KİLERDE BİZLİK Bİ ŞEY VAR MIDIR?
 
Merhabalar,
Tam oturdum Onur ayının son pazarı yazıyorum bu yazıyı. Tam mezun olma arifesinde, yurt odamda 4,5 bavulla. Şu son birkaç ay içinde virüs bulaşından korunmanın yanı sıra mezun oldum, büyüdüm, kendimi ve başkalarını korudum ve tek başıma uyandım, tek başıma yemek yedim, tek başıma uyudum ve yine tek başıma uyandım.
 
 İçimden bir ses çoğumuzun zihninden düzenli aralıklarla “böyle olmamalıydı” anonsunun geçtiğini söylüyor. Kim bilir neler kaybetti herkes diye düşünmekten başımı iki avucumun arasında, cenin pozisyonunda buluyorum bazen kendimi. 4 ay tek başına bir hayat sürmek karantina zamanı en kötü şeylerden biriydi diyecek halim yok elbette ki değildi de, hatta oldukça ayrıcalıklı olduğu bir gerçek. Ancak yerleşik sınırlar ve comfort zone’lar zorlandı mı, evet. Benim içinse bu uzun vadede nimet gibi nimet. Tabii zor bir geçmişiniz ve işiniz gücünüz arasında bolca bastırdığınız mevzu varsa gün yüzüne çıkmaları, aynadan size bakmaları, rüyalarınıza sızmaları asla comfort’able değil ama nihayetinde able’laşmadığımı söyleyemeyeceğim. Geçmişte daha kötü dipler gördüm ve o zaman yanımda fiziksel olarak insanlar olsa da zihinsel esneklik ve deneyim yoktu, o gel gitte nefessiz kalıyordum her gün. 
 
 Bu sefer öyle olmadı çünkü kendim için istediğim hayat daha esnek ve olasılıkları daha geniş ve birkaç sene öncesine göre, görece daha esnek olduğum da bir gerçek. Sesim, duruşum bile değişti, tahammül seviyem arttı. 
 
 Canım Didem Madak’ın dediği gibi ara ara kilerde fazla güneşimiz, serotoninimiz kalmış mı diye bir baktım tabii. Kalmıştı da 😊
Bu kısa yazımı Vanessa Lewis’in yazdığı ve çok severek çevirdiğim metninden birkaç kuple ile bitirmek istiyorum:
 
“Başka biri olmak istemiyorum. ….. Hayatımdaki durumlar gibi kendimle olan ilişkimin de değişeceğini, evrimleşeceğini, büyüyeceğini, iyileşeceğini ve hatta bazen bozulacağını kendime hatırlatmak zorunda kaldım ve bu bir sorun değil. Çünkü bu; insan olmak, canlı olmak demek. Dönüşüm hayat boyu devam eden bir süreç. İsteseniz de istemeseniz de dönüşeceksiniz. O yüzden bu dönüşümle; birbirimizi desteklemek, kendimizi umutsuz veya çıkmazda hissettiğimizde birbirimizi cesaretlendirmek ve yaptığımız her hatada var olan güzelim potansiyeli kutlamak için alanlar ve yapılar inşa etmemiz gerek.”
 


ötenazi kilisesi gibi radikalim bugün

havada yasemin kokusu, bardağımda kahve lekesi 
hep hart crane gibi radikaldim
artık ötanazi kilisesi gibi radikalim
çünkü ölüme doğru özgürlük 

tutku dediğin aklın hilesi
iştah, yenildiğin bir yem
yıkacağım umudunu hayalini ütopyanı 
ben senin distopyan olacak kabusun 

herkes saklanmış hiç çıt çıkmıyor 
meydandayım, chris korda elimden tutuyor 
efendinin korkusu ile kölenin sevinci
tüm savaşlar sadece bir güç değişimi 

 (fetüs yenen bir gelecekteyim, kemiklere iyi geliyormuş) 

 et yemek istiyorsanız insan fetüsü yiyin 
 dünyayı kurtarmak mı? kendinizi öldürün 
 gelin siz de benim gibi bugün
 ötanazi kilisesinin bir ferdi olun 

 çünkü ölüme doğru özgürlük. 



