kapalı. Gidip perdeyi açsam kar yağdığını görmekten korkuyorum. Bir süre sonra sakinleşince, nefes de almaya başlayınca, yani nefesimi fiziksel olarak hissedebilince kurtulduğumu anlıyorum ama bir süre korku içinde yatakta kalıyorum. Korkuyu beklerken, adlı hikaye. Kapanma korkusu, evin başlı başına bir varlığa dönüşüp insanı yutacağı, varlığını anlamsızlaştıracağı korkusu. Mala noche.


ps: Goya'nın o meşhur tablo-cümlesi: aklın uykusu canavarlar yaratır. Aklın uyanıklığında bile bir görünmez canavar varken, uykuda neler olmaz.






ANTONINUS VEBASI VE CENNETİN İNŞASI

İskender’in büyük imparatorluğunun başkenti Babil’in kıyısında, bizzat İskender’in komutanlarından Selevkos tarafından kurulmuş ve o sırada Partların kontrolünde olan Seleukia, Avidius Cassius komutasındaki Roma lejyonlarının kuşatmasına daha fazla dayanamamış ve MS 165 yılının yaz aylarında, pek uzun sürmeyen bir çatışmanın ardından kapılarını Romalılara açmıştı. Askerler kentin sokaklarında zafer turu atarken, halk da evlerinin çatısında, işgalci olarak gördükleri İranlıların elinden kurtardığı için onları alkışlıyor, başka bir grup asker de Partların hâkim olduğu tüm kamusal alanların yağmasıyla uğraşıyordu. Tapınakların avlularında tunçtan ve mermerden tanrı ve tanrıça heykelleri, onlardan da önce de var olan bu insansı gösteriyi ifadesiz izliyor, belki de tüm bu hengâme arasında kendi adlarının buhurlarla ve ilahilerle anılmasını, tanıdık öfkeleri ve sabırsızlıklarıyla bekliyordu.

Efsaneye göre Romalı askerlerden biri Apollon tapınağında karşılaştıkları, onlara savaşın tüm bedellerini unutturan ve kim bilir hangi efsunlu kahramana ait olan göz kamaştırıcı altın lahdi, içinde daha fazla altın bulma umuduyla açtığında tapınağın apsisine sızan gaz, antik dünyayı ve tarihi geri dönülmez bir şekilde değiştirecek ve bilinen dünyanın neredeyse tamamına yayılacak olan bir laneti, yıkıcı bir salgını taşıyordu. Tanrının Truva halkına, daha sonra Gelibolu kıyılarında Akhalara, ona karşı bulundukları saygısızlıktan ötürü gönderdiği ölümcül hastalık, şimdi sınırların imparatorluk altında birleştiği bir coğrafyaya yayılıyordu. Hastalık Roma askerleriyle birlikte önce Suriye’ye, oradan da tüm imaparatorluğa yayıldı. Bu defa yalnızca insanları değil, tanrıları da öldürecekti. Ölen ilk tanrı ise bu Doğu Seferi’nin mimarı ve Marcus Aurelius’un eşiti İmparator Lucius Verus oldu. Seleukia’nın düşüşünden üç yıl sonra, Tuna hattında Markomanlar ve Alamanlarla savaşırken hastalığa yenik düştü.

Verus öldüğünde, imparatorluğun başhekimi Galen, dönemin metropollerinden biri olan memleketi Bergama’da ortaya çıkan salgının tedavisi için çabalıyordu. Bu ölümün ardından Roma’ya çağrıldı ve vebanın buradaki yayılımına bakarak bu hastalığın büyük bir ölüm oranına sahip olduğunu ve çeşitli bölgelerden gelen haberlere bakılacak olursa, imparatorluğun her köşesine sıçradığını anladı.

Ateş, boğaz ağrısı, ishal, cilt lezyonları ve hastalığın dokuzuncu gününde görülen göz iltihabı belirtiler arasındaydı. Sonraki yirmi yıl boyunca, Roma İmpartorluğu nüfusunun üçte biri, dünya nüfusunun ise beşte biri kırılacaktı. Bugün yapılan hesaplamalar, salgının ölüm oranının yüzde yirmi ile yirmi beş arasında olduğunu gösteriyor.

