yerel endişeler ve diğer şeyler
Mrs. Anderson’ın elinden, kurtuluşunu dilemekten başka bir şey gelmiyordu.

Tütün tarlasında, “şu karşıki dağda kar var duman yok” dedikten hemen sonra, 
boğum boğum gerdanının terini yazmasıyla silen bir kadın olmadığı için 
Mrs. Anderson, aynı anlama gelen şu cümleyi kullanıyordu: “Single malt please!”



istedim ki kimsenin yanında savaşa girmeyelim
insan kendi yanında savaşa girer mi
atlarla dünya arasındaki ilişkiden olduğum söyleniyordu
benim kamburum önümdeydi
kayamla yuvarlandım, bu benim vardığımdı
sen gidince yerine daha büyük yükler koydum
ey benim yerim yoktu açık ve aydınlık

ilkçağdan beri içimde bir tekerlek yuvarlanıp duruyor
sanki sular yutacaktım, altınızda kalacaktım
burayı biraz uzatmaktı bütün çabam
kendime içine gireceğim ihtimaller kazacaktım
sarı suların basacağı kuru yerler, gelecekler çünkü
iple çözülmeye gelecekler, beni buradan atla 
 “kapanmaz” bir yerin eski adıdır
kalandır, karanlıktır, yokun ora’dır
oraya taşınabilir korkularımız var alıp gidelim
ben boynumu mutlaka sağa eğerim, giden ne yaparsa
başım da boynumun üstünde, o da eğilir, ne gerekirse yaparız

kendimi sırtlayıp buraya getirdim
zordu, tanrıya karşı ilgisizdim
ilgimi toplama kampları çekiyordu
ortasınıfahlakıylakorkusu icat olunmamıştı
biz yapacaktık, saksılar, kapılar ve apartmanlar olacaktı
kapıdan kapıya birbirimize bağıracaktık
binalar uzadıkça aliler azalacaktı, aliler zaten azalmak içindi
kendime arkamdan bağırdığımda anladığım şeyler vardı
cehennem böyle yerlerde kendi kendine büyüyordu
dünya bizi öğütmek için nem, sıcaklık, az da ışık kullanıyordu
tüm bunlar yaşıyoruz sanalım diyeydi, sen de öyleydin
sinemalar bu yüzdendi, geniş çarşılar
birinin sırtından söz etme ihtiyacı bu yüzdendi epeydir

keşke beni kekre çölü gibi bir yerde bekleseler
öyle bir çöl olsa ve beni bekleseler
beni bekleyenler olsa, benim için üzülenler
çünkü taşla demir arasında pek bir şey olmuyor
çünkü dönünce en çok kendime çarpıyorum
dönünce yerele ve endişeye
dünyanın ilk gününe git beni bekle
çevremizde değirmenler olabilir, olsunlar
özgürsek, tutsaklıktan söz etmişler demektir

ALKOL ŞEY,
 PAROTİS
 
Böyle tuhaf imgeler boşluk büyüyen bir şeydir evet
  Ancak boşluğa duygu vermek pek akıl kârı değil
  
 Oğul Sırtlanı – Zafer Zorlu
  
  Yunus ve Berfin’e
 

 Evime – ölü – geldiler, ölü – isimler, ölü – hayvanlar, arkadaşlar,
 alkoller – ölü –  geldiğinde, balkonda yerlerini aldılar. 

 Ölü – evinde kahkaha kesilmez derler, ele geçmekten kurtardığım
 kendimi – ölü – bir arzu içinde dikine çalışarak, şişelerden yaptım.
 Ölü – boş şişelerin yerini – ölü – boş şişelere sakladı – ölü –  tekrarım.
 Ölü – sonsuz ekranımı açıp – ölü – mesafeme sarıldım.
 mesafemle büyük bir Z harfi çizdim, büyük – ölü – Z harfine.

 Escher’in merdivenine hep sol omzumu vurdum, çıkarken 
 Ben nereye iniyorum, nereye çıkıyorum bu düzlük ismiyle

 444 yılına benzetiyorum her şeyi, Piktler, Britonlar, Saksonlar.
 444’e benzer bir bahçenin ortasıyım* büyük çam ağaçlarından 
 yukarı, daha yukarı – ölü – çam ağaçlarından da yukarıda
 – ölü – 444 büyük çam ağacını, üstüme deviriyorum.

 Beni Yunus uyandırıyor, sanırım balkona çıkarıyor.
 Aklım diyorum bozul bu kıvamda – ölü – lehçeler, sivil harfler.
 Bir cümle kuruyorum, iyi değil. İyi değil sensöre bıraktığım ışık.
 Beni ben yapan iyi değil, vazgeçiyorum – ölü – 444 büyük çam ağacını 
 üstüme devirmekten.







 *Fener Bekçisi Salih Anlatıyor, Edip Cansever, YKY, 9.baskı, 2013
















Senin Mendilin Olayım



 aynı şeyleri düşünelim
 filmi ben seçerim sen minderlerin rengini
 on kilo unu ben taşırım sen minderlerin rengini
 bana börek yapalım üzülmüş ıspanaklarla
 sen odaklan ben dikkatini dağıtayım
 vazoları kaldırıp duvarlara atayım çok güzelsin
 bunun bir şiddeti olmalı şarapnel seksin mi
 kaşım mı açılacak bırak açılsın senin
 sargı bezin olayım ikna kabiliyetim yüksek
 yeri gelmişken söyliyim sen bir adamı vur
 senin avukatın olayım. Kalkalım 
 camların arkasına üç kalas çakalım 

 dı volkın ded mi değil hiçkok’un kargaları değil
 dışarıda bir istila yok bence içeride olmalı
 sana bir kaplan dövmesi yapalım da boynumu ısır
 perdelerin cazibesi artar samyeliyle lodosla
 havalara girmeyelim el at çekelim perdelerimi 
 pijalarımızı giyelim kapıya büyük bir 
 pankart asalım: bu evdekiler duygusal insanlar
 ve bir müddet halk içine karışmak istemiyorlar
 ne yapıp edip çelik kapı taktıralım
 iki de muhafız bırakalım. bana sakin ol
 sana bir samuray kılıcı. Hadi beni bölelim
 sen burada yokken ben çok yalnızım

 yola devam eden bir trenin yola devam etmesinden
 daha güzel saçların var. bana bir bilet keselim de
 saç kremin olayım senin
 geceleri üçte kalkıp bütün yorganı sana
 kahvaltıda en iyi rafadan yumurta sana
 beni sadece biraz övelim mi gurur duymam lazım
 sonra yine istersen 
 bana yumruk at dudağım patlasın kanım aksın
 senin mendilin olayım beni üç kez salla ki
 ortalık sulh sansın 

 yağmuru andıran bir ses var camda
 bana fotoğraf albümleri kaldı dedemden
 sana tüfek ve fişekleri. yani dedenin mirası ölüm
 benimkisi canın sıkılırsa anılara sığın derdi
 benim öfke duymam lazım yağmur değil
 filmi ben seçerim bir zamanlar anadoluda veya
 alev almış bir genç kızın portresi
 senin parmak uçların varmış endemik bir bitki gibi
 benim evime ekelim mi seni
 belki dünyadaki kötülükler belki.









Dalanlarla birlikte dalardık



 çıtırtıdan doğan için bugün ne yaptım?
 dizim şaklasın
 benden secdeyi çabucak çekenler
 sana uzun gelen şeyler şaklasın

 kollarımı oynatırım bacaklarımı
 ilk sarsıntıda ölmeyen kunduzlar şaklasın
 ben kırmızı bir şeyim, zonklayan alın 
 alnında kamçıyla uyananlar için ne yaptım?

 daldım işte, dikine inişim vardır
 karnımdan huzmeler, dallar dökerek
 çakalın bağırmadığı ana 
 kayanın ilk taşı fırlatmadığı henüz

 yaklaşan el için bugün ne yaptım?
 terli bacaklarında kunduzun 
 bileğim bitevi dursun şaklasın 










BULGUR

 

 Bulgarlar bulgur sevmez
 Ve bilmezler de onu
 Lahanayı en çok,
 Çeşitlendirerek onu
 Bulgarlar buzla yoğrulmuş
 Yorgunluğu üzümlü
 Üzüntüleri taneli
 Toprağa eğilen gövdeleriyle
 Nehri gözlemeyi severler

 En mavi Tuna çizer
 Üstünü bütün valslerin
 Buzla sınanır kış mevsimi
 Kapısı karla kapanır evlerin
 Slav bir ruh gezinir bahçelerinde
 Kışlar kuşlarla uçar yaza doğru

 Bulgarlar biraz neşeli
 Kalmayı sever akşam vakti
 Bulgur sarısı çalar saçlarına
 Keyiflerinde gezinen Çigan hava
 Şarap içmeyi iç geçirmeyi
 Belirsiz bir dengeyi koruyabilmeyi
 Becerirler elleri uygundur yeryüzüne
 Derin çizgilerine göç yollarının
 Uygundur yüzleri de







Solipsistin Kendi Kendine Konuşması



 Ben? 
 Tek başıma yürürüm, 
 Hızla kıvrılır ayaklarımın altındaki 
 Gece yarısı sokağı, 
 Gözlerim kapandığında
 Rüya gören evlerin hepsi yok olur, 
 Kaprisimle  
 Yükselir  
 Ayın kutsal soğanı 
 Çatıların üstünden. 

