sınır bilimi


gürültüyü kestim
sözü kovdum
artık insan değilim
ne olduğumu anlamıyorsun
sonrası kayboluş, helikopter ve bir daha bulunamayış

biliyor musun?
kavramlar bizi kullanıyor kavramlar canlı
kara delikle ilgili notlar alıyorum
yalnız şiirde duyabiliyorum
sonrası kayboluş, helikopter ve bir daha bulunamayış

gündelik dilde konuşmayalı yıllar oluyor 
bir sınır bilimi beni icra ediyor
karanlık maddeyle ilgili notlar alıyorum 
garipten hurifiye geçiyorum
sonrası kayboluş, helikopter ve bir daha bulunamayış

arzu vadisinde kendi anne babamı doğururum 
azize teresa ile vecdlerde buluşurum
mavi ışıl ışıl akar akışkanlığım
ben bir şiir hayvanıyım
sonrası kayboluş, helikopter ve bir daha bulunamayış










Ben, Persephone



Parmaklarımı beyaz alçı taşından yapılmış küçük büstün kıvrımları arasında gezdiriyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Parmak uçlarım saç kıvrımlarından aşağı doğru kayıyor. Gür saçların bittiği hattın aşağısında geniş bir alın uzanıyor. Kıvrım kıvrım. Gözlerim kapalıyken bile bu yüzün nasıl hiddetle baktığını anlayabiliyorum. Alın çizgilerinin hemen altında çatılmış gür kaşları hissediyorum. Bomboş göz çukurlarına giriyor başparmağımın ucu. Yine aynı parmağımı kemerli burun hattı üzerinde kaydırarak öfkeyle kıvrılmışdudakları buluyorum. Büstü kucağıma yerleştirip iki elimle birden sakallı yanakları okşuyor, sonra soğuk alçı taşını kendi dudaklarıma götürüyorum. Gözlerimi kapatıp onu öpüyorum.

Beni öpüyor. Kocaman, bahçeli evindeyiz. Şehirden uzak, sessiz bir yer burası. Gölgeler içindeki loş salonunda, devasa bir tablonun önünde duruyoruz. Önce ellerini belime doluyor, sonra beni hafifçe kendine doğru çevirip öpüyor. Ateş gibi yakıyor dudakları, ağzımda büyüdükçe büyüyor dili. Soluğum kesiliyor. Korkuyorum ama ondan ayrılmak da istemiyorum. Daha fazla nefes alamayacağımı hissedip güçlükle kendimi geri çekerek gözlerimi tekrar tabloya çeviriyorum.

Derin soluklarını omzumda, boyun kıvrımımda hissediyorum. “Çok güzelsin,” diye fısıldıyor kulağıma. Bense gözlerimi tablodan ayıramıyorum. Büyülenmiş gibiyim. Elimi terleyen alnıma götürüp derin bir soluk bırakıyorum. “İyi misin?” diye soruyor bana. Ağzımı açıp konuşmaya, bu büyülü ânı bozmaya korkuyorum. “İyiyim,” diyorum yine de. Zorla. “Biraz susadım.” Ellerini belimden, dudaklarını boynumdan ayırıyor. “Bekle burada,” diyor. “Sana neyin iyi geleceğini biliyorum.”

Yanımdan uzaklaştığında vücut sıcaklığımın normale döndüğünü hissediyorum. O ağır enerji ortadan kayboluyor. Gözlerimi tablodan ayırmayı başarıyorum. Bu ânın geleceğini her zaman biliyordum. Ona aylardır âşıktım. Ulaşılmaz olduğunu bile bile onu gözümde daha da büyüttüğümü düşündüm başlarda. Ama onu her gördüğümde ne hissettiğimi biliyordum. Bir kadın asla yanılmaz. Bir erkeğin size karşı hissettikleri ya da uygun koşullar oluştuğunda hissedebilecekleri konusunda asla yanılmazsınız. Ben de yanılmadığımı biliyordum.

O gün dersten sonra her zaman gittiğim, öğrenci dostu izbe kafede otururken telefonuma gelen bildirime şaşırmamam gerekirdi aslında. İlk başta, gördüğüm kullanıcı adı ve o minik fotoğrafı tam olarak seçemedim gibi geldi ama sonra emin oldum. Öyle derinden, öyle sesli bir nefes aldım ki daha veremeden kafedeki üç beşmüdavimin gözlerinin bana çevrildiğini hissettim. Oysa ben çığlık atmak istiyordum. Tek elimle ağzımı kapadım. Telefonu tutan diğer elim titriyordu. Kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Kahvemden bir yudum aldım ve telefonu masaya bırakıp takip isteğini kabul ettim. Sonra ben de onu takip ettim. Kapalı olan hesaplarımızı birbirimize açtığımız için bir süre birbirimizin profilinde gezinmiş, fotoğrafları yakınlaştırarak bakmış olacağız. Aslında benim onun hakkında bilmediğim pek bir şey yoktu. Ama yine de aç gibi, susuz gibi saldırdım bütün fotoğraflarına. Karısının ve çocuklarının fotoğraflarını görmekten korktum. Ama yoktu. Karısı da çocukları da yoktu. Yani en azından fotoğrafları yoktu. Ondan ilk mesaj geldiği sırada buna deliler gibi sevinmekle meşguldüm. Uzun bir süre ekranı kapatıp telefonu kendimden uzak bir yere koydum. Sonra eşyalarımı toplayıp kafeden çıktım. Birkaç sokak ötedeki öğrenci evime kadar nasıl yürüyebildiğimi, o mesaja o kadar uzun süre bakmadan nasıl durabildiğimi bilmiyorum. Ama sonunda baktım. Paylaştığım Rilke dizelerine, şiiri “yüzde yüz” beğendiğini belirten bir ifade bıraktıktan sonra bana, ertesi gün benimle görüşmek istediğini söylüyordu. Bu benim için geri çevrilemez bir teklifti. Koskocaman bir amfide, yüz elli kişi arasında, yalnızca iki saat boyunca da olsa her hafta görüşen iki insandık. Ben daha fazlasını istediğimi biliyordum ama şimdi onun da bunu istediğinden emindim. Hafta sonu için sözleştikten sonra bir süre daha havadan sudan konuştuk. O, aklınca beni rahatlatmaya, durumu normalleştirmeye çalışıyor olmalıydı. Oysa benim tek bir amacım vardı: Doğum tarihini ve saatini öğrenmek.

Tam tahmin ettiğim gibi. Güneş akrep, yükselen akrep. Sekizinci ev akrep. Bilmeyenler için, sekizinci ev, akrep burcunun evidir. Hades’in evi yani. Ölüm ve yaşam evi.

O günkü buluşmanın ardından, bir sanat galerisini andıran salonda o devasa tablonun önünde dikilirken beni, Antik Çağ Felsefesi dersinden buraya kadar neyin getirmiş olduğundan emin oluyorum. Elbette bu, üç Moira’nın işi. Tanrılar bile onlara karşı koyamamışken ben koyabilir miyim? Yine yüzümün kızardığını, ateşimin yükseldiğini hissediyorum. Biraz sonra omzumda onun elini hissediyorum. Dönüp baktığımda, elinde bir kadehle bana gülümsediğini görüyorum. Kadehi bana uzatırken, “Nar şarabı,” diyor. “Çok seveceksin, tatlıdır.”

Kadehi alıyorum ve şarabı kana kana içiyorum. Kendimi ona bağladığımı bilerek içiyorum. Ona hapsolduğumu, artık geriye dönüşün olmadığını bilerek. Şarabı birden içince hafifçe başım dönüyor ama yine de gözlerimi tablodan ayırmıyorum. Bu kez o da tam yanımda durup dikkatle tabloya bakmaya başlıyor. Kadehi elimden usulca alıyor ve diğer elini yine belime doluyor. “Persephone ve Hades,” diyor. “Biliyorum,” diyorum.

Elbette biliyorum. Ben Kore’yim. Demeter ve Zeus’un kızı Kore. Hades’in diyarına götürüldüğünde, ağzına aldığı bir nar tanesiyle orada hapsolan ve artık Persephone olan Kore. Ama ben buraya kendi isteğimle geldim. Moira’ları suçlayabilir miyim? Peki ya beni kurtaracak bir Demeter var mı?