mahv
 bir hayvanda mahsur kaldım
 fakat yemeklerde et diyerek ölümü sakladım
 yok et
           yok say
                        yok
 senkronize atlamayacağız dünyaya
 bölüştüğümüz rüyanın ortasında yangın çıkarırım
 yangının ortasında gülme krizi
 yaramazlığım işe yaramazlığım
 dil sürçmeleri diye                                      
 kendimi yıktığım bir yer 
 kalıntılarda salınırım
 binbir türlü inşası olabilir yüzümün
 ama yan karakterleri az önce yaktım
 bunu da unuturdum
 kendime bir aydınlanma                                         
 timeline a koşup yazacaktım
 çeşit çeşit organlar, krallar ve soytarılar
 dualiteler ve dua lipa ile karşılaştım
 gepgergin canımı alıp yerden yere
 sabaha kadar tekrarladım
 
      uyumadan öncenin post-rock
      tanrıları bana bir şeyler atlat
      inatinat ritmine kapılayım
      kasten inanayım talanla davulla
      takma adlarımla tap tap
      bildiğim kelimeler üstesinden gelemez
      tane tane avlanıp hassasiyetler
      dile hiç kolay değil fanlarım
      hep daha cok inanırım
      birazdan heykellerle yalanırım

buraya kadar gelemedim aslında
çünkü online derslerden
ade atıldım az önce
 
arayı oldukça aç 
veya shut down anyway
çünkü temposunu kaçırdım dünyanın
her yerde didik didik 
olur olmadık köpüklere
yangına tekrara
küçük bir odaya ve hayvana yakalandım






 


Duvar; Körlüğün, Sağırlığın Sırtı

Duvarlara alıştık demek istemiyorum. Alışmak kabullenmenin ön sevişmesi. Alışmanın, kanıksamanın getirdiği bir konfor var. Konfor bize rahatlık vaat eder. Ancak konforun korunaklı sularında yüzmek boğulmayacağımız anlamına gelmiyor. Aksine, en çok boğulduğumuz yer orası. Konforun gösterdiklerinden çok göstermediklerine bakmak gerek. Veya gözün görmek, kulağın duymak istemediklerine… Duvar biraz da bu körlüğün, sağırlığın sırtı. Ben öyle diyorum. Sırtımız blok blok yük. Taşıyamayacağız kadar ağır karanlığımız. Duvarı yıktığımızda, dış duvardan söz etmiyorum o en kolayı; iç duvar en zoru, çünkü orada korku var, güvende kalma arzusu var. Oysa cesaretimizi ya da ilerlememizi biraz da korkularımıza borçlu olduğumuzu hatırlamak gerek. Korku olmasa cesur olacak nedenimiz kalmayacak. Cesaretlerini  alkışladığımız birçok insanın; mesela ölümü pahasına düşüncelerini söyleyenlerin, yazanların, boyun eğmeyenlerin, insanlık için hayatını feda edenlerin, adalet için mücadele edenlerin korkmadıklarını söylemek yanlış olur. Belki de o güvenli alanlardan titreye titreye çıktılar. Çıkmasalar daha büyük felaketlerin ve korku sarmalının içinde olduğumuz fark edilemeyecekti. 

Bu cesareti bir kahramanlık olarak değerlendirdiğimi düşünmeyin. Kahramanlığa mesafeli durmamın nedeni biraz da mitler. Sanırım kahramanlığın insan üstü, doğa üstü güçlerle, olmayacak mucizelerle hikâyelendirilmesi gerçeklik duygumu zedeliyor. Korkusuz, güçlü, atılgan, yenilmez, dev insanlar…  Öyle mi sahiden? İnsan bir yanıyla da çok zayıf. Acısı ve korkusuyla yüzleşmediğinde mesela… 
 
Babylon Berlin adlı dizide  şöyle diyordu ana karakter: “Biz yeni bir insan yaratıyoruz, insan-makine… Acısı ve korkusu olmayan bir android…” Bunu elbette kahramanlıkla ilişkilendirmeyeceğim. Ancak insanın gittikçe makineleşmesini, hatta androidleşmesini bir metafor olarak kullanabilirim. Verilen komuta uygun adımlarla giden, programlanmış bir yaşamın içinde hislerini kaybederek köle haline getirilmeye çalışılan bir insanlık var. Elbette yeni değil bu. Adım adım gidilen (çok geniş bir zamana yayılmış) bir yol. Şimdi ise, o yolu koşarak geçeceğimiz bir aşamaya geldik. Hatta koşmaya başladık bile. İnsanı, düşünceyi tektipleştiren, sıradanlaştıran bir yapıyla epeydir mücadele ediyoruz. Yine de insan henüz o istenilen seviyeye, son noktaya gelmedi. Hâlâ direniyor. Çünkü insan kuralları çiğnemeye ve başkaldırmaya meyilli; eğer uyuşturulmazsa! 

