metnin hazzının yokoluşu
dünyayı bir daire içine
alınca dışarıda kalanlar
sahici olmaz
biz çünkü alfabemerkezciyiz.
Çinliler ideogramlarının üzerine yatar
sahici olmak büsbütün bedenden
fışkıran hormonun ekşimsi duygusu
laksatiflerin uyumsuz doğası
okunmayan yazılarda anlam değil
göstergeler var 
sanki terzi icadı
küçük harfin büyük harften doğması

yazıyı Raziel’den öğrenen Âdem
bundan sonraya monte
edilemeyecek kadar sarı yapraklar
16 harfi getirenin Kadmos
buna 4 harf ekleyenin Palamedes 
olduğu doğruysa
bedenin ilk bildiği uykuda çağrılmak.
ütüsüz gömlekle açılan kapılarda
“galoşunu giy” diyen kadını vurdular
harf başka hiçbir şeye benzemeyen şeydir.






uzak bir blast
embriyoloğun embriyolog olmayan yüzünde
bir işlem odası tiril insan başı
hayır dualarıyla bilime işlemeyen 
sol gözünü sevdi hep anneannem
muamma bir ameliyat masasından
anlatıldığında birörnek
böğürtlenler ve kulakların çok üşümesini
çalılara da sokuldu bir ses
İzmir’in Karataş’ı son durak tığla
bir babanın rüyada akpak olması da 


bir hücreden gelmemiz diyorsun ya 
portakalın kabuğundaki pütüre ne
Altın çağın sonunu getiren cinsiyetçi tanrılar
bekleyiş gününü yavaşla yer arası da 
Pandora’nın son anda kapattığı kutuda





kusurlar hiyerarşisi büyük kapatma
Sümer yazısında
gounou denen çizgi
kralla normal insanı 
birbirinden ayırır
uzaklaşan eğriler gibi
hafıza çocuksuysa
kırlara kovalanmış
gezginler olur
Ren boyunca

normal insana
bu çizgiyi ekleyince 
kral oluyorsa
kasıklar öylece durur 
inciri kaynamış 
sütle 
kapatma evlerinde
dinleme cihazlarıyla

bedenini camdan düşünen biri için
kuşkunun ekonomisidir
o mühürlü mektuplar.





Sıradan bir imkansızlık anlatısı
her şeyin bir evveliyatı olmalı;
bellek, rasgeleliliğin katafalk oyucusu,
anların zuhurundan oluşan bir tarih yapıcısıdır da.
               bir ismin işitilmesi,
                    bir fotoğrafa gözünün ilişmesi insanın
                           - ve kokuyu, tadı, sesi, dokuyu hayal ederek -
                                     beklemek;
                                      -	bir geleceğin kendini inşa etmesine izin vermek (?);

yazgı düşmanları için bile
evveliyatlılık bilgisi muhtemel ve/ya da
kuvvetli gelecek tasavvurları kurar –
(insan, şimdide değil; geçmişle geleceğin kesişiminde varlığını sürdürmez mi zaten?)

anların eklemlenmesinden, 
bir bireysel tarih anlatısı oluşturmuştur kişi; 
                 bir anda birinin yazdığı metnin birkaç satırını okursunuz,
                 o metnin zamanında, biraz daha da ilerisinde bu zamanın, 
                 o metnin altına “bu benim” diye imzasını atan kişinin adına şahitlik edersiniz. 

stoessel der ki, “kendi adınla çağırılmak, 
                              var oluşun karşısına kırılgan olarak çıkmaktır.”
                                      -	henüz cismine dokunmadığınız bir ada şahitlik etme kibri; 
                                                insan icatlarının en tehlikelisidir, denebilir (mi?).  
                   henüz ona şahitlik ettiğiniz adı dillendirmiyorsunuzdur;
                   öteki, sizin şahitliğinizde, harfleriyle ve hayali bir görüntüyle 
                   kendini sizde kuruyordur.

[Her şey burada başlamak yerine, burada kalmalıydı.] 