Dudakları tekrar dudaklarıma kapanırken bu kez geri çekilmiyorum. Kendimi tamamen bırakıyorum ve bütün tanrılar ve ölümlüler gibi kendi kaderimi yaşamaya razı oluyorum.

Gözlerimi açıyorum. Alçı taşından yapılmış büstü dudaklarımdan uzaklaştırıp gözümün çevresindeki morluğun, alnımdaki şişliğin üzerine koyuyorum. Bu hafif serinlik, sızıyı pek dindirmiyor ama yine de rahatlıyorum. Geniş kanepeye iyice yayılıyorum. Kerberus gelip yanıma uzanıyor. Köpeğin o güzel, simsiyah başını okşarken düşünüyorum: Beni seviyor. Burada mutluyum. Bana istediğimi veriyor. Ama yine de bazen o devasa tabloya arkamı dönerek Zeus’a dua ediyorum. Beni buradan kurtarmaları için bütün tanrılara yakarıyorum. Moira’lara isyan ediyorum.

Ben, Persephone’yim. Ama bazen Kore olmayı özlüyorum.








DRAGÉE
Anlat onu. kısık bir ses olarak tanımla.
her küçük ormandan yükselen iniltileri
her küçük ormandan buraya kadar ısırılan 
aşkların koynundan kaçıp tomurcuklanarak 
uyuz kolonya lekeleri, çirkin gülümsemeleri. 
Her bakış biraz daha uzağa tanımlıyor kendini 
yıkılan bir şey; onu alıp doğrultuyor
ya fitil başlıyor tam şurasından ya cesaret
siyah bir su gibi gezinip duran intihar fikri 
herkesi uyandırırken okşıyarak
ve bakırdan yapma o mavi çiçeğin içinde 
delirmiş uzun atlarla korkuturken
sadece onunla yatıyor aynı çarşafta.
Anlat, fenlerin kolay öneminden bahset
tüylü bileziklerden o berbat cenin ilminden 
ürpermenin bilgisinden
ve bahset beş farklı zifaf türünden
göklerin en üstünde bir kürsü varmış bir kelebek 
bilmezdim onu ben kaskatı kesilirdim,
uzaktan mancınıkla yetinirdim yalnız
ateşi severdim.

Tavanda kendi cesedini asılı olarak bulmak
ne korkunç ne güzeldir.
öyledir ki negative bir ilişki kurmak kahkahayla 
artırılmış bir göz
hiç tadamayacağımız fırlatılmak hissi verir. 
çünkü insan, yüksünerek öptüğü her neyse 
taptaze bir sabah değil, belki bir oğlan 
öptüğü o kararmış tabiat; o tabiatın içinde 
baş başa kaldığı o sıcak o yorucu vadi 
hiçbirini göremez. ısınır ve giriverir koynuna. 
gölgeyi yaratan ışık geri gelen bahçeler de
bir fikir verebilir. belki pastel tadına doyulur şiirin 
ölmeyi unutur herkes. sevilmez olur kenevir
işte o zaman ayağa kalkıp ahmaklar için
ağlamaklı okurlar herkes için herkese göre
bir kampanya gibi, ağrıya basılmış tuz gibi erir 
uçuverir belki. ahmaklar için tadına doyulur şiirin. 
oysa tavanda kendi cesedini asılı olarak bulmak 
herkese rağmen bütün herkese
ne korkunç ne güzeldir.

Ne güzeldir aynı vakte düğmelerini çözmek 
çürüyen bir elmanın yanlış dişleri önünde 
ne güzeldir çıt diye kırılması boynun
yüzü tamamlanır insanın böylece
yükünü alır. dürter o saydam mızrağı
kimsenin göğsünde yüzemez temkin, çatısı daralır 
elleri yavaşlar ürün bile veremez, aleti unutur 
çömelir kalır yeniden, öylece kabarır kolları.
Belki o zaman bir nefes belirtisi bir titreme
      -atlar gibi yapıyor atlamıyor 
       kandırıyor uçurumda avcıyı tavşan.
ama yok, hayır. kurnaz bir tavşan değildir 
öyle acıklı maharetleri bilemez insan, 
kurtulur belki ölümden ama yaşayamaz 
korkmanın o serin tadına varamaz çünki.
      -sonra o tavşan tüylerini dökerek 
        bir işveyle de güldürüp avcıyı 
        kurtulunca menzilinden tüfeğin 
        coşkuyla koştu yuvasına
        ve minik yatağına girdi. 
Ama bir nefes belirtisi 
nasıl bir titreme
işte al koncasıdır yaşamın.





Misafir
I.

       Elfiye’nin ismini anneannesinin annesi koymuş, o doğduğunda gözleri körmüş ama hastane odasında bebeği kucağına verdiklerinde onu görürce tasvir etmiş. Onlar da ismini sen koy bunun demişler. Tamam demiş büyük nine, bebeği yüzüne doğru tutmuşlar, o da kulağına ezan okuyup üç kez Elfiye, Elfiye, Elfiye demiş. Odadakiler çok şaşırmış, bu ismi daha önce hiç duymamışlar ve isim kulağa tuhaf geliyormuş. Yine de anne, anneanneye o da kendi annesine itiraz edememiş ve nüfus kağıdına adı yazdırmışlar.
        Bu hikayeyi ilkokula giderken üveyine durur durur anlattırırdı. İsminin Deniz, Zeynep ya da Aslı olmasını istiyordu, ilk üç harfiyle dalga geçilen bir isim istemiyordu. Aynı şeyleri bir kez daha anlatınca üveyi sinirlenip:
       “18 yaşına gelince değiştirirsin, git başımdan,” diyordu.
       Ergenliğinde ve ilk gençliğinde ismine ısınmış, ona gizemli hikayeler uydurup anlatmaya başlamıştı. Yirmi beşinden sonraysa artık ismini umursamıyordu. Adı ve soyadı onun için eserinin altına atılacak yekpare imzaydı, ilk şiirini yayımlattığından itibaren başkalarının olmuştu.
         Kendine ismiyle hitap ettiği monologlar kurmazdı. İsmine akrostiş yazmamıştı.
Annesi Elfiye’yi adıyla gevşek bağından mı yoksa o yaşlı büyük nine kulağına ezanı okurken büyülü şeyler de söylediğinden mi terk etmişti; Elfiye bunu bilemiyordu. O sekiz yaşındayken yok oluveren annesini sonra da hiç görmemişti; kucağındaki çocukla ne yapacağını bilmeyen babayı altı ay sonra teyzesinin kızıyla evlendirmişlerdi. Teyze kızı duldu; aralarında birer yaş olan iki kızı vardı -kızlar Elfiye’den iki yaş küçüktü-, kocası Nusaybin’de şehit düşünce bir çocuğa annelik yapma durumunu düşünmeden kabul etmişti.
          Babasının annesiyle annenin kardeşi Elfiye için: “Bu ikisiyle büyür gider işte,” demişlerdi. Annesi, anneannesi, kulağına ismini fısıldayan büyük anneanne ancak üveyin anlatmaya gönüllü olduğu hikayelerden ibaretti. Ailesi -baba tarafı- bayramlarda ve kandillerde ancak bir iki xanax alıp arayabildiği bir telefon listesiydi. Üç dakikayı geçmeyen küçük diyaloglarla sevgi sınırlanmıştı.
          Psikiyatristiyle yaptıkları birkaç hipnoz seansından, annesiyle olan birkaç anısını çekip çıkarabilmişti -babası üzerine çalışmayı istememişti-. Doktor sürekli baskılananın geri dönüşüyle ilgili konuşuyor, Lacan çizgisinden çok fazla ayrılmamaya çabalayarak Elfiye’yi açmaya çabalıyordu. İlk birkaç, ağzından çekip çıkardığı bilgilerle üstüne gittiği tek konu annesiydi.
          “Sizce annenizin terk ediş ve yok oluş anlarına sebep siz misiniz? Kendinizi mi suçluyorsunuz?”
          “Peki sizce neden hafızanızı bu denli baskılıyorsunuz, annenizle ilgili kötü tecrübeleriniz mi var?”
          “Bir çeşit elektra mı bu, hmmmm, çözeceğiz, çözeceğiz...”
           “Elfiye, aslında bunlar sevgi bağının yetersizliğinden değil, sizin bir biçimde reddinizden ileri geliyor olabilir mi? Hiç böyle düşündünüz mü? Zaten olmayan anneyi tamamiyle ret etmek...”
           “Peki, annenizin rujunu sürdüğünüzde ne hissettiniz?”
            Hiçbir şeyi çözememişlerdi. Elfiye doktora gitmeyi yazdığı ilaçlar için sürdürüyordu. Çekip çıkardığı anılar içinse asla müteşekkir olmayacaktı.