 Ben 
 Uzağa gittiğimde 
 Küçültürüm evleri 
 Ağaçları kısaltırım; 
 Bakışımın tasması 
 Sallandırır o kukla-insanları 
 Nasıl da alçaldıklarından habersiz 
 Gülerler, öpüşürler, sarhoş olurlar 
 Bilmezler ki gözümü kırpsam  
 Ölüverirler.  

 Ben 
 Keyfim yerindeyken 
 Veririm otlara yeşilini, 
 Parlatırım göğü maviyle, 
 Altın bağışlarım güneşe,  
 En soğuk halimde bile 
 Mutlak güç bende  
 Renklere gözdağı verip yasaklarım
 Bir çiçeğin oluşunu.  
 
 Ben 
 Bilirim capcanlı olduğunu  
 Benim yanımda, 
 Kabul etmesen de sen kafamdan çıktığını, 
 Tenin gerçek olduğunu kanıtlayacak denli  
 Ateşli sevdiğini söylesen de beni, 
 Öyle açık ki 
 Senin tüm güzelliğin, tüm aklın canım  
 Benden bir hediye. 



Türkçesi: Gonca Özmen






Paradokslar ve Oksimoronlar



Bu şiirin dili epey sade bir düzeyde
Bak seninle konuşuyor. Dışarı bakıyorsun pencereden
Ya da kıpırdanıyorsun. Ona sahipsin ama değilsin.
Onu ıskalıyorsun, o da seni. Birbirinizi ıskalıyorsunuz.

Bu şiir üzgün çünkü senin olmak istiyor ama yapamıyor.
Sade düzey de ne? Şu ki… bu ve diğer şeyleri
Oyun için bir sisteme sokmak. Oyun?
Diyorum ki, aslında evet, ama oyun bence

Daha derin dışsal bir şey, hayali bir görev akışı
Tıpkı bu uzun zarif Ağustos günlerinin uyuşmazlığı gibi
Kanıtsız. Ucu açık. Ve sen anlamadan önce
Kaybolur coşku ve takırtısında daktilonun

Bir kez daha oynandı. Bence sen sadece
Beni kendi düzeyine çekmek için varsın, sonra yoksun
Ya da farklı bir tavır takındın. Ve şiir
Beni yavaşça yanına bıraktı. Bu şiir sensin.


Türkçesi: Roman Karavadi












VAY



 Yontucuların elinden kaçtımdı
 yoksa beni derdimden yontacaklardı
 beni eflatun bildiğim dünyadan
 tarih adında bir çamurdan
 olmadığım atlaslardan
 kuş gibi bir şeydim de beni kanatlarımdan yontacaklardı
 vay ki vay

 ellerine kalsaydım olmazdım şimdilerde
 öleyazardım bir mücbir sebepten belki de
 öyle böyle atlattım faillerimi -bana aferinler
 yontucular siz -ne fenasınız sizler

 Yolda durdum durdum sordum 
 Benim kışlığım hani sert kabuğum kasırgam
 kimden kaldı bana bu evham kalbime bu eziyet vay ki vay
 hani yakındım yaklaşıktım tamamlanmaya bir aşkla
 derken
 yontuculardan kaçtığımı unuttum 

 etimi emdim zehri tükürdüm 
 bir kefaletim vardı ödedim
 bir önüme iki ardıma baktım sana gelene kadar

 yontuculara teslim olmayan ben vay ki vay
 yolda yoruldum
 yolda yoruldum

 ne seni ne dünyayı sevecek hâl kalmadı










 Dinlemek için aşağıdaki bağlantıya tıklayınız. 
 



Meleğin Bir Günü



 Sabaha diktim gözlerimi:
 yanlış açılmış bir çift kayıt cihazı.
 Yanlış yere yağmış bir yağmurla kederlendim:
 Göstergeler, seçim afişleri, kangren iletiler:
 her şeyin bir açıklaması yok, her şeyin bir açıklaması var.

 Dünyaya ne kadar uyandım, o kadar azaldım:
 termodinamik bir alışverişin doğal sonucu.
 Birimler oynak, sabah karanlık, yine de günaydın:
 apaçık bir iyi niyetten içeri sızan karanlık.
 Bizi ortak eden bu sabah, bu uykusuzluk, bu günah:
 aynı gökyüzünün altında sonsuza dek sayılalım.

 Beni ben yapan eski bir kötülükle uyandım:
 uzlaşmanın yanlışlığında kök,
 çürüyüş hızlansın diye mecbur,
 köklerimi ısıran bir canavarla el sıkışmaya,

 tarih bir canlıdır her gün yeniden ölen, 
 yeniden, yeniden, yeniden
 yeniden
 sevdim de bu kargışı yalan söylenmiyormuş,
 herkes inansın diye bir melek olduğuna,
 bir melek,
 tutmuş,
 kanatlarını koparmış.





Bura Basra Basanındır 


 Bir baskına yer olmuş burası Basra 
 Burası taşlıkların topuklara vuran eyvahı
 Caymak için çok geç burada doğur korkunu
 ve tarazlansın arz heybetli arz ışır
 Kaçkınlar büyük patlayışını savuruyor
 Doğur kız, doğur anne doğrulsun kılıçlar
 Çağıldayan gür sesinle doğur dur korkunu
 Sürülerle hükmedilen tarhlar gürüldesin
 Açığa vurulduğu için mi sevilmiyor dünya bu
 Çattı geldi ve hiçbir şey demeden
 çekti gitti akşam yerini geceye belledi
 Zamanıdır, hep bir gece olmak istemiştir o
 Safkan bir taya biner hız alır arzusundan
 Dalyan gibi dediler yokuşları dikleşti
 Sakinlik aranmadı bura Basra basanındır
 Atıl nara yenilgiyi düşünmeden doğur dur
 
 Sabaha varıldı tan sırtında yol yakın dediler
 Yol uzaktır uzar zamanın kara tüyleri
 Çek elini alnından dağılsın şu hayretin 
 Kin ürür kurtağzında davran ki vaktidir
 Yol uzak, doğur burda alışsın çığlığın 
 Bas bas bura Basra kan akar durmadan
 Tez kellesi vurula gibi buyurgan sesleri
 Sürgit körüklenir aleve çalan sesleri
 Dorular eşinirken doruklarda doğur kız 
 Var gücünle hücum eden akınlarda doğur dur