Sistemin bunun için çeşitli yöntemleri var. Deniyorlar. Dinle, aileyle, siyasetle, sentetik maddelerle, kimliklerle, parayla, otoriteyle… Hiç vazgeçmiyorlar. Gerçeklik algımızla oynuyorlar. Daha doğrusu, gerçek öldü, yeniden üretildi. Baudrillard buna hiper gerçeklik diyor. Bugüne kadar kaç gerçekliğin içinden geçtik? Hangi kavramlar hayatımıza girdi çıktı, hangi söylemler bizi yönetti, önceliklerimiz nerede değişti? Dönüp bakmak gerek, unutmadıysak eğer. Çünkü sürekli güncelleniyor, format atılıyor bize. Ve konumumuz da belli! Erişilebilirsin. Herkes erişilebilir. Her yerdesin. Ama bir o kadar da hiçbir yerdesin. Sanal dünyada ekranın donabilir, görüntün kaybolabilir ama bir imge ve sembole de dönüşebilirsin. O halde ne kadar varız? Nerede varız? Var mıyız? Ya reel dünya?

 Gerçek dünyanın bir realite şova, umudun endişeye, inkarın bir tavra dönüştüğü noktadayız, der Maurizio Ferraris. İnkar, insanın önce kendine yüz çevirmesiyle başlıyor. Kendine yüz çeviren her şeye sırtını döner. Ve sistem amacına ulaşır, seni istediği gibi yönetir. Ama tüm sistemler, yapılar eninde sonunda yıkılır! Yerine başka bir gerçek oturur. Bazen bir virüs gelir düzeninize çomak sokar. İnsanı, yaşamı değiştirir. Alışkanlıklarımızı, korunaklı hayatlarımızı tepetaklak eder. İşlevini çoktan yitirmiş sistemin köküne dinamit koyar. Belki de o virüs bizi uyandırmak için yeni bir yapının önemli bir dinamiğidir. Geleceğin bugünüdür. İleriden akan, henüz gitmediğimiz gelecek zamanın şimdiye gelmesidir belki de. 

 Gelecek olanın hiyerarşisini, denetimini engellemek için, belki de duvarın yıkılma zamanıdır. Çıkın kendinizden. Yıkın! 





şık pijama

 epeydir aynı pencereden kusurlarıma bakıyorum
 merdivenden aşağı inen gururlu bir imza gibi
 kime küstüğünü unutan utangaç bir dalgıç misali
 uzaktan sarılacak mutsuz ağaçlar arıyorum
 balkonumuz yok at yetiştirmeye ya da marş söylemeye
 ölmeye belki de, düşerken arındığım günahlarımı sayıyorum
 fark etmez elbet sokaklar için nereye gittiğin
 kime gidemediğin anlamsızca anılan dizeler için
 ama ben alıştırıyorum kendimi çorapsız da beklemeye
 yorgun değilim, yıllardır çalıştığım hakikat kırıldı
 bir gece büyük sonun tahribatını anlamaya uğraşırken
 gözlerim buğulandı, tabiatın olağan imkanı dağıldı
 peki sen nasılsınlarla kutsandı yapay mabetler
 tam da normale olan mesafemi azaltmaya başlamışken
 üzerinde durmaya çabaladığım uzay parçalandı
 son günlerde yalnızlık güzellemelerinden çok 
 ellerim soda bağımlısı bir kaktüsün eğilmiş samimiyetinde
 kablosuz radyolar gibi bir başınalığa sığınıyorum 
 her gün başka bir tişört giyip geçmişimi korkutuyorum 
 korkmuyor sanırım ama yüzünde maskeyle izliyor beni
 bak işte burun büktüğün ülkeler burada kesiğin burada
 niyetinden caydığın tüm duaların burada terkedilmiş gibi
 neden saçlarını kısa kestirdiğini bilmediğim, sinirli
 sağ kaşından bir dere yatağı süzülen kadınlar misali
 olamadığım rüyalarda telaşlı sincaplar besliyorum
 sizin yaşamla kurduğunuz bağ ve belki huzurlu yogalarınızın
 temassız içinden geçiyorum şımaran koca göbeğimle
 babam üzülmesin diye lüzumsuz tüm hadlerimi söndürüyorum
 kapatıyoruz artık son bir arzunuz var mıdır dendiğinde
 daha gencim üstelik intihar kendini beğenmişliktir diye
 haykırmak istiyorum, korkak değilim, önemli değil!
 elimde yeni çıkmış çiçek ekmek, üstümde şık pijamam
 olur ya belki yine ararsın diye boş salıncaklara bakıyorum.