 Anı 1) Okula başlayacağı senenin yazı. Evdeler. Elfiye elinde bir kitapla dolaşıp duruyor -Ayşegül Tatilde-. Üveyi onu ayak altında dolaşma iş yapıyoruz diye  azalıyor. Anneannesi de var, hamur açıyor. Mantı yapacaklarmış akşama, hem dedesinin canına değecekmiş hem de misafir gelecekmiş. Babasının daireden iş arkadaşlarıymış. Müdürüymüş. Belki terfi edecekmiş. Elfiye onlara yardım etmek istiyormuş çünkü kitabından sıkılmış, mantıyı çiğ yemeyi seviyormuş. Tamam, deyip eline bir tepsi vermişler, al bunları sen katla. Elfiye tepsiyi alıp salona gitmiş ve kardeşinin yanına oturmuş. Beraber küçük hamur parçalarını halıya yayıp bir güzel tekrar yoğurmuşlar, etleri de yeniden hamurlara pay etmişler. Elfiye tepsiyi gururla mutfağa geri götürmüş. Misafir sofrasına çocuklar oturmazmış, onlar misafir çocukla mutfaktaymışlar, salondan üveyi hışımla çıkmış gelmiş, Elfiye’nin kolunu bükmüş: “Şeytan kız, ne koydun bunların içine, kıl mı koydun, ne koydun, hav mı koydun?” diye diye Elfiye’yi dövüp arka odaya kapamış, oda karanlıkmış. “O cadı karı kulağına ne üflediyse içine iblisler koymuş, kal bakalım şimdi, burada da aklın başına gelsin,” demiş üveyi.


 Anı 2) Herhalde o zaman üç ya da dört yaşındaymış. Biri ölmüş. Kim? Bulamıyor. Yaşlı biri değilmiş ama zamansız bir ölümmüş. Cenaze anneannesinin evindeymiş. Elfiye ağıt yakan kadınların arasında oturuyormuş, sonra birileri bayılıyormuş, herkes ağlıyormuş. Elfiye yemek masasına gidip etli pidelere uzanıyormuş. Ayran istiyormuş ablalardan. Sonra balgamlı bir ses 
 duyuyormuş, bismillah, ya hu, elhamdüllillah, gırtlaktan mevlit çıkarken Elfiye’ye oldukça komik geliyormuş. Yeni bir ağlama dalgasını fırsat bilip holdeki ayakkabı ve terliklere takılmadan geçip arka taraftaki küçük yatak odasına girmiş. Yatağa yatmış. Kucağına beyaz gömlekli bebeğini almış. Külotunu indirmiş, bebeği kendine sürtüyormuş. Çok tatlı bir şeymiş. Üveyi çat diye odaya girmiş, onu öyle görmüş. Koca karanlık bir boşluk var ama bir de baldırlarında kalan tırnak izleri var.


 Anı 3) Üveyiyle kitap okuyorlarmış. Evdeymişler. “Kız, ezberlediysen söyle bak kızmiycam,” diyormuş ama Elfiye kitabı gerçekten kendi okuyormuş. Kapı çalmış, biri gelmiş. Üveyi Elfiye’yi arka odaya götürmüş, “ben diyene kadar çıkma, al bak bu kitabı oku,” demiş ve kapıyı üstüne kilitlemiş. Elfiye bir erkek sesi ve tezgahtan düşen tencerelerin çınlamasını duymuş. Üveyinin eline tutuşturduğu kitaba bakmış ve adını okuyabilmiş: Yengeç Dönencesi. Kitabı okumuş, okumuş, akşam olmuş, kapı kapanma sesi duyulmuş, üveyi kapının kilidini açmış. Sabahlığının kuşağını bağlarken “gel bakalım” demiş Elfiye’ye.        “Acıktın mı?


II.

on altı kadın yemek masasının etrafında toplandı 
başlayın, dedi ev sahibi, başladılar

hepsi etek giymişti, naylon çorabın esansı ayağınkine
kösele ve deri pabuçların rayihası da bunların hepsine karışmış 
östrojen bulutu oymalı möblelerin tepesinde, elmalı
kurabiye, kısır -nar ekşili- içli köfte, ev sahibi antepli
vatkalı bluzlarla kazaklar rengarenk, saçları da permalı çoğunun 
bazılarınınki röfleli, hepsi aynı kuaföre gidiyor, ojeleri
sedefli, bir tek adanalınınkiler kan kırmızı

on altı kadın çocukların ellerini birbirine sıkıladı
haydi siz gidin, leylânın odasında oynayın, dediler, gittiler

leylânın odasında erkekler ve kızlar hoşnutsuz
bakakaldılar bir diğerine, lahana bebeklerin dizildiği karyolaya
birkaçı oturdu ve evcilik kurdu, erkek çocuklar
kurabiye tabağını boşaltıverip tabakları direksiyon yaptılar
koridora çıktılar, yarıştılar, evcilik ya da bebekler şimdiden
bozmuştu onları ve odası pespembeydi leylânın, yine de içlerinden biri
sarışın olduğu için leylâ, ona hayrandı, ne isterse yapardı
bir oyuna katılmakla koridorda koşturmak arasında kararsız
küçük bir Elfiye bebek vardı, merak ediyordu salonda kadınların ne yaptıklarını

on altı kadın bir ağızdan konuşmaya başladı 
benimkisi yatakta bir harika, dedi en sarışınları.

Elfiye sıvıştı gürültülü koridordan, “oğlum azmayın!” diye
bağıran kadınlara görünmeden yemek masasının gerisine düşen 
kolonun ardına konuşlandı, hep hoşlanırdı büyük lafı dinlemekten 
huriye alamanyadan yeni dönmüştü, müslümüm, diyordu çayından 
höpürdetirken, bir yılan gibi sarar beni yatakta, herkes coşuyordu 
hepsi kendi kocasını, kendi yatağını anlatmaya can atıyordu 
müzeyyen ev ayakkabısını ayağının ucunda sallarken iç 
çamaşırlarını nasıl seçtiğini, sevda ise onunkinin arkadan istediğini 
ama yapmadığını anlattı, herkes bunu çok ayıpladı
on altı kadın kocalarını yarıştırıyordu hırsla
bizim apartmana benim adımı verdi hulusi, dedi en esmerleri.

Elfiye zorla giydiği etini kaşındıran ekose elbise
üzerinden karnını tutuyordu, bu duydukları onu hep
kuşa benzetiyordu, kanatlı ama yine de sinirine gidiyordu 
elindeki açık çayı karıştıran annelerin oğluna seslenişleri
savaş, oğlum, gel bak sana paşa çayı yaptım
altı yaşındaydı, seneye okula başlayacaktı ve orada
kurulan düzenin bütün dinamiklerini farkındaydı Elfiye
Üvey annesi çayına likör katmaya kalktığında
asıl filmin başlayacağını bilirdi, kadınların çoğu
evde kendi yaptıkları çeşit çeşit likörleri getirirlerdi, vişne
muz, portakal, çikolata, nane, böğürtlen, Elfiye portakalı severdi 
şişenin üstünden gizlice içip üzerine su doldurmayı o 
zamanlardan keşfetmişti.

on altı kadın on altı çeşit likör çıkardı çantalarından
şekerim benimkisi çok hafif alsana biraz, dediler yanındakilere.