Gök Yerine Döndü 



ateşi ve suyu harcadım – aklımın sonu geldi biliyorum
şehirler kapandı dediler inanıp bekledim
dünden kalan bir akşamdı yattım bekledim
hırgür vardı, karıştı tuzla süt
bırakmadı kinim, eşyayı bozdum bekledim…

burası yurdun dediler, uçmak hiç gelmedi aklıma 
çoktum… mümkündüm göller kadar
mümkündü içim verevine taş sektirmeye
birden ısındı bıçağımın sırtında yalım
biraz nefes lazım belki buraya
inkâr edilmiş sabiler kadar aklım

vazgeçtiğin o ev – depremini bekleyen
vazgeçtiğin ev sevgilim, dün vazgeçti benden 
üç kere kaçıp yok sayılınca kapılarla bir
üç kere daha durdum, üç el ötemde devrildi çatım
 erken hevesler sildi beni – bu boşluk evim benim
 bu yüzden dümdüz durdum hiç durmadı dünya
 yerden biraz yükselip baktım durmadı dünya
 bu gürültü kaldı bende… 

 bu sesle yürüdüm hep tek başıma şaşırdım
 tek geldim buraya tek doydu karnım 
 denizin kendini ters yüz edişinde hayret
 iğdenin içinde duran o kumlu zerrede hayret
 bir manevrayla açılan gümüş çakıda hayret
 hayret hep vardı ben yoktum 
 kan sıçradı gölgeme ancak görünür oldum

 sessiz gün ortasında birden çok yüksek bir infial / bulutta kararma bir
 bir sarsıntı / toz bulutu iki / birbirine geçen iki girdap / ezan sesi üç 
 gök yerine döndü
 buralarda duramam / baharatlarımıza kadar karıştık / gidelim
 yağmur yağmamış devrilmiş / bir atlı karışmış bize / bir saat çalışmış o an 
 bu toprak yetmemiş kaçmaya / otlarda şiddetli ıslık / kendini döndüren leylâ
 ne çektiğin nefes ne başımda çatı… gök yerine döndü


rüzgârın sağrısı



 bir bisiklet selesinden aktı
 kaldırımdaki leke
 sen aşağıdan geçerken 
 penceremin tam önünden
 leke, hani şu kaldırımdaki
 bir bisiklet selesindendi, aktı
 baktın ama durmadın

 üşenmedim kalktım
 özenle soydum eski bir vesveseyi
 yazdan kalma deriler gibi
 okşadım da okşadım
 ve o leke, omzumdan kemiğime
 oradan içimdeki çorak araziye
 en bakir, en derin kuyuma 
 yani dilimin oyuğuna aktı

 hani seninle bir balkonda
 ağzımızda sardunyalar
 yeni yıkanmış taşların üzerinde 
 uzun uzun sevişmiştik 
 de leke
 omuz başlarımdan kemiğime
 oradan göğün derinlerine
 kanarcasına akmıştı 

 sonra kalktım da yatağından bu halin
 sen aşağıdan geçiyor muydun neydi
 bisikletler, seleler, pencerelerden
 hani o kusursuz kalabalıkta diyorum 
 süzülüverirken belki
 ben üşenmedim kalktım
 bu halin, bu yatağından
 kavruk tenime esmer ellerinin
 zarifçe batırdığı tüm iğneleri
 rüzgârın sağrısına bıraktım




 haziran 2018








Kaçak

“Onu izlemek neredeyse bedensel bir haz,” yazmışım günlüğüme, seni gördüğüm ilk gün. 4-3. Yağmur yokmuş ama Defterdar Yokuşu nedense ıslakmış, anlam verememişim. 6-2. Küfür kıyamet o kavgayı, mendil satmaya gelen göçmen çocukları hala hatırlıyorum ama yokuşun ıslaklığı uçup gitmiş aklımdan. 5-1. Maskesiz gezdiğimiz son günlermiş. “Başka kim kullanabilir parmak uçlarını böyle?” Zarlara dokunuşun, pulları avucunda kavrayışın bana başka kavrayışları vaat etmiş. 6-6, düşeş!

Henüz erken, gelmesine hayli var. Evin içinde neden dolandığımı bilmiyorum. Belki de gözüm bir şeyi arıyor. Tam karşımda, duvarda asılı bir mantar pano. Başı renkli raptiyelerle tutturulmuş birkaç küçük not, tarihi geçmiş iki fatura. Köşede bir Polaroid fotoğrafı. Beş santime sekiz santim çerçeve içinde bir çift gülüyor. Altına da küçük bir not: “No filter, just sunshine.” Bunu görmek için dolanıyordum belki de evde. Fotoğrafı görünce aklıma yeşil kutu geliyor. Onu da masanın üzerine koysam mı? Götürmek isteyeceği bir şey çıkar belki. İçindekileri karıştırırken birden dalar, her bulduğu nesneyi avucunda evirir çevirir, nereden kalma olduğunu hatırlamaya çalışır mı? Tiyatro biletlerini, konser biletlerini, şarap mantarlarını, çikolata paketlerini görüp ne yaptığını unutur, yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yayılır mı? Peki o gülümsemeyi benden saklamaya çalışır mı? Hayır, çalışmaz. Çalışmasın… Kutudan çıkan bir fotoğraf daha: Karantinanın ilk günlerinden kalma. Sokakta virüsün kol gezdiği, polis bütün köşe başlarını tuttuğu günlerden. Kısıtlamaların yasaklara, yasakların dur ihtarlarına evrildiği o günlerde, maskelerin ve siperliklerin arkasından görebildiğim kadarıyla yalnız ve pek de güzel olmayan ülkemiz ateşler içinde sabahlıyordu. İşte bu ahval ve şerait içinde sevmiştim onu. Fotoğrafın hemen arkasında bir zar var. Her şeyi hatırlar ama bu zarın ne olduğunu bilemez. Tanıştığımız ilk gün, o kalabalık arkadaş grubuyla oturup biralar içilmişti, çok geçmeden sedef kakmalı bir tavla gelmişti masaya. Oyunun ortasında, avucunda kuvvetle sallayıp attığı zarlardan biri tavladan sekip yere düşmüştü, mazgaldan içeri kaçtı deyip cebe indirmiştim. Bunun ne olduğunu sorar mı? Diyelim sordu, artık bu evden çekip giderken tanıştığımız günü anımsatır mıyım ona? Zil çalıyor. Söylediğinden daha erken geldi, son konuşmayı planlamak için vakit kalmadı. Kapının balık gözü deliğinden bakıyorum. İzlendiğini bilen her insanın takındığı yapmacık bir duruş vardır, onda fazlası var: İzlenmekten haz alan adam duruşu. Bunu en başında fark etmeliydim. Zarı çarçabuk kutudan alıp cebime atıyorum. Tavlada beni hiçbir zaman yenemedin. Rekabetçi tarafın sandığım şey meğer başka bir yanınmış. Bu kez farklı bir galibiyet için gelmişsin. Buyur içeri gir, hoş geldin.

“Bu maske çok bunaltıyor beni.” İpi kulağının arkasından gelişigüzel sıyırıyor. Ellerini yıkamaya gidiyor. En gergin olduğun anlarda teklifsiz davranma huyunu biliyorum. Ne zaman oynamaya başladığını da. Bu bir doğaçlama değil, umarım ezberlediğin repliklere uygun cevaplar veririm. Her şeyin senin planladığın gibi gittiğine inanır, yapacağımız şeylere yön verebildiğini düşünürsün. Farkında olmadığımı sanman ne acıklı. Ne yalan söyleyeyim, buna müsaade ettiğimi bilmeni isterdim.

“Cem taşınıyormuş İstanbul’dan. İş bulmuş, Ankara’da galiba. Gitmeden görüşelim dedi mutlaka. Buradan hızlıca çıkıp onu göreceğim, Bilge, Sevgi, Hikmet filan da gelecek. İstersen sen de uğra.” Teşekkür ederim. Evdeyim bugün. Bitirmem gereken bir iş var, montajla uğraşacağım. “Şu video-art mı? Çok merak ediyorum vallahi. Ne olduğunu hiç anlatmadın. Çok zaman oldu üstelik. İsmini koydun mu? Youtube’a da yüklersin herhalde?” Yükleyeceğim, evet. Videonun adı “Mutlu, Bir Hamle.” Gülümsüyor, saklayamadığı bir gülümseme üstelik. Kutunun başında eşyaları ayıklarken onu izlememe gerek kalmadı.

Peki bunca eşyayı en küçük boy bavula nasıl sığdıracak? “Sen çalışmanı bölme, toparlanırım ben çarçabuk.” Montajla ilgileniyormuş gibi yapıyorum. İçeri sesleniyorum: “Masanın üstünde bir kutu var, ona da bak istersen. Alacakların varsa unutma.” Bilgisayarın ekranını görmüyor. Kamerayı açıp birkaç fotoğrafımı çekiyorum. Saklamak istediğim bir görüntü. Yeşil kutudan birkaç şey eksilecekse de yerine yenilerini koyacağım.

Bir odadan öbürüne, mutfaktan salona sakince geziniyor. Bir müzik açayım diyorum. Avishai Cohen çalıyor: “Remembering” Dediği gibi çok kısa sürede hazır. Küçük bavulu kıyafetle değil gündelik eşyasıyla dolu: Tıraş takımları, kahve içtiği kupa, bu evde giydiği, bir ucu delik eski püskü terliği… Eşyalarını değil evdeki yaşamını almaya gelmiş.