Yeryuvarlağında
ve tiini vez zeytun
 ateşin başında bir kız var
 soluğu boşluğa ayrılmış 
 bu hikayeye bizi inandıramayacaklar.
 
 alçak tavanlı odalarda asılı doksandokuz ismin işe yaramıyor
 biri gürültü yaratıp biri Çiğdem'i öldürdü
 sana da dışarı bakma dendi
 sırtını dönemediğin eşik, yayılan karartıydın suyu gördüğünde
 belki orada nehir vardı, söylenecek kimseler kalmamış.
 
 yaralıyor musun kendini kapının önünde
 mış gibi, onlardan-mış, anlıyor-muş gibi.
 yerini belli etmeseydin keşke
 her yana dilek çaputları 
 radyo antenlerine, elektrik direğine, korkuluklara
 herkesin ilmek düğümlediği devasa örtüye
 evlerin mezar olduğunu, 
 adımınla bir işaret daha düşürdüğünü bil istedim.
 
 gözlegörünenlerülkesinde herkes gövdesine eşlik ediyor
 olduğuna inandığın ve olduğun şey arası
 zamanla ölçemeyeceğin kadar uzak
 sahip çıkmadın düşen meyvenin ayrılığına
 bilmem farkında mısın sen yuvarlandın
 
 yabancılar toplaşmış yolculuğa çağırıyor,
 bir portakal tırnaklıyorum, yanımda değilsin.
 elimin yüzünde olduğu resim hatırlanmıyor
 buradan iz süremeyeceğim, hiç olmazsa boşluğu ver 
 her çerçevede kendine yer edinen boşluğu
 
 o yaprakları sakladım
 o kitabını okusan bunun ne demek olduğunu bilirdin.
 yalvarıyorum sf:98. 
 
 başkasının imanıyla sofu olanlar hey!
 şuan başka kimsiniz?
 Hiç yer açılmamış mı Çiğdem sığdırabileceğim
 burayı itilmişlikle vurgulayan 
 kilit taş söküldü o gece, 
 uyumazsam dayanamam
 nihayetinde insansın, dayandın
 ağlayabildiğine inandın
 ayrı yerlerde aynı otlar bitiyor 
 kimse kimsenin karşısına böyle çıkmayacaktı.
 

Şiir - III
 karanlık geçitleri boyunca korunun
 çam iğnelerinin tüm sesi kıstığı
 ve kuş çırpınıyor kurumuş dalda

 loş mahzeni boyunca ormanın
 mantarların kökleri tuttuğu
 ve sincap kaçıyor bir kozalakla

 alaca geçitleri boyunca çam ağaçlarının
 bükülmüş ince bir dalın yılan gibi süründüğü
 ve porsuk ayı kokluyor

 yeşil mezarlığı boyunca yaprakların
 gelincik ölümünü prova ediyor
 ve beyaz kurukafa sırıtıyor aşk merdiveninde

Türkçesi: Roman Karavadi







Kangurular var ya Kangurular ses çıkarır mı hayata Yuva olur mu bana bu kuşluk 
vakti Ayaklandırdığın bu gövde Kaldırdığın iki tabut Ölüler / bizim artıklarımız Ölüler 
/ uzundur kalanlar içimde Ölüler / lokal anestezi Ölüler / altı saat açlık Ölüler / 
bayılmanız gerek Ölüler / kan grubunuz Ölüler / artık kanamayacaksınız Ölüler / 
kaldılar tortop aklınızda Ölüler / damarınız çok ince Ölüler / kredi kartınız lütfen 
Ölüler / odanız hazır Ölüler / çok kısa sürecek Ölüler / acı çekmeyeceksiniz Ölüler 
/ hatırlamayacaksınız Ölüler / karnınızda hep bir şişlik Ölüler / bir adamdan artırdığınız 
Ölüler / çöp sepetindeler Ölüler / temizlendiler Ölüler / çıkışınızı yapabiliriz Ölüler / 
iyi dersler Ölüler / birkaç kısa mesaj Ölüler / sen de zorlanmıyor musun Ölüler / daha 
çok var Ölüler / hadi kapa gözlerini Ölüler / bir hafta sonra kontrole gelin Ölüler / 
eşiniz de girebilir Ölüler / ilaçlarınızı düzenli kullanın Ölüler / hiçbir şeyiniz kalmadı 
Ölüler / evli misiniz Ölüler / kaç haftalık Ölüler / kan testi Ölüler / üzerine işeyin ve 
beş dakika bekleyin Ölüler / pembeleşirse renkleri Ölüler / pozitif Ölüler / istiyor 
musun Ölüler / emin değilim Ölüler / ev tutalım Ölüler / eli yüzü yok daha Ölüler / 
henüz kalbi atmıyor Ölüler / hangi hastane olsun Ölüler / neyi düşünüyorsunuz Ölüler 
/ düşünecek bir şey yok Ölüler / gittiler Ölüler / olur böyle şeyler