babasını nasıl avucunun içine aldığını anlatırken üveyinin 
ağzı sulanırdı, bazen dudağının kenarından minicik akardı
vişne likörlü türk kahvesi, sonra yalardı orayı ve bakardı seleflerine 
saraya dayanan köklerinde harem adabına yönelik izler bulduğundan 
bunları osmanlıca sözcüklerle donatıp herkesi susturmakta
ve kendi hikayesini istediği gibi anlatmakta ustaydı, babasının 
erkekçe zaaflarını ondan hıncını alırcasına anlatışında
üveyinin, zehirli bir yan vardı, babası bunlar yüzünden 
zayıf düşmüştü gözünde Elfiye’nin, kukladan farksızdı
ne isterse karısı yapmaya ayarlanmış düzeneğini kurmakta 
maharetli kadın boynundaki altın kolyeyle oynayarak 
yatakta orospu olmanın mekruh olmadığını açıklardı ve 
muhakkak yeni evliler olurdu o grupta, bir ilaha bakarca 
dinlerlerdi üveyinin yatakta orospuluk stratejilerini

on altı kadının hepsi çakırkeyifti ve çoğu
yakalarını gevşetip birbirlerine fazlaca sevgi gösteriyordu.
Elfiye şimdi asker olup cephelere ayrılmış oğlanların
arasından geçip bebeklerini uyutmaya çabalayan yorgun
kızların yanına döndü. ona, sen de şu yemeği pişirsene, dediler 
çingene pembesi plastik mutfak takımına bakakaldı
tencerenin kapağını açtı, beriki kağıtları koparıp tencerenin içine attı 
al, dedi leylâ fosforlu yeşil kepçeyi uzatırken
bununla karıştırmalısın çorbayı, yoksa dibi tutar,
türkçe konuşamadığını ilk o gün mü anladı yoksa
daha önce miydi hatırlayamaz Elfiye, zihninde plastikten
bir de ilkyardım çantası imgesi var, beyaz üstüne al hilalli
doğum başladı, diye telaşlanan ezgi ile bacaklarını açmış
çektiği sancıyla iki büklüm olan çiğdemin arasında telaşlandı
çokça, neşteri sok dediler karnına, soktu ama sonra ne yapacağını 
bilemedi, leylâ bağırdı: aptal, çeksene bebeği, öldü bak işte.

on altı kadın on altı ata lira çıkarıp
yemek masasının üzerine liraları dizip bereket olsun dilediler

banyoya kaçmakla kurtuldu doğumhanenin stresinden Elfiye 
kapıyı da kilitledi, bir süre burada kalıp zamanın geçmesini 
bekleyecekti, duş perdesinin ardında kıpırdayış sezdi ve
gördü ki küvete uzanmış içerdekilerden biri, onun da
elbisesi ekoseliydi ve başının üzerinde saten pembe kurdele vardı 
kaça gidiyorsun? diye sordu Elfiye’ye bir yandan
küvette ona yer açtı, seneye başlayacağını söyledi okula
Elfiye onlara benzemeyen birini bulduğuna sevinmişti
ama, dedi. okuyabiliyorum, ve Eda’ya en sevdiği masalları 
hızlıca anlattı. Eda da ona kurtuluştaki yayasını, ermeni 
olduklarını ama bunu başkasına asla anlatmaması gerektiğini

on altı kadın sekiz bardak paşa çayını su bardaklarında 
oğullarına sundular

Eda’nın beni dudağının kenarında, benin resmini yapma isteği
ve bu yanaklarla iri yüzün Elfiye’nin içini sardı, elini uzatıp kurdelesine 
dokundu, benimki benim saçımı hiç yapmaz, dedi.
gerçek annem değil, diye hemen açıkladı, gerçek annesi olsa
saçını yapacağından çok emindi. kurdeleyi çıkardı Eda, saçı iki yana 
döküldü ve onu Elfiye’nin bacakları küvetin kenarına dayanmış 
eteği karnında toplanmışken tam göbeğinin üzerine bıraktı
senin olsun bende çok var, derken parlayan gözlerin
mükafatını daha o yaştan anlamlandırabilen bir çocuk
olduğunu göstermiş oldu. küvet, lavabo ve klozet bebek mavisiydi

on altı kadının on beşi kocası Müslüm olana
gıpta ile baktılar kırk beş dakika üstünden inmezmiş haspanın.

banyonun kapısını kale yapmış oğlanlar çat çut
topla şut çekiyordu, salaklar, diye söylendi Eda ve bir
baş hareketiyle ona katıldığını belirtti Elfiye
ne zaman külotlarına bakmak akıllarına geldi hatırlayamaz 
beyaz yünlü külotlu çoraplarını sıyırıp
küvete çaprazladıkları bacaklarının arasına ilgiyle
baktılar, ikisininki de aynıydı
uzanıp kızı öpen Elfiye’ydi dudağından ve yuvasında
tam çevrilmemiş anahtarın şutlarla gevşemesi
gözünü açtığında oğlanlar çoktan bağırmaya başlamıştı 
Eda Elfiye’ye kuku gösteriyor! Elfiye Eda’yı öpüyor, anne!

on altı kadın birden ayılıp kösnüllüklerini
salonda bıraktılar ve içlerinden ikisi çocukları adına fazlaca utandılar.

çocukluk dayağını unutulmaz kılan bu utanç duygusuydu,
ancak yaş aldıklarında o günün hayatlarını nasıl
şekillendirdiğini anlayacak iki kız çocuğu, salonun ortasına 
getirildi, oğlanlar kıkırdayıp dururken on dört kadının on dördü de 
diğer ikisini teselli etti, ölüme yok çare şekerim, dediler
iyi doktorlar var, tedavi ettirirsiniz ya da bunların içine 
cin kaçmış şekerim, bir okutmak lazım, diye söylendiler.

on dört kadın diğer ikisinin hastalıklı evlatlarına 
bakıp iyi ki bizim başımıza gelmedi diye sevindiler.

mea culpa



sabahtı
omuz silkti yukardaki 
akşam oldu

mea culpa diye diye 
sevdirdin kendini 
işlediğin suçlara

bir sözcükten 
diğerine sızdın 
kıştan ilkbahara 
yıldan yıla 
yerden göğe

peki birinci sözcük neydi?
otuzuna yaklaştıkça 
kime sorsan
omuz silkti 
türkolmak mıydı?        amaaaan boşver

mea culpa diye diye 
temizledin damağını 
olmak istediğin şeyin 
yüzeyine yayıldın









Bir Yerin Otogarı



kollarımın ve kanatlarımın varlığına ve birliğine 
inanmazsındır diye kafan yükseklere bakıyor 
inkar etme diye akıyor elmacığından kan
yoksa yumruğum hiç can yakıcı değil
ve ayaklarım genelde yerdedir ve heryerdedir 
bir yerin otogarı/ saat 17.10

iki omzumdaki iki yerlinin birer tane deftere 
ihtiyacı yok, yeterli bu dünyada parmaklar 
yorgun düşmez onlar, ben duyulmaz biriyim 
aynalar da olmasa sanki var gibiyim 
dokunmaz bir insanım kısık gözle bak bana 
bir yerin otogarı/ saat 17.11

ayakkabı seçmek gibi ayakkabı silmek gibi 
huylardan ve tüylerden münezzeh bir kanatlıyım 
şimdi sen bu fotoğrafa da çirkin dersin 
beğenmezsin bu şiiri bu gömleği giymezsin 
dişlerine değen bir söz ölmezdir duymazsın 
otobüsler geçiyor üstümüzden ne garip
bir yerin otogarı/ saat 17.12

tenasüp takıntım bekliyor elinde pala 
bir yerin otogarı/ saat 17.13

çekiniyorum her kuşu kanadından tanımaktan 
balmumunu eksiltmek için güneşlerden kaçıyorum 
kırmızı ışıklar altında bir çay hiç soğumaz
kırmızı ışıklar altında bir tek senin milletlinim 
benim köyüm ne yerdir ne gök
kırmızı ışıklar altında bir tek senim
benim köyüm ruhundur
bir yerin otogarı/ saat 17.14
bundan böyle benim köyüm ne yerdir ne gök










İŞTE BU YAĞMURDUR



Ne olur Gelibolu’da ölsem, martılar kahkahalarla 
Gömmese deniz, üşenmese Tanrı yaşatmaktan 
Ama bu kararsızlık karartır güneşi,
Ne olur affetsin unuttuğum kırmızı şal

Elimde toprağı, bulamadığım kırılmış dalı
Sarı gül, bir sarı gül. Gülüşmeler okşadıkça kokuyu 
Kızıla şarkılar söyletirdi durmadan minik ağzım 
Yorulmasa anlamaktan Tanrı.