Söz konusu döneme tanıklık etmiş tarihçi Dio Cassius, MS 180’de salgından dolayı yalnızca Roma kentinde bir günde ölen insan sayısının iki bin olduğunu ifade etmiştir. Mısır’daki kentlerin nüfusunun yarı yarıya azaldığını vergi listelerinde ortaya çıkmaktadır. Salgından en büyük darbeyi alan askerlerin sayısında da ciddi bir azalma olduğu bilinmektedir. İmparator Marcus Aurelius’un, Atina’nın yönetici konseyi olan Areopagos’u oluşturacak mevcut şartlara uygun yeterli soylu bulamayınca, bu şartları yumuşatmak zorunda kalması ve elli bin Germen’i imparatorluğun kuzey sınırına yerleştirmesi durumun vehametinin göstergeleridir.

Demografik çöküşün ekonomiye ve politikaya yansıması da yıkıcı oldu. İki yüz yıllık Roma Barışı’nın yarattığı kısmi zenginlik, salgın boyunca İmparatorluk düzenini ayakta tutmuştu. Fakat yirmi yıl sonra pandemi anlamlı ölçüde gerilediğinde bazı kaçınılmaz sonuçlar kendini göstermeye başladı. Nüfustaki düşüş ekilmeyen arazilerin ortaya çıkmasına neden oldu, bu sırada gelen kuraklıkla birlikte imparatorluğun bazı bölgelerinde kıtlık baş gösterdi. Roma aristokrasisi fakirleşti, dolayısıyla kölelik sistemi de büyük oranda zarar gördü. Devlet, arazilerin değerlendirilmesi adına bizzat çiftlikler kurdu, bu yerlere de memur aileler yerleştirdi. İç ticaret ise yavaşladı ve hatta bazı ticaret yolları önemini yitirdi. Germen topluluklarının sınıra sürekli baskı yapmasından kaynaklı daha da önem kazanan orduda kendini gösteren rahatsızlıklar ise kısa sürede politik bir krize dönüştü. İmparator Severus Aleksander’in suikastiyle birlikte “asker imparatorlar” dönem, başladı. Tüm bu ekonomik ve politik krizlere eklenen Goth istilası, elli yıl içinde imparatorluğun bölünmesine, düzenin alaşağı olmasına neden oldu. Bu dönem Roma tarihinde “Üçüncü Yüzyıl Krizi” olarak bilinmektedir.

Salgının ve ardından yaşanan krizin toplumun psikolojisi üzerindeki etkisi de oldukça büyüktü. Pandemiyle birlikte ortaya çıkan bu kitlesel kırım, en başta toplumsallaşmanın sınırlarını küçülttü. İmparatorluğun tebaası, özellikle de taşrada kültürel bir kapanma ve yerelleşme yaşadı.

Salgın ve kıtlık sırasında devlet ve soylular, panteonlarının parlak tanrılarına kurbanlar sunup tapınaklar inşa ederken, sıradan halk daha çok kendi kadim tanrılarına ya da hikayelerde anlattıkları ve onlara çok benzeyen kahramanlara dualar ediyor, ilahiler söylüyordu. Hastalığa ve salgına karşı Zeus’a, Apollon’a ve Athena’ya ait pek çok tapınak inşa ya da restore edilirken, bir yandan da insanlar köylerde, kasabalarda ve kendi evlerinde bulunan küçük mabetlerde, diğer tüm tanrı ve tanrıçaların özelliklerini kendinde toplayan kurtarıcılara dua etmeye başlamıştı. Salgın sona erdiğinde, bu tanrılar, tanrıçalar ve kahramanlar, devletin tasvip ettiği kültler tarafından üstü kapatılamayacak derecede gerçek kılınmıştı. Böylece, tarihin ve belleğin kendini otoritenin elinden kurtarabildiği nadir zamanlarda, sonrasındaki büyük değişimlerin ve kırılacak olan fayın bir kıyameti andırır gürültüsünü kendi içinde barındırdığı bir defa daha ortaya çıktı.

En büyük değişim ise ölüm ve tarih anlayışında gerçekleşti. Klasik Hellen ve Roma dininin ön gördüğü öteki dünya pek iç açıcı değildi. Kahramanlık mertebesine erişenler ya da yarı tanrılar haricinde herkesin gideceği tek yer Hades’ti ve onları bu yerde sonsuz bir uyku, yarı-bilinçli bir öteki yaşam bekliyordu. Fakat hastalıktan, kıtlıktan, savaşlardan ve fakirlikten bunalan insanlar için bu yeterli değildi. Onların bir müjdeye, teselliye ve kendilerini ait hissedecekleri cemaatlere ihtiyacı vardı. Çoğunun kökeni Hellenistik Dönem’e dayanan, çeşitli felsefe akımlarının bir ürünü olarak ortaya çıkan tarikatvari yapılar imparatorluğun her yerine yayıldı. Doğanın ve mevsimsel döngülerin ifadesi olan mitler çevresinde gelişmiş, ölüm ve yeniden doğuşu içinde barındıran dinlerin mürit sayıları arttı. İnsanlar, o zamana kadar döngüsel olduğunu düşündükleri zamanın -ya da daha teolojik ifade etmek gerekirse kaderin- bir sonu olduğunu düşünmeye başladı.