şaşırdım kaldım cumhuriyeti
 kediler meraktan yaratılmıştır
 insanlar zannetmekten
 rüyâlarında kendini bisiklet olarak görenler bilirler
 karıncaların karşıdan karşıya geçerken yanıldığını
 buna bir resimde denk gelip şaşırmak isterdim
 herkes ister
 uykunun en birinci esnafı kedilerle aynı rüyâlarda bağışlanmayı

 kullanmadığımız duygulardan bir şarkı yapalım adı önemli olmasın
 malzemelerimiz:
 kullanmadığımız duygularımız
 birkaç yaz önce saksıya diktiğim tesadüf
 saçmalarken cümle içine aldığım sözcükler
 -sözcük sözcüğü bana her zaman boncukları hatırlatmıştır-
 annem bana bir şey söylemişti
 ben onu yiyebilirim sanmıştım

 herkes gözleriyle bir sinemayı filme çeker 
 biz ona hayal deriz
 bazı  sokaklardan nefesini tutarak geçenler bilirler
 ne zaman yutkunsa 
 içindeki ısırgan otlarını sulayan rahman’ın 
 o eve neden dönmediğini

 bu kısmı çabuk geçelim
 geceyi üstümüze kilitlemişler
 yüzmekle uçmak aynı şeydir
 rica ederim





Şiir ve ses: Semih Öztürk
Beat/Kayıt/Prodüksiyon: Fatih Sondal

 ben-
 dim.
 dünya üzerinde bir yer-
 dim.


     ay taşı düşüren gecelerinden dün
     düşüncelerimin yarattığı basınçtan kaçmak için
     kulaklarıma küçük delikler açtığım o gün
     yolda olmanın döngüsünü öfkemle bük- 
     tüm. gün-
     dü. her şey çok kuru çok yavan her şey çok sarı her yer çöl-
     dü. bir kamyon, şehrin dedikodusu olduğunu iddia ediyor- 
     du. en son gördüğüm buydu, kendimden başka. demem o ki
     benden başka, yazılarla konuşan bir nesne daha görmüş-
     tüm. bütün bu arabaların arasında bir karınca ısırıyor-
     du beni. yitiyor-
     dum yolda. rüyada mıydım neydim? bir fare mi gör-
     düm? biraz nem istiyordu, aksi halde kuruyor-
     du ellerim. ipe dolanmış iğne batmış gibi acıyor-
     du ellerim. buhar türbinleriyle çalışmıyor-
     du bedenim malum-
     du. soğutma ekipmanlarım teslimat adresine varamadan
     3 numara bir yumurta gibi kendine batırarak kabuklarını çatlıyor-
     du. aklımın yedek parçası yok- 
     tu. hakikaten kork-
     tum.

 hurdaydım, bir yatılı çıraklık yurdu yatağı
 lastiği kopuk, yayları paramparça ve isli
 erotik bir yataktım üzerimde hazzın kuruyan şelaleleri 
 neden kirli neden kirliydim ama
 sanıyorum ne alim ne zalim ne melektim
 