Ne olur ölsem orada, basma bir elbise
Hiç bitmeyen fasıl, arasından sıyrılarak 
Ayaklarımda alkolü üzümün, başımda hep ezgi 
Ayrılmadan gider bazı bakışlar, bıraksa ömrüm.

Seni düşümde sevgilim, sevdim
İçin için düşündüm zelzelelere eşlik eder gibi
Korudum trenlerden, Gelibolu’dan
Ne olur burada ölsek, seninle ben, savrulsa yazı dedikleri 
Bu alın teri.

Altın yüzük, deri sandaletler, kırmızı oje
Bir kıraathane sessizliği işte sahip olunan 
Hepsini azat etsem de gitmemek için
Bir saksıda bastıran mutsuzluğumu, o sarı gül. 
Düşmese elimden
Gidilmemiş yerden gelen o kartpostal.

Göğsünde uyutsa kırılmış güvercin, 
Yeni bir yaşam olmasa
Hep burada ölsem, hep rüzgarlı.
        Görmedim nicedir başkasını, bir yeli değişemedim 
Narinliğe. Çeşmeden yokuşa yol hep uzun
            Hiç değişmedi, çığlığım bile.









yanılgı. ve kamçı.



yanlış anlama ama,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
                               önünde sarkan ön gösterim değil filmin tamamıysa 
                               ben bu gece film izlemek istemiyorum


                                 yanlış anlama ama,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
                                                                               sana az kullanılmış bir delik vadetmiyorum 
                                                                                bir de haz delikli gül bahçesi

                  
                                                                    yanlış anlama ama,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
                                                                                                    ne bu semptom bekler tanı uğraşı
                                                                                                    tanış 1) ehil barakuda 
                                                                                                    sonunda sayısız küfür öğrendi
                                  

                                                                                                      hayyk                                                               ol 
                                                                                                      haykkırık                                                       mak

yanlış anlama ama,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,           
                                                                                          ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, 
                                                                                                                      ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
                                                                                                                                                                          dil eğri
                              tanış da yatış arkadaşlarımla 
                              biri birine göt cebinden
                              acil kimlik dindirir

                              tanış 3) ehil tilki 
                              tanış 3) eğil avcı
                                                  (yanlış arkadaşlarımdan) 
                                                   anlama
ama,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
rüsva kilit son görüşmenizden bu yana,
                                                       neden,

                                                                   telefonlar açıkmıyorsun? 
        
                      
                                                                                       aşağıanlandın,
                                                                                                                                                                           [yanlış]
                                                                       anlama ama


                                       tanı: yanılgı söndürücü
                                       tanı: söndür öcü
                   
                           [tanı: yanılgı]

                             ve kamçı.

                         [ve kamçıla beni]

             yanlış anlama ama 
 
                             kamçıla beyni.

                          yanlış anlama ama 
                          yanlış anlamların 
                          yanlış anlam ama 
                          yanlış anlamaların 
                          yanlış anlama’ların

                                                       hepsini yanlış anladım








Miras

O gün tapuda Meliha adında bir kardeşlerinin daha olduğunu öğrendiler. Önce şaşırdılar, “bir yanlışlık olacak,” dedi büyük oğlan. “Bizim öyle bir kardeşimiz yok.” dedi küçüğü. Ve ortancası onun bıraktığı yerden devam ederek “biz öyle birini tanımıyoruz.” deyip büyüğün bıraktığı yere getirdi lafı. Kesin bir hata olmalı. Üçü de kendisinden emindi. “Kontrol ediyorum.” dedi memur. Arama butonuna gitti eli yeniden, zaten hep böyle olur bakışlarıyla. Bütün aile ekranda gelip gidiyordu. Dedeler, büyükanneler, büyük büyükler sonra. Üç kardeş de gözlerini aile tarihlerine diktiler. Hem de uzundur hiçbir şeye bu kadar dikkatli bakmamışlardı. Ekran gidip geldikçe yürekleri hop hop ediyordu. “Bir yanlışlık yok.” dedi memur. “Meliha Bölükbaşı”

Durumu annelerine sormayı düşündüler önce. Anneleri 82 yaşındaydı ve iki yıl önce üçüncü evliliğini yapmıştı. Kocası öldükten sonra varını yoğunu kaybetmişti kadın. Oğlanlarının babalarından kalan mülkler de borçlulara gidince, kadın da kalan son evin yarı hissesini alıp yeni kocasıyla umreye gitmeye karar vermişti. Kardeşlere de bu yarı hisse kalmıştı. Zaten mal mülk icralıktı, en azından bunu kurtarsalardı. Beş kardeştiler, acaba gerçekten başka kardeşleri var mıydı? Adını daha önce hiç duymamışlardı. İlk evliliğinden olsa gerek. Böyle biri yaşadı mı acaba? Ne yapabilirlerdi? Büyük kardeş dışarı çıktı, sigaraya. Ortanca bir köşede bekliyordu. Küçük olan elinde evraklar öylece kalakaldı. Babasının malını bile yiyemeyeceklerdi. Annesaine olan öfkesinin hatırladı yeniden. Mahalle çalkalanmıştı. Bir tefe koyup çalmadıkları kalmıştı da en son oğulları öğrenmişti, annelerinin kocaya gittiğini. Hani kocasını çok seviyordu, hani bahçeden bostandan hep eve gelirlerdi. Hani onların aşkı başkaydı. Kemikleri sızlamadı mı şimdi? Balayına da gidecek miydi gerçekten, bu kadın hasta değil miydi, daha birkaç yıl önce yoluna yürüyemiyordu, komşular susmuyordu, kafasının içinde alıp verdi sesleri. Nefesi daraldı, derin bir iç çekti. Kaç gecedir gördüğü rüyayı hatırladı birden. Ormanda koşuyordu, arkasından bir gölge onu kovalıyordu, kan ter içinde uyanıp karısına sırtını dönüp sekreterini düşünüyordu. Sekreter ise daha çok kariyer peşindeydi ve bu gönül meselelerini umursamıyordu. Kendini bir zavallı gibi hissetti. Ama hem belki biraz parayı vurursa. Evet son zamanlarda tek dertleri paraydı. Annelerine de gerektiği gibi destek olamamışlardı. Borçlular kapıya kuyruk olunca anneleri de sığınacak bir liman aradı belki. Şimdi de bu kız kardeş meselesi. Nasıl ikna edeceklerdi onu, nasıl biriydi acaba? Paraya ihtiyacı var mıydı? Babasıyla arası nasıldı? Nerede yaşıyordu? Sadece bir imzasına ihtiyaçları vardı. Diğer kız kardeşlerini düşündü. Çıkartıp iki yüz lira verip susturacaklardı. Kızların pek ihtiyacı yoktu çok şükür. N’apsınlar hem borçları vardı. Küçüğün düşüncelerini ortanca sürdürdü. Hayıflanıp durdu. Tersliğin böylesi. İlk defa bütün kardeşler toplanmıştı. Kızlar yoldalardı, varmak üzereydiler. Şimdi kim bilir, bir daha ne zaman? İçine tükürecekti böyle şansın. Öyle ya işleri ne zaman yolunda gittik ki. Hırsızlık yapacak olsalar ay akşamdan doğardı. Küçük ile ortanca göz göze geldi. Sessizce başlarını salladılar. En sonunda bu da olmuştu. Annelerinden sonra bir darbe de buradan. Aslında ona da pek inanmamışlardı.

“Seni kim napsın!” demişlerdi konu açılınca. Kadın da gönül koymuştu oğlanlara. Onların inadına hem kendinden beş yaş genç hem de zengin bir adam bulmuştu. Ve “anam kocadı yoluna yürüyemiyor,” diyenlere inat Eminönü’ne hacı malzemeleri almaya tek başına kat kat göbeğinin altından belini kıvırta kıvırta gitmişseke seke dönmüştü. Hem de büyük oğlunun tehditleri arasında, dövüş, çekiş, uğraş derken nikahı da kıymıştı.