“Bir şey unutmadım herhalde, yine de son kez odaları bir dolaşayım.” Bu “son kez”i tanırım. Bugün bu evden çıktığımda aramızda giderek incelen şey artık hepten silinecek demek. Çıkmaz sokaktan bir çıkış yolunu buldum, apartman aralarını, girilmez tabelalı bahçeleri, istinat duvarlarını aştım, artık yeni bir caddeye çıkıyorum demek. Bu eve tabii ki tekrar geleceksin, eşyaların o bavula sığmadı, ceketlerin, ayakkabıların hala duruyor. Bu “son kez”, kalan eşyayı almaya bir nakliyeci gibi geleceğim demek. Buradan giderken, ayakkabılarımın bağcıklarını bağladığımda aramızdaki her şey bitecek demek.

“Bunlar yeni mi? Harika görünüyor. Kısa zamanda ne çok ilerledin, duvara asılacak kadar var. Ben böyle güzel suluboya yapamıyorum vallahi.” Senin dilini biliyorum. “Mercimek çorbasını tutturamıyorum,” aslında “Çok iyi domates çorbası yaparım” demektir. “Fransızcam pek iyi değil” dediğinde gözlerindeki böbürlenmeyi görmemek imkansızdır: “Bendeki İngilizce kimsede yok.” Benim berbat suluboya resimlerinden kendi akrilik resimlerine prestij devşirmeyi bırakıp bu evden ne zaman gideceksin? Lütfen, bir an evvel git. Bana kendini daha fazla küçümsetme.

Eğilip bağcıklarını bağlıyor. Cem’e selamlarımı ilet. Derin bir nefes alıyor: “Kendine iyi bak.” Görüşürüz demediğimi anladı mı? Dur, diyorum, gözlerinde saklayamadığı bir merak var. Hayır, yarım kalan sözlerimi tamamlamayacağım, yakan içeri katlanmış. Uzanıp düzeltiyorum. Biliyorsun ki seni hala seviyorum dokunuşu bu. Ve bunun benim için bir anlamı kalmadı dokunuşu. Şimdi sıra sende. Zarları salla, kapıları boz, pullarını topla.

Bu kez kazanmana izin vereceğim.


Kolektifimsi Medya Platformu canlitvizlelanDaDaDan.com
Yasaklananlar Simülasyonunda Bağlam Bugün Bir Hipodrom



l.     Meclis

İşte Bunlar Hep Laf-ı Liberal, Diye Diye Yayına Bağlanan Bermal:
Pardon, Günaydın. Bugün Sizlere Bazı Enternasyonal Haberlerimiz Var.
Beni İyi Dinleyin, Bu Çağrışımsal Haber Oldukça Sınıfsal!
Birbiri ardına sıralanmış Beyaz Toros’tan bozma hususi ve lüks makam aracı yakıtlarının, kaval kemiklerine inceden sızışının ağrısını başında hisseden saray ve ekâbir halklarının, yüzde yetmişe varan indirimlerle satın alınabilen Sultan Klasik Koltuk takımlarına duydukları güven, Güllük Dağı çayırlarının ve Pamphylia Pamfilya bozkırlarının hiddetle titremelerine oldu neden. Etraf at kadar Kur’an, koyun kadar kitap koktu aniden. Bermal haberini doğaçlama yazıyordu hiç teklemeden. Bermal soruyordu. 
Ben Bermal, soruyordum çekinerek nekropol güllerinden: Neden? 
Neden konuşmasındı ceneral Milli Park Cenneti’nde tüyleri diken? 
Biliyordum, birazdan gelecek kapatılma sahnesi ağıtsal hemen hemen 
Ben Bermal soruyordum, köşegen akıl, ideal mantıksal ve kristaller?
Burası reklam yeri değil, dedikçe şeytanlar, Bartarlar sordular neden?
Neden yere göğe sığmaz da aşar serhaddini İstikbal İstiklal, neden?

Haberimize geri dönüyoruz fazla çıkmadan çerçeveden. Araçsal Bartarların asit yağmurlarından korunmak amacıyla takkeli sperm cinlerinin sakallarındaki okunmuş duvarlara sığınışı müstacelen, halkın bir kısmının hakikate olan inancını sarstı manen. Dörtgen beyinliler kendilerini kanlı canlı yedi neticeten.  Mecliste tartışılması gereken, laik paranoyasının altında yatan hukuki neden. Gülmek ve güldürmek yasaklandı, biz İblis Anayasası diye sayıklarken. Ne yapmalıydı, Droa efsun gibi sönümlenen katedrali onların ekranlarından sakınırken? Sen bari yetiş ey delişmen öfke, gel gerekirse cebren ve hile ilen!

Nekropol güllerine ve makam cengaverine, ormandaki piknik ateşine sarılır gibi sarılan Bartarlar yakar toptan kaçarken, rol çalar onlar kalbi zift kokulu delikanlıların meydan muharebelerinden! İsyan et ey güney iblisi ey peyâmâver! İstifa et soylu tüccarlardan, kopya kağıtlarından, odacılardan, beyaz senetlerden! Şişeyle, camla, bıçakla, ızgarayla, maşrapayla; felsefeyi, sosyolojiyi ve hibrit işleri yerli ve milli bir enstalasyonda bir araya getiren, tarihi bir balmumu, bir cıva taşı, bir kalıntı; akıştı, adeta bir katarsisti anıydı, sarsılarak boşaldı. Ceneral istediğini aldı, nitekim toplumda sıkça rastlanan olaylar müzesinde nihai yerini edindi, 2015’ten beri Türkiye’de yaşananlar böylece ölümsüzleşti. 

Bu anıtlaştırmaya dur demeli diyen ve şairleri mecliste görmeyi hedefleyen bir kült, bir tarikat; ulus devleti öfkeyle ateşe verdi! Bu mecliste gülmek ve güldürmek yasaklanmıştı ama iblisler güle güle pembe çamurlarda debelendi! Ağırlığınca ağalara satılmıştı baron Bartların kini, ama kamkam kılıçlarını onlardan alan kimdi? Kalkedon Amentüsü yeniden yazıldı, bir vakitti. Hayat ve Mazi liderliğindeki Alman İnkılabı mitinginde ben Bermal sesleniyordum kendime. Zihnim Hollanda-Belçika sınırındaki işkence evleriydi. Ediyordum Kendimi Yayından Terhis, Öfkeli ve Deli: 
Droa: Bu yayın bir protestoya dönüşemez engellenmeli!
Kimse onu duymadı, dinlemedi. Ben Bermal, konuşması kesilen baron ceneral. Dedikleri hep laf-ı liberal! Hani sıra Mesih’in intikamındaydı? Sakıncalı konsomatrislerden Konstantinopolis helecanla atıldı. Duyunca beyaz kılıcın kınında fazla durmasının vulvaya zararını, diyecekti halkın ihtiyarı kalmadı, dahası ondan arsız bir baş cazgır bulunamazdı:

 “Değerli müvekkil! Ben Stanbul, Kalata Kulesi gibi eksik akıllı. Bir dul da olarak vulvam, operasyon dönüşü Droa’ya yakalandı, kalakaldım istemeden mütedeyyin, mültezimin içinde iltizamcı! Gezer Mikail tepelerimi diyar diyar sabah beş akşam altı. Kılkuyruklar, karabataklar, şeytan minareleri, taraklar, yalıçapkınları, martılar, sutavukları, yelkovan, sakalar, mayna kuşları, yılan balıkları, yosunlarla birlikte ağlamaklı. Tepelerim otopark kadar katlı, mübarekçe sekip bilfiil dolaşırken mahfilleri Bartarlar, tuğlayla ezilip sıvayla tikeltilen medeniyetler serin, çitler steril, çarşaflar tiril. Biz romantik şeytanlar kafadar ve kırtıpil. Adımda yok Bismil ama onlar içimde bir yere Cennet Parlamento Merkez diyorlar, bir cinnet konseyi pislikçil. Bize dış mihrak, bize bizi yok etmek isteyen güç diyen Bartarlar münfail. Ben kendimde kalakaldım, çamursuz, rujsuz, mikropsuz ve yok yeşil. Ey Mikail, ben mühim bir menzil, mutedil tepelerimde fosillerim hep etçil. Ben olamam mütevekkil! Ulus Devletimizin Dili Türkçedir!   Ey müvekkil, hangi akıl bir yalanı iblisten çok sayıklar? 

 
ll. Meclis

Diye tekrar etti Bermal: Kalakaldık dapdar, şırıngalar delik. Biz güney şeytanlarının kolları kemik. Bilgi Kaynağı Didik. Yedi tepe Stanbul, Kalata Kulesi Bitik. Havadisler Dakik.
Canlı Bombanın Yakalandığı Anbean Görüntülerde İblisler Delik Deşik.