öyle feci bir kazaydım ki askerlikten beter
ışığım yapaydı bozuktu elektriğim
gelgitlerim yapışkan ormanların içinde yürümekten kasvetli
iz aramaktı derdim, kimi deniz kadar sakin değildim geceleri
mıknatısım meridyenleri büzecek kuvvette olsa da 
iletken yüzeylerimi harcardım tek tek ah neyin uğruna 
temelli tahtaya dönüştürür cilalardım kendimi 
bu ay taşı düşüren geceleri


ama maalesef ki berbat bir iç yapıydım bir serseri
profesyonel iş güvenliği kıyafetlerine ihtiyacım vardı savaşmak için
kendimi korumak için, kendi kendime çarpılmamdan    
titreyerek ölmekten yahut bir betonun içine düşerek
donup kalmaktan, kıpırdatamamaktan ayaklarımı
korktum, bütün ihtimallerden ve kimselere diyemedim, ketumdum
rüyalarda vitrinler daha akışkan, daha toy-
du. vitrinler her zaman umut veriyor-
du. vitrinleri seviyor-
dum. vitrinlerde ne güzel elbiseler var-
dı. beğendim kendime birini, denedim
rent a dream
rüyası olmaktan öteye gidemeyen her şey 
sahte bir ölümsüzlük, bizi delirten vesvese 
hazzı biraz geciktirmeye yarıyordu, o kadardı sadece
bez çantalar poşetlerin yerini aldı çoktan ve birikti
sayfa sayfa fişler birikti diplerinde bir izmarit gibi kokan
ıslaktan ıslaktan kendini boşaltıyordu aklı olan
çözüm burada mantık burada fikir buradaydı sandım
 bir inşaata uğradım önce, sonra bir başka sahnede yerimi aldım
 bir Bodrum katındaydım, depo gibi bir yer, duvarlar beyaz değildi 
 yine maalesef maalesef ki olduramıyordum bir şeyleri oysa toplam iki adamdım
 rengim kiremit, temassız ödeme kolaylığı usulüm değildi ama hani 
 hani bir delikanlıydım artık babam böyle demişti 
 güney iblisinden sıcak üslubum, gözlerim diri
 ve geç hesaplaşmalarla işi olmaz biriydim, değildim kinli
 arzum ellerimi ayaklarımı diz kemiklerimi, erimiş görmekti
 böyle biriydim işte ve istedim hani, bir odunda kurban etmek kendimi
 yanabilen her şeyle bütünleştirebilirdim kendimi
 bu ay taşı düşüren geceleri
 
     buraya kadar hakikat-
     tim. ben buydum. burada ne yazıyorsa ne yazmıyorsa ben oydum
     ve geleceğime dair karanlık tasarılarımdan kork-
     tum. sessizce ölebilirdik işin aslı buydu durum
     ama lanettir ki ben ölmedim ve utanmadan hala bağırarak yaşıyor-
     dum kayıp kapılar arkasında, genç ve geç-
     tim onların yerine çoktan, kimileyin nesneydim. gizli merdivenleri bul-
     dum. keşifler yaptım heykeller diktim ve tiksindim kendimden 
     bu yüzden yol-
     dum kökten uca derimi zehrinde her bir başka gerçeğin 
     çok önce yitirdiğim ben materyalini çektim içinden, kendimden emin  
     bu yosunlu akıntı bir daha getirmesin beni diye geri, sonsuza dek serin
     yeniden ve yeniden uyu-
     dum ve yine yine kendime geleme-
     dim 
     ah bu ay taşı düşüren geceleri







YENİ NORMAL

Biraz zehir alır mıydınız
Biraz şehir sıkıntısı
Otoban uğultusu bir miktar
Asitli yağmurlar
Kara para aklamalar
Biraz zehir alır mıydınız?
Nominal ve reel fırsatlar
Parmak izleriniz retina şifreniz
Global dolaşımda
Bir doz zehir kokteyliniz
Alır mıydınız, alın ama hatta,
Aldınız bile
Çoktan beri cebinizde
Pek yakında derimize girecek
Sağlık çiplerinin köşeleri
Yeni normal diye diye
Çırçıplağız çekincelerimizin üzerinde




-toplam 24 kaburga
-bundan haberin var mı? 
 adını öyle bükme kuşların
 her çocuk kumral bir ağaçtan düşerken öğrenir yerçekimini

 ne işe yaradığını bilmediğim yerlerim var anlatsam gülersiniz
 anlatsam darvin’de gülerdi belki koskoca bir teori olarak
 çünkü pratikte hiçbir ölünün güldüğü görülmemiştir.