“Sadece bu çul çuval mı benim,” demişti kadın. Rahmetliden kalan ne varsa satıp savmışlardı. Çoğunu da oğulları almıştı. Rahmetli kocasını çok severdi. Allah onu incitmesin. İlk zamanlarda mezarına her hafta giderdi. Çiçekler dikerdi. Saatlerce kalırdı. Eve gelip fotoğraflarına bakardı. Mezarını yaptırmak için oğullarından para arttırırdı. Kuş sulukları yaptırdı büyük büyük, işlemeliydi mezarı. Nasipti işte. “Vadesi bu kadarmış, nasip.” Ama canına da tak etti. Nikahı bastı. Şimdi küsecek olan küssündü. Çoluğu çocuğu, torunları bırakıp başka semtin yolunu tuttu kadın. Kıyıda köşede konuştular. Herkesin de söyleyecek bir lafı vardı. Oğulları düşündü. Bu kadın bunu nasıl akıl etti diye. Torunları internetten araştırdı, ilerleyen yaşlarda olabilirmiş, bunamış mıydı yani? Yok, aklı yerindeydi. Ölüm korkusu diye bir şey okumuş çocuklar. Büyük oğlan şaşırdı, ne yani anam ölüm korkusundan mı elin adamına gidiyor. Aklı almadı. Çocuklar korku içinde birbirlerine baktılar. Oğlanlar yine bilgisayarın başında toplandılar. Ekranda çıkan harfleri yutuyorlardı sanki. Sonra ortanca, anam bildiğiniz aşık olmuş dedi. Oysa televizyondan izdivaç programları kalkalı çok olmuştu. Bu programlar yerini katili bulma programlarına bırakmıştı. Oğlanlar gerildi birden.

Bakışlarını tapu dairesine yöneltti küçük oğlan. Öyle kalabalıktı ki, sanki arı oğul veriyordu. Kalabalık üzerine geldi. “Bunca insan,” dedi. Bir iki adım geriledi. Duvara yaslandı. Eski tapu dairesinin rutubetli kokusunu hissetti. Bir ıslaklık. Annesi geldi yine aklına. Tiksindi bir an. Sanki oğlunun rüyasını biliyordu kadın. İçini okuyordu. Annesi bütün kocalarıyla mutlu olmuştu. Bununla da mutlu olacaktı, adam daha şimdiden onu el üstünde tutuyordu. Yüreği kendisiyle barışmıştı kadının. Oğlan ise her gece o düşü görüp karısını, sekreterini, sonra anasını hatırlıyordu. Mutsuzluğundaki bütün faturayı anasına kesiyordu. Hızla merdivenlere yöneldi. Sanki o arı kovanı da peşinden geliyordu, bu çocuk kimdendi. Bu kız kardeş. Meliha. Merdivende başını kaldırdı. Annesinin silueti tavandaydı. Saçları kabarık kabarık, birbirine dolanmış, merdivenden aşağı sarkmıştı. Sarmaşıklar gibi binanın rutubetli tavanıyla birleşmiş oğluna gülümsüyordu. Dişleri çürümüş, küflenmişti. Yeşil yeşil. Delirdiğini düşünerek kendini dışarı attı. Kız kardeşleri henüz gelmemişti. Büyük oğlan aramıştı. Biri yolda varmak üzere, öbürü de yarım saatte… Bir umut, kızlar acaba? Küçük oğlan rahat bir nefes aldı. Endişelenmişti, ya gelmezlerse diye. Alt tarafı bir imza vereceklerdi. Üçünün de hayalleri vardı gelecek olan paraya dair. Ama bu altıncı kardeş bozuyordu işi. Ne yapıp edip çözmeliydiler. Ortanca kardeş kinini içinde yoğurup anasını aradı. Derin bir nefes aldı. Diğer ikisi onu sessizce izledi. Konuşma yoktu. Anneleri cevap vermedi. Kim bilir nerede diye geçirdi içinden ortanca. Üç kardeş yan yana tapu dairesinin önünde duruyorlardı. Bir daha denediler şanslarını, cevap gelmedi. Oysa bilmiyorlardı, Meliha küçük kız kardeşlerinin kimlikteki adıydı. Kızlar yoldaydılar. Geleceklerdi. Ve kendi paylarından zırnık koklatmayacaklardı. Sessizce yola bakıyorlardı. Aniden bir arı yaklaştı kulağına vız vız. Sonra birden küçük oğlana iğnesini batırdı. Küçük oğlan çığlığı bastı. Arı alerjisi geldi aklına. Kolunu tuttu. Geçen geceki rüyayı hatırladı, bu defa uyanıp yanından karısını bulmak istedi, sonra da sekreterini…


Anksiyete




Gerçekten iyi bir gün geçiriyorum. 
                                      Bir şey vardı
yapmam gereken. Ama ne? 
Çok fazla alternatif yok, sadece 
yapmam gereken bir şey.
                                       Bi teklik attım ama, 
yardımcı olamaz—yanına bile yaklaşamaz!
                                       Ben
daha kötüyüm. Hatırlayamıyorum nasıl
hissettiğimi, belki de daha iyiyimdir. 
Hayır. Birazcık daha karanlık.
                                      Eğer öyle olsaydım 
gerçekten karanlık, müthiş karanlık, tıpkı
kafayı bulduğumdaki gibi, bu en iyisi olurdu 
açık ara. En iyisi değil tabi,

ama imkansız dışındaki en iyisi
saf ışık, sanki uçsuz bucaksız 
kırlarda koşarken duraksamak
ince altın uçlarında derin çimenlerin.

Ama şimdi halen, bildik kahkaha uzak
karanlık yüzden, insan merhametli hatta çoğu zaman—

motivasyonlu? gece yürüyen ılıklık o 
                                                               gezinen
karanlığın eğlencesi, dudakları 
                                                     ve
ışık, her zaman yol bulan. Belki de
işte budur: bir şeyi temizlemek. Bir pencereyi?



Türkçesi: Roman Karavadi







mîran



kestik. sonra manzarası değişti buraların
katlar çıktım etrafıma -ellerim bu yüzdenmiş
bu gördüğün şey sabrım benim, kimselere elletmedim
dağ gibi sözcükler buldum. neye benzedim ağlayınca bilmem 
dağdan büyükmüş dağ sözü, sonradan öğrendim

sedyeler mezarlığı:
odalara giriyorum nefes veriyorum, üç iki bir 
bilindik bir ritimle tekrar dönüyor dünya
ben bu binadan çıkamam, bina çıkar benden beyaz 
eskitilmiş isimler bulurum seslenmek için sana 
adını söyletmezler, ancak mîran derim

klor kokusu:
içim çıkıyor -hayvanlarım bana bakıp döküyor tüyünü 
bir şeyi bitirir gibi yapıyor doktorlar
buz dolduruyor biri çukurlarıma, biri makasları açıyor 
öbürü geriye doğru sayıyor yaşımı. ben düşer gibiyim 
üç iki bir

yalnız sevk:
gözlerim karardı, ışıklar bölünüp döndü yoktun
bistüri düştü, sedyemi yine annem ittirdi yoktun 
katlandı taburcu kağıtları, saçlarım seyreldi 
dikişlerimi aldılar dün sabah, ayaklarıma düştü yoktun 
kalktım bu şiire başladım
bir şeyler bitti kasığımın oralarda, anlatamadım yoktun 
bir ihtimal olarak ellerimdeki zehre dökül şimdi mîran 
ben öyle düşer gibi kaldım, yoktun

oysa:
gövdende bir yokuş, indim çıplak, çıktım çıplak
çiftleşirken ne toplanır dünyadan, onu topladım ayaklarına 
astarlar sızdı ucumdan açılacak bir şeymişiz meğer 
içindeki dilim, bu sular benim sularım, sırtında senin 
atların şahlanırken düşürdüğü gölge neyse o
neyse kartalları gökte eskiten zulüm
denizleri doldurup ışıkları kapatan cüret neyse o
hâlâ ıslağız -yetmedi rüzgârın kavradığı tüller
boynunda katlanan damar yetmedi