Acımasızlığı bir silah olarak, bir nöbet gibi yeşilden devralmış bir serseri, dünyadaki bütün İstiklal marşlarını ezberledi ararken kendine bir kimlik. Herkes uyuduğunda tuvalete gitti, telefonundaki şifre kaotik. Henüz yasaklanmamış ifşa videoları dolu beceriksiz bir porno sitesinde aradığı içerik içerir frikik. Oraya bir çocuk gibi seyitti, değil mi ki çiğlik klasik. Liseli lezbiyenler birbirlerini parmaklıyor izledi bir yandan bomba yapıyordu elleri isilik. Ahlakı sınır tanımıyor, devlet tanımıyor, yasak tanımıyor, bomba kokuyordu elleri atomik. Donu sidikken cümleleri devrik, Droa’dır korkulan, iblislerden kimse çekinmez idi, ironik.

En oluru buymuş gibi, sünnetinin olduğu gün annesi kendini asmış bunu biliyoruz. Bataryası bozuk ekranı kırık. Eski, yersiz, kullanışsız bedeni dokunmatik bunu da biliyoruz. Kabloları birbirine bağlıyor daha iyi otuz bir çekebilmek için bunu Arya bilir ancak. Telefonunu bir uçurum gibi keskin penisine sürerken yakalanıyor. Yakalandığı an bomba patlıyor boşalıyor, bu telefonu askerden dönünce satmak zorunda kalacak kadar komik boşalıyor, taksitle aldığı kredi kartlarına yayıla yayıla boşalıyor, bulutsu sabun kokusu yerler kaygan ıslak burada boşalıyor. Karargâhta kıyamet koptu kopacak aklı olan görüyor!

Bir havluyu yüzüne yüzüne sürüyor beyaz bir tüy değiyor yüzüne. Hâlden aldığı domatesleri pazarda satmaya giderken karısını döven adamın gömlek cebinden fırlayan bir adam gibi, arkamdan ne işler dönüyor paranoyasın müstakil sahibi. Ödenemeyen borçları düşünürken çeyiz perdelerinin altında loş ışıkta Acun’u açılmış televizyonlarda bir çıplaklığa sinirlenerek. Top havuzlarının arasında geceleyin koca bir buzdolabını tekmeliyor bütün akrabalarına, bütün memlekete, herkese kinli. Çalışıyor bilfiil bu yüzden mağdur, elinde bir ruhsatsız. Her şeye sinirli, her şeye öfkeli, güçten düşmek istemiyor, sağa sola ateş açıyor bir ölü iki yaralı kendini kanıtlamaya yeminli. Ölenlerin kimlikleri- 

 III.     Meclis

 Bir Dakika Kültür Sanat Sohbetleri ve Sonra Reklamlar 
 Derken Droa elinde bir Meryem bir de Allah yayına dalar:
 Huzurunuzda ben Bartar Droa, nefretimdir özgür Konstantinopolis! 
 Bir cinnet meclisine daha hoş geldiniz sayın feminist sair, sâir, pardon şair Amanarkis! Hakkınızda diyorlar sermayesi klitoris. 
 Seslendi Nicedir Kayıp Olan Örümcek Saydam: Tadı nefis! 

Sen sus ben konuşuyorum, ben Droa, konuşurken, siz Amanarkis! Okuyucularınızdan özür diler misiniz? Şiirim boyundan büyük işlere kalkışıyor der misiniz? İroninin, imgelerin, metaforların peşinde şiirde karnavalesk bir sessiniz. Ancak sanki biçim konusunda fazla ileri gittiniz! Güncele dokunan şiiri hâkim söylemleri ifşaya girişiyor diyorlar hakkınızda, kimi ifşa etmeye çalışıyorsunuz aklınızca eksik ve eteksiz? Ah bir de muhabirliğe kalkışıyorsunuz yetmez gibi hepiniz. Erkek egemen şiir formuna bir isyanınız olduğu duyduk. Söz hakkını ben, ben Bartar Droa, ben veriyorum size, buna cevaben ne dersiniz?

Konsomatris Konstantinopolis Kadar Pislikçil Amanarkis: Benim muhatabım ancak ve ancak Konstantinopolis! Hak verilmez alınır bre edepsiz, ah sizin söyleminiz iliklerimize işlemiş. Siz, ey insanlar ve kıyımlar, hamamları takkesiz! Siz neşesizdiniz. Bu yüzden Theodora’nın surlara yaptırttığı taş ocakları, taş köprüleri kaldı irinsiz ve kemiksiz! Şiirden silinecek olan sizin sözleriniz! Ben pembe balçıklarda debelenen üçüncü yeniydim tadım nefis. Sadece şu kadarını söyleyeyim. 25li bir yıldı aldım ilk telifimi, keyfim yerindeydi, yerinde olana dek ben neler çektim siz bilemezsiniz! Dudaklarımı büzerken kırıştıracağım derim, içimde kendime patlarım, içim gider kendime ah ben bir iblisim. Gerçeküstü, kolay, neo-dada, sembolizm, delimsirek ekspresyonizm, yerimi bildim! Ah yine de varoluşta gördüğüm neşedir umuttur benim. Sanki bir Örümcek duydum, Örümcek bugün hiç seslendi mi?  Sanki evet, evet, o dedi: “Hep beyaz kalacak olmak sizin en büyük lanetiniz!”

 Öfkem barid
                            barid. Bu hususta namusum mapusta ben de memnun 
değilim.   
Hayalimdeki eleştirmenim sen olmayan bir muadil. Ağlarım, kesik kulakların hikayelerini dinlediğimden beri çürük portakal kokar İstanbulinim.  Ah ben yok muyum ben, kendimin polisi, kendime bakan kendimin nesnesiyim. Nerede toplandı birinci meclis, nerede bitti devr-î Yunanî? Ne işi var bu Albayrakların eserimdeki? Bir cehennem fışkırıyor yananlar insanları uyku partisinin. Baş kahramanlarım yine de asi, dünyam depreme karşı güvenli. Futbol sahasında bir peygamberdevesi, Ahbar-ı Asar’da metimlerimde bir erkeğe gönderme yapmamalıyım aslında, cinsiyet atamamalıyım hiçbir insana. Ben her gidemedikçe ÂSAR’a, içimin sesi daha kirli daha öfkeli. Yerden seken topların yüreğimde yarattığı zelzele gizemli, tutunmalıyım! Ah o erkeklik, kırbaçlar, terlikler, top oynardı cinlerim içimde de gidemezdim ezandan önce evime. Kapanmamalıydım! Emsaldir metnim benimle. Âsar ilk rüyalandığım yerdir. Rüyalara kapılmalı, Arya’ya sarılmalıyım, fersude.

Arya: Öfken öfkemin sesi. Rüyalarımda bir ölüm anı, Droa’nın gül kokan teri. Ensemde nergis dedikleri nefesi. Amanarkis’i cennet kabuslarından sakınmalıyım. Tarih çamurunda onların korkusu, bizi kalkındırmalıyım. Ortadan kaldırılma, yerinden edilme, yasaklanan deli bandosu. İşte bu yüzden şairleri savunmalıyım. Şimdiden etraf ecza çantası, yara bandı, bir şişe su. Haşlanmış patates, biraz sarımsak ve salça kokusu. Adını zikretmek istemediğim Bartarların ellerinde kamkam kılıcı. “Kahrolsun İblisleri Dışlayan Cennet!” diyenlerin sesi semaya yansıdı. İşgal ne zaman başlayacaktı? Örümcek mi, Örümcek saydam Örümcek direngen bir savaşçı. Örümcek bunca zamandır nerelerdeydi sorusu kaç zaman dolaştı? Bana malum hangimizin işgalden evvelce ölmeden ölmeseydi, bu bilmece sokağa yansıdı. 