Bu durum, insan zihninin tarihteki en büyük dönüşümlerden biriydi. Tektanrıcılık ve cemaatçilik eğilimi, imparatorluğun en ısrarcı senkretik dinlerinden biri olan Hristiyanlıkta kendini meşru hale getirdi. İnsanlar ölecekti belki fakat tüm benliğiyle yeniden doğacaktı. Yeniden doğacakları yer korkutucu bir yeraltı dünyası ya da çürüyen, politik bir mekanizma değildi; dinin ve cemaatin gerekliliklerini yerine getirdikleri sürece onlara vaat edilen şey, sonsuz, mutlu, hastalıktan ve sefaletten uzak bir krallıktı... Tanrının Krallığı.

MS 4.yüzyılın başlarına tarihlenen ve Mısır’da bulunan bir papirüste, bu krallığı koruyan muhafızlardan biri olan başmelek Gabriel’e şu şekilde yakarılmıştı:

“Ey sen, yüce Zeus’un başmeleği
Parnassos Dağı’nı ve Delphoi’u terk et
Seni, Gabriel, Olympos’tan aşağıya çağırıyorum seni, Dudaklarımdan dökülen bu gizli kelimelerle.”

Helak Günleri
“Yeryüzünde Cehennem Üzerine Üç Not”
 I
“YOK EDİYORUZ ÖYLEYSE VARIZ”*
Tanrı’ya biat ettiğine inanan ve onun adına insanları adak sunmaya yemin etmiş oğulların ölümü doğurmalarıyla başladı mesele. Öyle açıldı bu soğuk kitap. Her şey burada gözümüzün önünde, yerüstünde olup bitti. Her şey yerli yerinde diye kanıksadık, devam ettik. Nesil sonraki nesil. Tanık olduk evvela kendi yaklaşmış ölüm döşeklerimize, her şey tam da burada oldu, bir aynaya bakar gibi açık net, güneş gibi parlak yüzlerle, dünyanın en olağan en işlek mesai saatında, tam burada güpegündüz, kamusal alanda, ortalık yerde, yerin üstünde. Hayvanların otlatılıp sonra gırtlaklandığı, kadınların toprağa gömülüp recmedildiği, yurt diye uğruna nesillerin yok edildiği yerin üstünde. Çok azımız kendini yerin altına çekip, kaçtı sürek avından, şimdilik!
    II
        Yok edilebilir şey korkuyordur,
             varlığını sürdürmek için tün varlığıyla çarpışıyordur...
Takribi altı yıl evvel Bourdain, Beyrut'taki bir sığınma kampında mülteci bir öğretmenle konuşuyor. Öğretmen; Suriye'deki savaştan kaçtıklarını söylüyor sonra tedavi edilmesi gereken hasta bir bebeği gösterip "bakın bu insanlar bekliyor sadece bekliyor, Godot'yu bekliyorlar, hiçliği bekliyorlar, Tanrı'nın yardımını bekliyorlar" diyor... Kısa bir zaman kırılması ardından varoş binaları arasında dolanan kamera ve sofra başında aynı adam söze devam ediyor: "Nereye gideceğimizi bilmiyoruz, Suriye'ye mi geri dönelim? Denizin öte tarafına mı geçelim? Ya buradaki hükümet hepimizi toplayıp, Suriye'ye geri gönderirse ne yapacağız... bizim bu evrende bir toprağımız yok, biz hiçbir yere ait değiliz, hiçbir yere"...