bir şey yap mîran
beni iyice sık ve bırak şimdi









parçalı




geçerek her yerden gelen her yere giden neden
ellerin bana dokundu geçen sene bugün ve sonra birkaç ay daha
hem arkamdan hem bağlı bir yerlerim bağları su kuşlarına bağları korka korka 
yine ot çeksek okusak sevişsek umut varmış gibi yine gezi patlasa sokağa dağılsak 
yine kahvaltılar hazırlasak konuşsak dirensek yine gezi patlasa karışsak

ama bir piramidi eğip büküp üstüne inleyen bir erkek 
çarpıtan bir duvardan seken içinden çıkaran en pis 
en pes ediyorum hayır hayır etmiyorum
dik geliyor yüzüne başka arkandan başka
işte bu zar işte masalar işte güneş de batıyor
işimizi bitirelim saklanmamız gerek
okutacaklar sille tokat bizi katillere en çok da polislere 
ama bir kurtuluş var herkes bunun farkında

geçerken bir akla giden havada kapa bulut artığı
ellerin bana dokundu geçen sene bugün sonra birkaç ay daha 
sulara bağlı yerlerim bağları korka korka
şimdi bir patlama olsa camdan bakarım twittera bakarım 
ama baktığıma eller de patlar her şey patlar
atmaktan yetmez karınca sever nereden içeri
geçerken bir dumana doğru ilaçları unutmadan
o zaman bana yazarsın kılıf geçirdim çarşaf yıkadım 
unutmadan ilaçları artılar ve eksiler tablosu yaptım
üstümde bir hırkayla excel çalıştım
imamları alttan aldım ama bedelli yapan imamları
ezanları ve müezzinleri alttan aldım
bakarsan doğru anla sarı akla metal akla lastik akla
şimdi geçip gitse patlak şehir camdan ve twitterdan göründü 
patlaması çok ilgi çekti beğenenler oldu beğenmeyenler oldu 
ama çok tartışıldı patlama fotoğrafları için galeriye tıklayın 
ama ben durdum oyun oynadım
ben durdum hani nerede yani bunun özeti

şimdi vursa beni her iş geçici
sabahları böbürlenen simitçi akşamları böbürlenen bozacı 
hem de haksız yere ikisi de
el altından tütün, akbil fişleri ve kahverengi giyinen bekçiler 
yani hayat kısa
bekçiler gbt sorgusu yapıyor

hayat kısa trafikte intihar bana bir kez
vur bir kez düşmanmışım gibi pişman
şimdi en ahşap piramit eğilip bükülürken üstüne inleyen bir erkek 
çarpıtan duvardan seken içinden çıkaran en pis
en pes ediyorum hayır hayır etmiyorum
enine değil elbette dikine hep dikine
arka arkaya işte bu zar işte masalar ve güneş de batıyor
işimizi çabucak bitirelim saklanmamız gerek
okutacaklar sille tokat bizi katillere en çok da polislere
ama bir kurtuluş var hem herkes bunun farkında

sonra kendimi beş yıl sonra nerede görüyorum
sonra en çok hangi özelliğimi değiştirmek isterdim
sonra bir ekip içinde en çok hangi özelliğimle öne çıkarım 
sonra var mı peki benim de sormak istediğim bir şey 
tanıştığıma memnun oldum teşekkürler iyi günler

geçen hafta depremden bu hafta salgından korkarak sustukça sokakta 
adım adım giyinerek aynaların önünde herkese bir alan herkese başka 
oyunlar alanlara döküldü ortalara döküldü
hava alanları toplanma alanları sigara içme alanları
haftaya iklim krizinden korkacağız sessiz
oyunlar oynayan müdürler koordinatörler görevliler 
alandayız dünya için değil çünkü yarın

aslında ne kadar zayıf
her şey ne kadar açığa çıkmaya saçılmaya
kol kırılır yol gidilir oyun oynanır ama çok fazla öğüt dinledim
kendilerinden çok emin insanlardan yani hatasız
yani çok güçlü yani ukala insanlardan öyle çok öğüt dinledim
hocalardan yazarlardan babalardan ve hatta bankacılardan bile öğüt dinledim 
olmuyorsa olmuyor binalar olmuyor hepsi yıkılacak
bunu aklımdan çıkarmamayı öğrendim
bütün öğütleri yaktım
ama dinledim hepsini
sonra yaktım.











neredesin, firuz


biz çok şeylerden konuştuk seninle
kendini pişiren yemeklerden
hiç ısınmayan iklimlerden
erenlerden, hiç değilse sezenlerden 
kasketini bir heykele vermelerden tut 
tarlalardaki mavi keten çiçeklerine
elini omzumuzda hissettiğimiz mikail’lerden 
kesifliğine acıyarak baktığımız çehrelere.

biz çok şeyleri el ele gezdik seninle 
vişne, portakal ve bilhassa hurma 
çarşamba pazarları, dingo’nun ahırı, 
parmaklarımızın arasından avcumuzu 
öpmeye yeltenen rüzgârlı kasabaları, 
düşük bütçeyle yazılmış, daha fecisi 
yazıldığı gibi yaşanmış hayatları.

biz çok şeyleri beraber tanıdık seninle
tek mirası kırmızı berjer koltuğu olan bir babayı, 
sabun kokan mahallelerde kırılmış balkon fayanslarını, 
“şu karşı dağı aşın, oradaki köy sizin” diyen canileri.

bütün suçların temelinde hırsızlık yatar, çünkü her suç özünde hak çalmaktır.

biz bu dünyanın en azılı hırsızlarını tanıdık seninle.

ismi sel ile gelen çocukluklar tanıdık,
ala boyanan efsunlu kanepe rüyaları.
ebemkuşağı nevi bilyelerde, kuş kafeslerinde 
göğün camekanında, karlı bir turunç bahçesinde 
minik yalancı çobanlar tanıdık, zararsız ve sevgili.

yıllardır açılmamış sandıktı bazı sanıklar 
onları tanıyamadık üzgünüm,
izin verselerdi beraber buğulanabilirdik.

biz neden böyle küs kaldık firuz, sen bilirsin söyle. kişisel tarihimizin en kanlı yıllarından geçiyoruz. bilenmişiz, öfkeliyiz, intikam için çivi arıyoruz. oysa mızraklar, oklar atıldı. yarıya inen bayrakları göndere çekebiliriz artık, bu savaş zaferle sonlandı!

yoksa sonlanmadı mı?

“sonlanmadı, zira içimizdeki canavarın bizimle tokalaşmak için uzattığı el havada kaldı ”










Bir Kavak



Niye ürperdin
Beyaz nehir ve yol arasında?
Oysa üşümezsin,
Güneşin seni hayal etmesiyle;
Yine de uzatırsın uysal dileyen kollarını 
Bulutları gökten çekerek narinliği gizlemek için.

Genç kız
Titriyorsun boğazında mest olmuş tevazunun, 
İyi niyetli kız
Üzerinden kıyafeti zorla alınmış.



Türkçesi: Roman Karavadi










Amber




At kalmadı buralarda diyorlar 
Ama atları anlatanlar var

Ellerini toprağa bastırınca
Altındaki kıpırtıyı duyanlar
Şimşekleri bir kişnemenin hatırası biliyorlar

Yanına şiir kitabı almayı unuttuğun bir yolculukta 
Kimsesiz kalıyorsun ve sürmüyor gökyüzü 
Ellerini köpeklere yediren bir kadın oluyorsun

Alnından yanaklarına doğru 
Konuşkan bir yara belleksiz 
Boşluğun izi ihmalin izi

Bir karınca sürüsünün yakından görünüşü 
Uzaktan görünmeyişi bir karınca sürüsünün 
Sözcükleri sadece şiirde tanıyorsun

At kalmadı buralarda diyorlar 
Yele sağrı ve şahlanış kalmadı









münafık
eksik tutulmuş bir yasın kazası bu 
tamamlanmamış bir ağıt bitmemiş bir otopsi