Güneş acı. Sen şimdi hangi cenazede zeytinyağı kavurmaktasın ey Kâhin çağır günahkâr cadılarını! Mücadele, devirmek onların gecelerine birer ay taşı, çıkart kılıcını kınından savaşmak için, gerekirse sancı. Bütün güvenli şehirlerinin yeraltı merdivenlerini çıkan sen Amanarkis; bir transparan bluz tenin, yuvarla onların köşe karelerini, gezegenlerinin şerefine, ol caydırıcı. Akballara, Külebilere, Dağlarcalara, Tanerlere ve hitap ederek benzerlerine alaycı. Kus öfkeni tekfur saraylarına, padişah mezarlarına, papazlara, türbelere! Camiler, çarşılar, kiliseler, sarnıçlar, imparator kentler, eriyor dip dibe ve bütün bu hengamede sen evine gidilebilen bir dost teklifsizce! Ey Amanarkis, çıkart vulvandan kılıcını istediğin an istediğin yerde, sapla onların günahsız, küfürsüz sözlerine! Yerleştir onları yeniden şiirinin içine ve edebiyatı bırakma Bartar güçlerine! Hepimiz için yap bunu ehlikitap azade! Yap ki koklansın mücadele domuz şehvetinin en pembe en kötü zerresinde! 

Çektim Vulvamdan Çıkarttım Beyaz Kılıcımı, Ben Amanarkis:
 Bilincimizdeki ipliklerin bilincindeyim. Şırıngam delik, vulvam nefis! Kimileyin sesim baskılanıyor kimileyin bir hiçim, bilen bilir bilirsiniz. Sevilecek Arya, Bermal ve Örümcek saydam metnimdeki, sevgi işgaldir. Bu enformasyon çağında deliliği içlemek gerekli, aşkın olan akıl da nedir? NE demişti Örümcek: “Kara bacaklı Örümcek’ten bir alıntı buraya gelecek! Ben annen değilim diyecek!” Benim içimden birazdan söyleyeceklerimi söylemek istemek bir daha ne zaman gelecek? Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ATAM’IZ yüreğinizde yaşıyor değil diyecek. Ben Atatürk ancak bir çiçektir yenecek diyecek. Ayrıcalıklı duruyorsunuz dışarıdan baştan aşağı, ayrıcalıklarınız sizi tam bağımsız Türkiye yanılgısına sürüklüyor, çek perini, saydam Örümcek böyle diyecek: “Ey Konstantinopolis, merak etme hepsi geçecek!” ve yine saydam Örümcek’in içinde dişsiz bir başka Örümcek! 


lV. Meclis

 Droa, Görevi Başında, Sözde Demokrasilerine O Bekçilik Edecek! 
 “Bunlar!” diyecek. Herkese bunlar derken sermayesi edecek, şeytan laflarını: 
 Darbe Teşebbüsünde Droa Köşegenlerin En Büyük Kurnazı. Yayında
 Şimdilik Bizden Bu Kadar Siz Allah’a ve Mikail’e Emanetsiniz Diye Sayıkladı
 Amanarkis öfkeden saray yağmalarına dek razı: Susma, susma, şimdi konuşma zamanı, 
 Konuş yedi tepeli asli cennet karargâhı! Ucubeler anayasasının sığınaklar kurultayı! 

O Sırada Kalkedon Konsili’nden Yüce Köpek’in ettiği lakırdı: Galaksimizde başıboş gezen yeni bir serseri gezegen keşfedildi ve yaklaşmakta olan bir ay taşı! Ah bu portakal kokan köy festivalleri, gözlemelerin tadı damağımızda kaldı. Adaklara kurban eskimiş bir köprü macerası. Bira kutuları tarihi bir balmumu, bir cıva taşı, bir kalıntı. Örfümüz adetlerimiz asla ve kata sorgulanmamalı. Kokar nefesimiz şırdanlı. Ürkütücüdür geceleyin geçmek köprüden aşağı, türkülerimiz saygı yaratır ADAM GİBİ ADAMDA, halk çoktan aydınlandı. Toplumu anmaktan kaçanın yalnızlıktan gözleri sulandı. Çarmıhta acı çeken İsa’nın var insani bir doğası ve öyle ki onun tanrısallığına dokunamamıştır bu acı. Bunları söylenirken Kalkedon Amentüsü birinci mecliste alkışlandı. Kaynanalar gelinlerle yemek kavurmakta, borç batağından BİR ADAM kendini asmaktaydı. Kimse kimsenin imanından şüphe etmesin ne de olsa Kur'an Mekke'de indi, Kahire'de okundu, İstanbul'da yazıldı. 

Bermal: Hava bedava su bedava toprak bedava. Değil yaptığın zeminsiz iş bir gürültü patırtı. Hava sınıfsal su sınıfsal toprak sınıfsal dizelerin değil çalıntı. Sol elim, kötü şans, kötü baht, Etiyopya'dan bir akıntı. Millet Mektepleri açıldı şiş şiş şiş karnım karnımda gürültü patırtı. Haber metni şiire kaydı, kaymalıydı. Biz size halk olamadık bizde sessiz törenler de vardı. Şimdiye dek öğrendiğim her şeyi askerde mi öğrendim sanki olsun kârdır. Ey Konstantinopolis yok mu karların Bartarların üzerine yağdır! Zehirli masalları nicedir dillerde onların bu büyük işgale zarardır. Bizim mücadelemiz demokrasinin soyluluğuna karşıydı, kendinden aşkındı. Ateş bizdik, sıyıran biz kıyafetleri dizelerden dizlerimize. Biz güney şeytanları, biz neredeyiz? Nerede pembe balçık? Nerede çık güzelim çık ortaya çık?

V.     Meclis

Şeffaf olmayan siyaset manipülatif apaçık. Bugünün halklarına ait bütün ah keşke en çirkin detayları unutturan bir torba kömür ve biraz saflık. Güzellik vardır onlarda derken üzerlerinden yayılır gül suyu kokusu püfür püfür ve anlık.  
 Haksızlık! Biz iblislere cehennem layık görülür! 
 Arya: Rüyamın sinematografisi Yeşilçam arabeski bir ömür
 Bermal: Pahalı, güzel bir ekmeği bıçakla kesmek bir ömür
 Amanarkis: Kesmek bıyıkları çıkartmak cepkeni bir ömür
 Hepsi Aynı Anda: Sıyrılmak kahramanlık ve ölümlülük kutsalından bir ömür
 Yaşanamamış bir aşk bir ömür
 Dirilişin sapkın ve zehirli örnekleri, tohumlar fidana fidanlar ağaca bir ömür
 Droa: Ben Atatürk denilince ağlardım bir ömür!
 Ağıtlar yakılır, şanslıysa bu adam, şehit olur bu gece 
 Böylece kutsal cenazesi nekropol güllerine bürünür!
 
Bermal: Bu şiirde Türkiye’yle alakalı alelade, genel-geçer, hasbelkader yaşanmış bir öfke görülür.  Duyulan saygı, nasıl da nasıl da iş görür göndermesi kendinden menkul her vakit apayrı bir kaygı. Zonklayan gözleri, kırılmış dişleriyle birbirinin katili televizyon canavarlarının dahi aldıkları bir haz vardır, kanlı! Nasıl da ağlıyor pembe balçık! Nasıl da bıkmış Güllük Dağ’ı çayırları paranoyalarından? Ey Amanarkis tarihimiz güllü dallı!
Droa: Önümden çekil, önümden çık. Ey beynamaz, ey bre melun! Bizim güzel insanımız sizin bu safsatalarınıza inanmaz! Unutmayın asla, onların gözünde siz deli biz kristal akıllı!

 Yayın kesiliyor
 Televizyona karıncalar takıldı
 İblislere malum olan yasaklanması
 Kolektifimsi Medya Platformu canlitvizlelanDaDaDan.com
 Droa tarafından kapatıldı. 