 etine dört ölçek su üflenmiş bir yaratılış tarikatı kadar yakınım
                                                 oturup kaburgalarımı bağışladım 
 -matematikten hiç anlamam dedim saçları koyu kızılla 
 sayılabilen şeylerin somut olmayan hüznü arasında gidip gelen bir kadına

 soru 1: anonim bir genital kırılma ortalama kaç santim uzunluğundadır
 soru 2: ikiye bölünmüş bir elmanın en çok hangi tarafı kovulmayı tetikler
 soru 3: acının görüntüye sakladığı ilk simülasyon olay mahalli ne zaman 
                                                                                ve nerede kurulmuştur
 soru 4: bütün sorular dikey bir yalnızlığı öğütler
                                          bundan haberin var mı

dengemi kutsal bir sakatlığa ölü doğmuş emanet edip
kalbimin sivil atlarıyla indim şehrinize – 
dinledim bir şairin ekranına dayayıp ağzımı
yalnızca ormana söylenmiş olanı

önce habil’e sorun 
tanrıya sunulan üç açılı kanın rengini

sonra kabil’le dalga geçmek neymiş anlatsın size


KÖŞE


‘Per Aspera Ad Astra’


İçeriden dışarıya bir yol, bir labirent. Bir yaşam kaygısı, bir heves barındırmadan kendini o labirentten dışarı atıp, var etme çabası. Kendi kendine bir kıyamet alameti sanki, kuzgunlar arasında. Sesi kendi dağlarında yankılanır ve ırmakları ağaç köklerine iner. Çiy ve sis birbirine karışır bu içlerdenizinde. Her şey bulanık ve gri. Her şey birbirini takip eder ve asla yolu bulamaz. Ovalarında yılkı atları özgürce, dürüstçe koşacaklardır, ovalar ve yılkı atları hariç kimse bilmeden.Karanlık yüce. Karanlık derin. Henüz hiçbir masal yazılmadı, hiçbir masalcı gidip göremedi o derin sırrı. Su ve ateş gibi kendinden daha ince şeylerle, her şey gibi kendinden daha ince şeylerle açıklanamaz. O her şeyin zıddı. Umudunu yürüdüğü o halattan, adını önemli olduğu düşünülen bir şeyden alan o halattan aşağıya yavaşça bıraktı. Nahiflik, hiçbir zaman korunamayan bir kalp, kendini her gün dağlardan yuvarlayan, kendini her gün semanın direklerinde seyahat ettiren bir akıl. Tehlike. Tekinsizlik. -Yaralarını saracak olanların açtığı yaranın üstüne bastığı yaşamdır.-Tersine bir seyahat. Yataklarda başlayan ve odalara yayılan big bangler. Odalardan evlere ve sokaklara yayılan big bangler. Güneşler ve yıldızlar hep burada varoldu. Nebula bu yastığın arasında parlak, gezegenler yorganın içinde pamuk pamuk, meteorlar burda, iki zihnin alev aldığı bu köşede. Işıltılı bir atlas gibi bedenlerin yatağa yayılışı. Her şey şeklini bilinmezliğin kabında arzuyla alır. Her şeyin tadı tutkunun şerbetinden gelir. Burada, bu kendi ebesine kucak açan oyunlar sokağı, sonunun ne olacağını hiç kestiremediğimiz yaldızlı gece gökleri, alaz alaz yanan parmak uçları, kabarıp duran ummanlar arasında; şefkatle nefret, düğümle bıçak arasında; odaların, nefeslerin, rüyaların arasında; birbirimize tuttuğumuz aynaların arasında, kendimden eksilttiğim ve kendim hariç her şeyi doldurduğum bu yağmanın arasında; burada, bir sarkaç, bir şafak, tutulmak için kimseye ihtiyaç duymayan bir gezegen gibi, usulca duracağım. Zaman en çok kalbini yemeyi sever, çocuklarının. Köklerimiz halen göbek deliğimizden birbirine bağlıdır, kaçacak yer yok. Gökle yer, gündönümleri ve ekinokslar arasında, zorluklardan yıldızlara dek itişe kakışa, elbet, minicik bir şelale gibi taşacak yer buluruz. Elbet buluruz.