ölüm sebebi 
ölüyü gömmeye değmeli

fakat yol aynı yolan aynı ruhumun tüylerini 
kalan aynı 
kazılmamış çukurun başında 
otopsi masasında

vakitsiz kılınmış bir ölümün tekrarı bu
                                                                                            ben
                                                                                            bir ikindi 
                                                                                            ezanı gibi 
                                                                                            bitim haberi 
                                                                                            habercinin 
                                                                                            sünnetsiz 
                                                                                            nağmesi

sol omza düşen bir günah bu

ölümün kemikleri sıralı aklı başında organları sağ 
bağışladıkları ölmeden 
ölmeyen 
insandan 
utanarak

ölmüş bulundum suçluyum 
şiir ve şuur girdiğim bu boşluksuz çukur 
şimdi ulusun tüm hayvanları ruhun: duydum doğruyu

ölüm sebebi bulunamamış bir münafık bu 

yasımı sev sayfamı soldan tut

zem suyunu yut tersine alfabenin: 
öldüğünü unut







Anısına




Muhammed Şahab’tı 
adı

Göçebe emirlerin 
soyundan gelen 
kıydı canına 
çünkü yoktu artık 
Vatanı

Sevdi Fransa’yı
ve değiştirdi adını

Marcel oldu
ama olmadı Fransız
ve bilmiyordu artık
kahve içerken
Kur’an’dan nağmeler dinlenen 
soydaşlarının çadırında 
yaşamayı

Ve bilmiyordu 
bitirmeyi 
bırakılmışlığının 
şarkısını

Onu ben aldım
otel müdiresiyle birlikte 
Paris’te kaldığımız
Carmes Sokağı 5 numaradan 
solmuş, daracık bir yokuştaki

Yatıyor
Ivry Mezarlığı’nda
bir varoş öyle
dağılmış bir panayırın 
bir gününde gibi gözüken 
her an

Ve belki yalnız benim 
bilen hâlâ
yaşadığını



Türkçesi: İlker Şaguj



odam evde yok



l.

koşarken geçerler,
kendinden geçerler,
insanlığı teker teker tuvalet taşları 
biri şeytan taşlamak için saklar 
ömrünün en güzel saatini köstekli 
ayaklarını yerden kesen pantolonların 
iki bacağından da düğüm atıldığında 
kesintisiz bırakılmış yol işaretleri
yine de hapsetmek için koşturdukları, 
düğümler atıldığında hız kesen 
oğlumla diyorlarken hayatı
kesintisiz bırakılmış solukları
hiç duymuyorum.

tek kişilik bardakların tek kişilik kulpları için 
tarih bir biriktirme
tarih biriktirilmiş havlu içinde
saçları, yüz yılları, mantarları, kulak tıpalarını 
en sonunda küpeleri
kulakla ilgili kavramları, sonra dinlenme 
durmuyorum, mekanik kuşlar yapıyorum,
mekanik notlarla mekanik notları
sıradaki toplu taşıma korunmalarını
cinsellikler, hayat kişileri, saçlarını boyamaklar
yaşam adamları, ağzını ve boşluğunu, sıraya dizmekler 
yapabiliyorum.

bütün komutanların başı kanıyor,
bütün polislerin her yeri.
herkes ağlıyor ben yapıyorum
banyomu, bulaşığımı, bu hayatı yaşıyorsundaki o hayatı.

biliyorsunuz nedd lud
ölümlerden döndürdüğü o makineyi
değil değil bir poşet fabrikasında
boğarak öldürmüştür.
yazılmamışlar buradan sayılmamış,
ilerleyen şeylerden alıkonulmuştur, olabilir
güneş batar, venüs batamaz, dünya batmaz
kainatın memeleri makinesizdir,
anılmaz. 






Köprüden: Brooklyn Köprüsüne



Kaç alacakaranlık ürperir dalgalı uykusunda 
Martının kanatlarının dalması ve döndürmesiyle, 
Beyaz halkalarını kargaşanın, yüksek yapı 
Boyunca zincirlenir özgürlük sularının—

Sonra kutsal bir kıvrılışla, bırakır gözlerimizi 
Görünür görünmez yiten yelkenler gibi
Bazı siluetler dosyalanıp rafa kaldırılır; 
—Bugünden getirene kadar bizi asansörler...

Sinemaları düşünürüm panoramik aldatmaca, 
Katmanlarıyla kıvrılır çakan görüntüye.
Hiç keşfedilmemiş, ama hep aceleye getirilmiş, 
Başka gözlere de aynı sahnede kehanet edilmiş;

Ve sen! Limanın karşısında, gümüş basamaklarını 
Güneşin adımlayarak çıktığı sen!
Adımındaki hiç devinmemiş kımıltıda,—
İçten içe özgürlüğün durmakta!

Kimi metro duraklarının, girişlerinin, tünellerinin dışında 
Tırlatmış biri koşar senin korkuluklarına,
Bir an eğilir korkuluklarından, beyaz gömleği rüzgarla dolar, 
Sonra bir ifade düşer suskun konvoydan.

Aşağı duvar, kirişlerinden sokağa öğlen uzanır, 
Çıkmış dişi gökyüzünün asitileni;
Bütün öğle sonrası iskeleye uçan bulut döner... 
Halatların hala Kuzey Atlantik’i solur.

Ve yahudi cenneti kadar muğlak,
Senin mükafatın... Onurlandırır seni, bağışlar sana. 
Bilinmezliği aşılamayan zamanın:
Yankılanır tecili ve özrünü sunar.

Ey arp ve mihrabın kaynaşan hiddeti,
(Katışıksız meşakkat nasıl dizmiş tınlayan tellerini!) 
Peygamberin vaadinin muhteşem eşiği,
Kölenin duası ve aşığın feryadı,

Yeniden trafik ışıkları hızlıca akar
Bölünemez anlam, kusursuz iç çekişi yıldızların, 
Yolunu döşer—ebediyet yoğunlaşır:
Ve görürüz gecenin yükseldiğini ince kollarında.

İskelenin yanında gölgen altında bekledim 
Sadece karanlıkta görünür senin gölgen. 
Şehrin parıltılı parselleri tamamen söner, 
Çoktan kar altında kalır, koca bir demir yılı...

Ey altındaki ırmak kadar uykusuz, sen! 
Denizi kemerleyen, rüyası çayırların,
En dipten yükselen üstümüze, bazen alçalan 
Ve kıvrımlarıyla bir miti tanrıya ödünç veren.






GECE GÜNÜ



Çim bacakları -uzun sıska hayalimin vârisi 
her yeni doğumda taze bir tırpan
sürükler kanımda genç hastaları
toprağın serveti üzerine kapanmış
yok tanrının cezası sarsak
süsen başlıklarıyla çivileyen kapımı

Zaman harcamaz zamanı öldüren yeşil izci 
gövde kendini bilmediğinde
ayaklar hissetmiyor kollar otların 
kokusunu paylaşıyor-bunlar ağızdaki
tüm kelimeler işte

Öğleye doğru ağılda dikensi bir açıklık
geceki bacakların basamakta oturduğu beyazlık 
yalnızca onun hayalinin çalıları parlaklık
ve kanından izinle gövdeye çıkmış

-öyleyse canlılık onun esiri

-gitsin artık.tüylenmiş burnunda bir koşum yeri 
halatları geçsin ve karanlık fundalıkları

Billur otların kan seyirmesi bu 
kesişen otlar belden aşağı 
nabız çalı dikeni

Değildim orada fakat aldım çırpınmanın kokusunu 
kökleri kaşıyan su davulunu karnımda
rol alan bebekleri -bulanık etten

Bu nasıl bir acı-mutlu hayata soğuk bir bağışlama 
kaynağına taşıyıp suları serpen de o-yabancı 
otların aşk yataklarını iblisler için
çekiyor kıyıya doğru- ki
bu yaradılış ânı 
onu umursamıyor







10



Tekerliğim karanlıkta! 
İskeletini göremesem bile
Yine de suları sıçratmasından 
Bilirim durmadan döndüğünü.

Ayağım Gel-Git’de!
Bilinmez ve ıssız bir yol —
Yine de bütün yolların sonunda 
Bilirim bir son olduğunu —

Kimi el çekti Tezgahtan — 
Kimi mezarda meşgul
Çok ilginç bir işle —

Kimininse — yüce adımları — 
Krallığın kapısından geçer — 
Savurur kalan problemleri 
Sana ve bana doğru!



Türkçesi: Roman Karavadi

@