 Konstantinopolis: Ey güney iblisleri, şimdi değilse ne zamandır isyan zamanı! 









haydi etek giyelim 



 ben yolda her kursalık gördüğümde koparır ve koşmaya başlarım
 yağmur yağsa da koşmaya başlarım, yağmur yağmasa da koşmaya başlarım
 koşarım başka bir yolun kenarına varıncaya, 
 terbiyesizce biten başka bir kursalık buluncaya,
 nefesim kesilinceye, balonlar düşünceye kadar koşarım
 eğer ki başka bir kursalık bulamazsam, sağ yanıma yatarım geceleyin
 öbür gün uyanınca o gün işleyeceğim bütün günahları deftere not alır
 eteğimi giyer ve elimdeki kursalığı yanına bırakmak için 
 başka kursalıklar ararım

 topuğumu kaldırdıktan sonra indirmek suretiyle attığım adım bile
 şahlanıp bir kâbus olup birdenbire, başka bir adım istiyor benden
 adımlar bile geceleri buluşup duvarların arkasında sessizce sevişiyorken
 hangi yükü atayım yükselmek için, hele ki en güzel köyündeyken göğün,
 hele ki biz bu balonu gözlerimizi karartılar tokatlayana dek nefesimizle
 harıl harıl ve birbirlerine eş olacak şekilde doldurduğumuz halde
 toprak ana, toprak eme, toprak bibi
 dayanamıyor birkaç dakika bile bizsizliğe

 haklıdır, göbeğimizden sarkan uçurtma ipleri
 izbarçoyla bağlıydı birbirlerine bir zamanlar
 o zamanlar ki özgürce uçtuğunda ishak kuşları
 yasak değildi hiçbir yerde kürdilihicazkar
 ben masanın her ayağını birbiriyle eşliyorum onlar daha az yorulsun diye
 ve ancak devrilen adamları kaldırırsam değişiyor alnımdaki yazının okuması
 geceleyin sağ yanına yatarsan anlayacaksındır güzel kızım 
 sayfaları neden ikişerli yaratmışlar, neden üç renktedir trafik lambası

asla tek bir günah işlemem, bütün günahlar sabahleyin doğan bir gün gibidir
ağır adımlarla peyderpey yükselirken göğe gündüz, inmese çok komik olurdu değil mi?
işte tam gözlerinin hizasındaki dağın ardında başka bir gündüz doğabekler
sanma ki göbeğimizdeki iplerle doğan gece ile gündüz yaşayadurur teker teker
sağ memenin sol memeye çektiği hasret gibi, onların hasreti de sıcaktır
her talep gibi bu da topraktan çıkar ve filizlenir,
her yalan gibi hem günâhtır hem de hiç günâh değildir,

 aman sakın bir yanlış edip öldürme birini
 kıyacaksan bir cana ikincisini de onla getir
 haydi etek giyelim, sonra koş koşabildiğin kadar
 artık bütün göğüsler halka açık ne de olsa
 bütün haklar ihlalle, bütün hakiler işgalle dolu
 dışardaki yağmuru iki kulağınla birlikte işitirsin, doğru
 ki damlalar ikişer ikişer düşer göğün en güzel köyünden -sen göremesen de-
 sırılsıklam bütün günahların, sırılsıklam gömlek, sırılsıklam sazende
 koşar bütün sular etek giyip, bir olukta buluşabilmek üzere
 sırf bu yüzden bütün şehirlerdeki mazgallar, 
 çift sayıdadır güzel kızım







Ototematik




 Kartezyen çarpımlarımdan çıkardığım 
 hesaba gelmeyen sıfırlamalarda da eşitlik bozulmadı.
 Eşeylilikse bedeni denklem-yere götürüp getiren
 eşgüdüsüz bir konsolos: matris içre eş-eyleyen,
 biyolojikle kökler üstü her bağda denkleşen –loji:
 sıralı dizelere de önerilmiş, reddi mutlak diye uzaya fırlatılmış
 önerme dışı bir boş inanç: sıralı dizilerin içi başıboş!
 Olası hesapta olasılıksızlık arası bir parıltı
 -periton zarına teyelli bir oluşuverme rastlantısı,
 ne a priori’dir göçebeliği ne de engebelidir logosu.
 Her doğum diziliyse yazgıda: yaşam olasılıksız bir ölümsüz,
 sonsuz işaretiyle defnedilen ölü müteselsil teşekkül    
 soru işaretinin devrettiği bölük bir izahın izinde.

 Hepimiz aynı çok bilinmeyenlinin izomerleriyiz,
 görüntü şekillere bölünür, üzerimize yapışır birörnek, kat kat defoyla
 gözde konuşlanan sarı körlük, hodbehod ayna,
 ağıtsal hareketli bir dil yansıtıcı, biçimlere kapalı, 
 biçemlere kurmalı eşitlenmemenin şekilsizliğine boşluk olup.

 Kendi üzerine kapaklanan her tavır bitiş değil,
 şekilsiz hasıraltılar açıldıkça hizmetçiye iş düşer;
 tozlu huyun temizliğine faraş açar biteviye.





İÇİNDEN GEÇTİĞİMİZ GÜNLER



 I

 ben suda kırılan bir şeyim
 ama bundan
 karada kırılmadığım anlaşılsın istemem

 ayaklarının altına tabure koyunca
 allahı bile göreceğini sanan veletlerden
 yüzümü çevirmem
 çünkü yüzüm çatlayarak çoğalıyor benim
 kabuk kırılmayı bilmiyor
 ama bunu ondan öğrendiğime yemin edebilirim

 kendime dadanmaktan yoruldum
 yemin edebilirim
 kendimi yaşama dayatmaktan da
 yemin edebilirim
 yine yüzümü dönebilirim çıtırtıya
 buna hâlâ yüzüm olduğuna eminim
 ve tekrar edeyim
 yemin edebilirim

kırılmak için koşuyorum sanki
yanmadan yeşermeye yetmek için
ayaklarım var diye gönenmeden koşuyorum
hız beni hizaya soksun
ve bozuksun desin diye tamir bana

 yana çekiliyorum çünkü geçsinler
 bu geçiş beni kırmaz nasıl olsa
 bu geçiş kabuğumu bile zorlamaz
 çocuklar beni yensinler istiyorum
 onların benden başka yenecek kimleri var
 onların benden başka
 yenecek kimseleri olsun için
 yana çekiliyorum
 ama çekildiğim yer güzel
 evet, tam da çekildiğim yere benziyorum

 iki defa daha dayıyorum ağzımı kendime
 çünkü zehre tat veren kanım
 ancak böyle paklanıyor
 sonra bulanıyor utanarak bastığım toprak
 kanımın neye benzediğini
 soramıyorum kimseye
 o an tuhaf bir şey oluyor ve
 benden kopanlarla
 bir kalp daha yapıyor herkes kendine

kime gitsem imzasını bekleyen
boş bir kâğıt olmak geçiyor içimden
vardığım her yerde beni karşılayanlara
bir yerden tanıdık geliyorum
çünkü çekildiğim yer güzel
ve tekrar ediyorum
tam da çekildiğim yere benziyorum


II

 sanki tüm biletler bitmiş de
 ilgim için teşekkür etmişler
 baktığım ve özendiğim tüm afişlere
 sanki yüzümü çizmişler
 soydukları elmaları yemiş ve
 beni kabuğa doğru itmişler

 bunu ben yaşamak sayıyorum işte
 evet, yaşamak yetişemeyerek başlıyor önce
 sanarak ya da yanılarak sürüyor
 sonunda vadettikleri cenneti dişleyenler
 bana bakıp “kabuklar tam da sana göre,” diyor

 duyarak inanıyorum, genlerimde var bu
 görmek beni nedense utandırıyor
 kana bakmaya utanıyorum ve kavgaya da
 kimsenin anlam veremediği bir hazla
 bakıyor olsam da aynalara
 bakmak bana biraz iğreti geliyor

 inandığım her şey gürbüzleşiyor birden
 sütten kesilmeye aşina değilim çünkü
 bu ve benzerleri hep yüzümü kızartıyor
 inandığım şeyler mememin başını bırakıp
 o tartarlı dişleriyle kalbimi ısırıyor

duyduklarım yetiyor bana, bu nasıl bir kusur
cennetlerinde huriler ve gulâmlar
 kir, ovalanmadıkça yurdu belliyor deriyi
 cehennemi sürekli benim için harlayan adamlar
 pekâlâ biliyorlar duyduklarımla yetindiğimi

 toplanıyorum ama birikmek de denebilir buna
 suyun damla damla çoğalması
 ve birden akıp yok olması da denebilir
 kabuk çürür, bıçak kırılır, kurt çoğalır
 elmadır işte günü gelir ve ekşiyebilir

 kime varsam karşılıksız çekler gibi
 eğreti duruyor yüzüm kapılarda
 beni karşılayanlar
 ilk taşı atan benmişim gibi bakıyor yüzüme
 yırtılıyor bakıp özlediğim afişler
 sanki geçerken uğramışım ve
 beni hanelerine buyur etmişler