The New Apocalyptics

The New Apocalyptics şiir grubu, ismini kimi İngiltereli ve İskoçyalı şairlerin 1930’lı yılların sonunda çıkardıkları üç antolojiden ilki olan ‘The New Apocalypse’ (1939) den alıyor. James Findlay Hendry ve Henry Treece editörlüğünde çıkarılan antolojiyi daha sonraları ‘The White Horseman’ (1941) ve ‘Crown and Sickle' (1944) isimli iki antoloji daha izliyor. Dönemin politik gerçekliğine tepki olarak ortaya çıkan ve sürrealizm, ekspresyonizm, romantizm etkisinde olan bu akım, en çok David Herbert Lawrence’ın, 1929-30 yıllarında, ölmeden önceki son günlerinde yazdığı ‘Apocalypse’ isimli eserinden etkilenmiştir. Bu üç antolojide Hendry ve Treece’e ek olarak Dylan Thomas, Ian Bancroft, Alex Comfort, Dorian Cooke, John Gallen, Wrey Gardiner, Robert Greacen, Robert Herring, Seán Jennett, Maurice Lindsay, Nicholas Moore, Philip O'Connor, Leslie Phillips, Tom Scott, Gervase Stewart, Vernon Watkins, Peter Wells gibi isimler yer alır. Apokaliptik şiir genel bir tanımlamayla, mitsel ve mesihyan ögelerle Avrupa Uygarlığının nasıl yıkıma yazgılı olduğunu anlatır. Henry Treece, ‘How I See Apocalypse’ isimli kitabında Apokaliptik şairin tanımını şöyle yapar: ‘Benim için apokaliptik şair; kaosu, türbülansı, kahkahaları ve gözyaşlarını, dünyanın düzensizliğindeki düzenini sezebilen kişidir. Onun ifade tarzı, çoğu kişinin henüz fark edemediği ayrıntıları veya değişen bütünün kendisini sezebildiği için mesihyandır. Bazen sözlerindeki müzik kontrolü ele geçirebilir ve ona başka bir ses yaratması için öncülük edebilir. Bu yüzden o, anlık olarak, tanrının kaftanının eteğini öpecektir.’ Bu mesihyan tutum (Walter Benjamin’nin ifade tarzını, özelde tarih tezlerini de bu bağlamda düşünmek mümkün) herhangi bir tanrıya hizmet etmez ve dinsel değildir. Mesihliğin yıkıcı ve devrimci karakteridir esas olan; tarihin, kolektif bilincin dönüşümüyle ilgilidir. Bu mesihin hizmet ettiği şey tanrı değil, egemen anlatının yıkımı ve yeni bir gerçeklik olanağıdır. İki savaş arasında ortaya çıkan bu akım, aynı zamanda, şairlerin tarih bilincinin sorumluluğunu en az politikacılar kadar üstlenmiş olmaları ve toplumun geleceği için, hakikati daha iyi görebilmek adına yeni yöntem arayışına girme çabalarının da sonucudur. Örneğin T.S. Eliot bu arayışını, yani kurtuluşu, Hristiyanlığın kefaret sisteminde bulmuştu. Ama bu türden bir kişisel kurtuluş, böylesine bir kaosun hakim olduğu bir dönemde yaşayan diğer şairler için yeterli görünmedi. Başka bir örnek ise Wystan Hugh Auden’in savaşın yarattığı kaostan kaçabilmek ve bir duygusal izalosyon sağlamak adına umudu Marksizm ve psikanalatik kuramda bulmasıdır. Eliot ve Auden şair olmalarının yanı sıra aynı zamanda entelektüel kimliğinde de oldukları için zamanlarının büyük bir kısmını toplum üzerine düşünsel üretimle geçirdiler ama apokaliptik, yeni romantik kuşak entelektüalizmin dünyanın sorunlarına çare olabileceğini düşünmüyordu. Bu yüzden onlar, dünyadaki cehenneme sebep olan duyguları yalıtmaktan ziyade, bu duyguları açığa çıkarma ve üzerine gitme yöntemini seçtiler.

Kaynakça
Jo Ann Baggerly, Henry Treece and The New Apocalypse: A Study of English Neo-Romanticism


XVI. Apocalypse

Ben bir ‘eş’im; sonunda bunu hallettim,
Diğer durumda;
Ben bir Çar, bir ‘kadın’ olacaktım şimdi:
Böylesi daha güvenli.
Ne tuhaf görünür o ‘kadın’ın hayatı
Bu loş tutulmanın ardında!
Bence dünya da öyle görünür
Şimdi cennette olanlara.
Böylesi rahatlık, çünkü
Diğer türlüsü acı olurdu;
Ama neden bu kıyaslama?
Ben bir ‘eş’im! bu daha iyi!

Türkçesi: Roman Karavadi

@