Ekranı kapatıp koltuğa yaslandığımda, şunlar dönmeye başladı kafamda: Varlık değerinin ölçütü nedir? Bu nasıl tartılır? Nasıl kollanır? Varlık sınıfsal bir zar atışı mıdır?
III
Geceyi tanımayan – gözleri hiç kapanmamış şey- yok olduğunu nasıl kavrar?
Tchaikowsky, öldükten sonra kafatasının bir Hamlet oyununda kullanılmasını vasiyet etmişti. Varlık geride bırakacağı çürümesi en geç tamamlanacak kalıntıları ile bile varlığını sürdürmek için çabalıyor. Bir kafatası ya da kitap. Ancak kalıntılarla sürecek unufak bir devamlılık bir bilince sahip olacak mı? O sarp dönemeç, ölüm ve bilincin kalıcılığı olasılığı. Bunun cevabını alacağımız hiçbir otorite yok. Bu belirsizliği kapsayan yeni bir Covid 19 helakını daha not düşüyoruz tarihe: Ekvador'un Guayaquil kentinde son üç haftada yüzlerce cesed evlerin önüne, sokaklara atılıp, gömülmeleri umuduyla devletin insafına terkedildi.





*Acephale’in girişine yazdığım epigrafa bunun tekili ile başlamıştım başlamıştım. 2013, Kült Neşriyat




Yeni bir insanlık ya da insan ile insan-olmayanın diyalektiği için Manifesto:

İnsanı insanlığından kurtarmak lazım.

İnsanı kendi kendisinden kurtarmak... Nasıl mı? Sen insan-olmayanın yerine kendini ne zaman koydun? 
Kendini ne zaman başka olarak görebildin?

Sen dünyaya kendi pencerenden bakmak yerine; kendini, kimliğini, ırkını, milliyetini dünyanın merkezine koymak yerine; bir başka canlının algı dünyasına nüfuz etmedin.

Ağacın gövdesi olduğunu hissetmedin. Ya da yeşil bir yaprağın üzerindeki tırtıl olduğunu hayal etmedin. Benliğini yok sayabildin mi? Sayamadın. Benliğin aslında bir hiç iken bunun bilincine varamadın sen.

Sen... “Ben varım” dedin. Varlık var, öyleyse varım. Tanrı var, öyleyse varım. Düşünüyorum öyleyse varım.

Benliğin aslında bir hiç iken bunun bilincine varamadın sen.

Yokoluşçuluk bunu istiyor ve sana bunu haykırıyor. İnsan diye bir şey yok artık. İnsan denen, bir varsayımdan ibarettir. Daima da öyle olmuştu aslında... Şimdi bunu görmemiz lazım.

Sana yokolmayı teklif etmiyorum. Aksine, çoklaşmayı, benliğinin tekliğinden çıkmayı öneriyorum. Sana tek olmayı da teklif etmiyorum. Aksine her bir canlının kendine has anlam dünyasından birer parça alabilecek kadar çoğul olabilmeyi, birinci çoğul şahıs olmayı öneriyorum.

Sana anima-list olmayı, robo-tist olmayı öneriyorum. Doğa’nın her bir parçasını birer birey olarak kavramayı, en küçüğünün ve en basitinin (örneğin bir kenenin ya da bir virüsün) anlam dünyasının dahi sonsuz derinlikte olması gerektiğini kabul etmeni istiyorum.

Bu anlam dünyası sonsuzluğu ve çoklu-öznellik anlaşılmadan, bu sonsuz bakış açılarına açılan yeni tefekkürün mahiyeti anlaşılmadan insanı insanlığından kurtaramayız.

Kaçıp kurtulmalı bu indirgeyici insanlıktan, yüzü sıyırmalı ve biçimsizleştirmeli. Zira insan-olmayan ile diyalektiğimiz aslında kendi insan olmayışımıza bağlıdır...

İnsan olmayışımız, insan olmamaklığımızdır “biz” dediğimiz.

Oysa yararsız olan varoluşun kendisi değil, bizi derin bir uykuya daldıran kuru inançlardır. Nietzsche’nin reddettiği durumlardan biri: “Derinlerde nereye gideceğini bilememek. Boşluk.”

Emile Benveniste ve Blanchot üzerinden dilin gergisi, shifter ve Simondon’da individuation...

Deleuze

Yokoluşçuluk

Zar atımı

Aiôn

Dionysos

Okyanus / Solyaris gezegeni

Canlı bir okyanusla konuşuyor olsaydık, şimdi ona ne derdik?

“Biz insanız... ama bu sorun değil.”
“Ben bir robotum ama sorun değil.”
Ben zamanın sayanlarından yalnızca biriyim...
İnsan 
         -hayvan
                          -robot

Ben bir sayborgum.
Ben bir makineyim; tanrısal bir makine...




@