III

 kimse için savaşmadım
 ama nasıl öldüm herkes için

 derdiğim bahçeyi rüzgâr dağıtınca
 yeniden batmaya heveslenen dikenlerden
 kendimi çekemem
 çünkü içim almıyor artık benim
 kalbim kinini arıtmıyor
 ama buna alıştığıma yemin edebilirim

 kendimi anlatmaktan bıktım
 yemin edebilirim
 kendimi anlamaya çalışmaktan da
 yemin edebilirim
 tekrar meyledebilirim fısıltıya
 bunu becerebileceğime eminim
 ve tekrar edeyim
 yemin edebilirim

 yetişmek için koşuyorum sanki
 varmadan ulaşmayı bilmek için
 acelem yok diye şımarmadan koşuyorum
 yol beni dize getirsin
 ve kırıksın desin diye balta bana

yere uzanıyorum çünkü ezsinler
 bu eziliş beni üzmez nasıl olsa
 bu eziliş dallarımı bile kırmaz
 hayvanlar beni incitsinler istiyorum
 onların benden başka incitecek kimleri var
 onların benden başka
 incitecek kimseleri olsun için
 yere uzanıyorum
 ama uzandığım yer temiz
 evet, tam da uzandığım yere benziyorum

 çekinmeden kurallar koyuyorum yine kendime
 çünkü içimi deşen bıçak ancak böyle köreliyor
 birden dağılıyor terimdeki kirli leylak
 yüküme nasıl yettiğimi anlatamıyorum kendime
 o an güzel bir şey oluyor ve
 bende çırpınıp duranlarla
 silah yapıyor herkes kendine

 nereye gitsem yere düşmüş
 cep tarağı gibi duyuyorum kendimi
 elini uzatanlara adımı üç defa söylüyorum
 çünkü uzandığım yer temiz
 ve tekrar ediyorum
 tam da uzandığım yere benziyorum


IV

 ben sizin için ayrılan süreyim belki
 sona ermiş gibi hissediyorum
 nefretle baktığım tüm yüzlerde
 inatla aksimi görüyorum
 kesiveriyorum kendi önümü ve
 bir dal sigara istiyorum

 ben buna intikam diyorum işte
 evet, intikam kendimden başlıyor önce
 sevdiklerimle sürüp düşmanlarımla bitiyor
 sonunda kanımı gömleklerine silenler
 yüzüme gülüp, “bu renk sana çok yakıştı,” diyor

 hızla ikna oluyorum, fıtratımda var bu
 inkâr beni nedense gücendiriyor
 sevgilime güceniyorum ve mağarama da
 kimseye belli etmeden kaçsam da
 ter kokan sığınaklara
 inkâr bana biraz çirkin geliyor

 güvendiğim herkes tuhaflaşıyor birden
 sırt sıvazlamaya alışık değilim çünkü
 bu tür şeyler hep başımı döndürüyor
 güvendiğim herkes bıçağını çekip
 onca pasa rağmen üzerime koşuyor

 bildiklerim yetiyor bana, bu nasıl çapak
 omuzlarında münkerler ve nekirler
 kin, kazınmadıkça kölesi sayıyor yüreği
 günaha ha bire makyaj yapan adamlar
 pekâlâ biliyorlar bildiklerimle yetindiğimi

 yaşlanıyorum ama ufalmak da denebilir buna
 etin milim milim kırışması
 ve hızla çürüyüp kokuşması da denebilir
 dil yanar, damak kurur, diş kırılır
 insandır işte günü gelir ve ölebilir

 neye baksam adi bir suçtan
 içeri düşmüş gibi buluyorum kendimi
 düştüğüm her yerde
 toprağı incitmişim gibi bakıyor herkes yüzüme
 birinin elinde taş, birinin bıçak, diğerinde tuz
 şaşkınım çünkü uzun zamandır allahın
 kimsenin belasını vermediği günlerden geçiyoruz.











İnan Bilmiyorum



Bir adam nasıl yetiştirilir güle bilmiyorum
Bir adamın gözlerinde nasıl gül yetiştirilir
Misal el ele tutuşmak kimin fikriydi
ve nerede üretilir bir insanın ciğeri
Yara kimin fikri inan bilmiyorum

Adıyaman'da yetiştirdiğim tütün
Adana'da hüzün oluyor
Ben denizle yüzleşemem inan
Boğulmak için kadınlarla yatıyorum
Misal kuşlar kimin fikriydi
Sessiz ve kirli bir yapışkan şu yalnızlık
Gökyüzü kimin fikri inan bilmiyorum

Sözcüklerini gökyüzüleştirse de kadınlar
Ölümlü olduğunu biliyorlar anıların
Kapı zillerini taklit ediyorum telefon seslerini
Misal anlam kimin fikriydi
Nerede üretilir karanlık stokta ne kadar kaldı
Yutkunmak kimin fikri inan bilmiyorum

Sabahları gömlek ütülüyorum hayır yüzümü
Otobüsler beni almadan gidiyor
Yolları taklit ediyorum bir yere varabilmek için
Misal babam kimin fikriydi                        
                         ve nerede üretilmektedir uzak kelimesi
Ağlamak kimin fikri inan bilmiyorum 







SOĞUTMA ETKİSİ*



 Çünkü orada başlıyordu
 Karnı bilinmeyen bir sancıyla doldurmanın boşluğu
 Bilmemenin getirdiği o rahatlık büyütülemiyordu orada
 Büyütülemiyordu aşkı avuçlarında tutmaya çalışmanın hevesi

 Kaybetmek orada hep iki taraflı gerçekleşiyordu
 Bir silahla bir çiçekle bir isimle 
 Kaybetmek büyüyor ve başka kaybetmekler doğuruyordu
 Kazananlar bir sonsuzun içine değil
 Bir cümlenin sonuna gelip yerleşiyordu

 Uzun bambular, garip kokulu okaliptüsler
 Orada en güzel çiçekte bile biraz çirkinlik vardı
 En masum çocukta biraz tehlike
 Bıçağın kesmeyen tarafında hep bir ihtimal
 Orada öyle bir an gelirdi ki tüm analar katil
 Tüm çocukların katli vacip olurdu

 Adaleti eşit dağıtamazsın sonunda mutlaka parçalanır
 Her şeyi bitirdiğinde elde kalan kırılmış bir sevincin parçalarıdır
 Biten bir yaşam kimi zaman, kimi zaman gökyüzüne kaçmış bir çocuk balonudur
 Hangi sofraya otursan orada son lokma yutulmuş son tabak kaldırılmış

 Her sabah bir çocuk muhakkak uykusunda vurulmuş olur
 Sorsanız onları herkes sever herkes oraya gitmek görmek ister
 Sorsanız seslerine paha biçilemez billur avizeli tavanlarda
 Yine de şarkılarını kimse dinlemek istemez




*İfade özgürlüğünün bir kişi ya da öbeğin çıkarı uyarınca kısıtlanmasını ifade eden bir hukuk ve iletişim terimidir.







gözyaşı teorisi



 rüyamda anlamıştım her şeyi
 gözyaşı teorisini——  rexapin 5 mg dedi
 annemin doktoru, zanax ve başka bir şeyler daha
 sonrası 3. intihar girişimi
 (büyük ötekiye karışmak için)
 acilde göğüslerden düşen ekg kabloları
 polisler ekşiyerek bakıyor çabasına
 bu kanlı sedyede oturuyorum ve 
 müşahede alanına giren çıkan yaralıları izliyorum
 hiç özel gücü olmayan bir tanrı gibi
 bir an bile olsa her şeyi anladığımı biliyorum
 hatırlayamadığım bir film karakteri konuşuyor kulağıma:
 ‘dikkatli ol Preston! çünkü hayallerime basıyorsun’
 ay doğuyor kaburgalarım arasından
 bir hemşire kitap okuyor diğeri serum takıyor
 kafeteryadaki karton nescafe bardağı çağırıyor ama gidemiyorum
 ceviz ağacının sarhoşluğu var üzerimde
 rüyamda anlamıştım! fakat uyanınca unuttum
 gözyaşı teorisini——  florasana dalıyorum 
 her şeyi bırakıp çok uzaklara gitmeli.










@