-	insanın kendi kendine kehanet ettiği bir anı beklemesi yazgıya kanmak mıdır?
                   sezgiyi, yazgıcılıktan ayıran şey nedir, o halde?            
                  
vu’ku bulacak olan, elbette, 
ülküsel bir birleşme, kainatları sarsacak bir kucaklaşma
değildir; ama, 
                     benzer enerjileri doğadan çeken
               ve benzer enerjileri doğaya bırakan 
               ötekiler; içlerinden birinin talebiyle, diğerinin haberi bile olmadan,
                                              -	diğeri bu davete hep açık mıydı oysa? –
               bir araya gelecektir.

birinin içinde kök salan evveliyat tohumunun filizlerinin
onun istencini sarması ile tohum diğerinin toprağına da düşer.
                                -	filizler ayrık topraklarda gürleştikçe tedirginlik baş gösterir. –

[O’nun adına ilk kez bir edebiyat dergisinde şahitlik etmiştim. İtiraf etmek gerek: Karşılaştığım biçim benim için fazlaca naif, nasıl söylenir, hisli, “edalı” idi. Yine de, insanı kendine çeken, tuhaf, sözcüklerinin kurduğu atmosfere adım attıkça insanın etrafını kuşatan bir kokusu, duyumsanmaya, insanı ona dokunmaya davet eden bir gerçekliği vardı__]

                                     -	tedirginlik bir davet midir,         
                                                                bir uyarı mı?

duyumsanan ama kanıtlanamayan gerçeklik, 
metafizğin kurucu ilkesi, bir aşkınlığa zerk edilen zihinsel enerji…
ne yapmalı? onu gökyüzünde, yerde, ağaçlarda, binaların suretinde, reklam panolarında, 
                      tavanlarda, bar tuvaletlerinin fayans kaplamalarında, 
                       dokunulan insanların tenlerinde, tanışların yüzlerinde aramak dışında…

peki, nedir aranan? bir beden? bir soyağacı? bir yaşama ihtimali? 
                                    değildir__ 
                                    ona dair bir iz, bir kıpırtı,
                                    bu dünyaya, algılanan gerçekliğe onun bıraktığı bir enerji kırıntısı,
                                    hepimizin geçip gidiciliğinin kanıtı olan bir su damlasındaki bir yansıma,
                                    ona dair bir kaynak, ona doğru akmanın bir yolu…
                                                                                                                             
[Bir tanışın ağzından, bir tanış olarak çıktığında adı, O’nun bu dünyaya ve bu dünyanın bana, bize ayrılan zamanına ait bir canlı olduğuna inandım. Tanışımın ağzından kırıcı ve kırılgan telaffuzlarla, bir anda çıkıp havayı kendi kokusuyla dolduran bu ad, bu dünyanın bu zamanında var olan bir bedene ait olabilir miydi?]

theodor reik der ki, “zaman onu yıpratır ve sevgi bu yıpranmanın tüm belirtilerini gösterir.”
                 ve başka bir yerde şöyle devam eder, “dil, sözcüklerin toplamı değildir.”
                
                 sözcükler hayatlarımızda bizi olgulara bağlayarak iş görürler. 
                 bir duvara elimizi süreriz, 
                 başka biri yıllar sonra o duvarda elimizin izini görür. 
                 insanın var oluşunu gerçek kılmasının yollarından biridir
                 bu izleri toplamak. düşündüğünü düşünebilmek, 
                 böylece kendisinin ve her şeyin yok olacağının bilincine varmak, 
                 bu yeti, ona sahip olan canlının içine bir iz sürücü de yerleştirmiştir. 
                 içimizdeki iz sürücünün sürdüğü ize “toz” diyelim.
                 var oluşun muhteşemliğini duyumsamamızı sağlayan şey,
                 nesne ve öznenin ayrık olması, öznenin nesneyi algılayabilmesi değil, 
                 nesneleri kaplayan tozu var oluşunun bir parçası kılabilmesidir. 

[O’na ait ilk toz zerresi nereden uçup gelmiş, burnumdan geçip ciğerlerime yerleşmiş, bir virüs gibi orayı ele geçirmişti?]

                 eğer bahsettiğimiz toz zerresi görülen ve duyulan bir gerçeklikten değil
                 bir ihtimalinden havalanmışsa, o artık bir sırçaya,
                 kesici bir duygusal savaş aracına dönüşmüştür. 

                                      -	hayali bir harita üzerinde kenarda köşede kalmış, 
                                                           küçük krallığını genişletmek için görkemli savaşlar yürüten
                                                              ve girdiği her mücadelede ağır kayıplar veren bir kralın
                                                                     buhranları mıdır bu? –

bir dağ insan için nedir?
        biri size bir toz zerresini gösterse 
        ve siz onu bir dağ olarak belleseniz, 
              o artık sizin için bir dağ değil midir?
                    ve artık o sizin için bir dağ ise, 
                    ona her halükarda bir dağ diyebilir miyiz?
                       bunu tereddütsüz kabul eden biri, 
                       bir toz bulutuna baktığında sıradağlar mı görecektir?

bir dağ ile ona bakan kişi arasındaki ilişki bakışımlılık mıdır? 
       ona bakan kişi bir dağı yaratıyorsa, 
       dağ da ona bakan kişiyi yapar mı?
             dağ, bakanın içine yerleşir, 
             peki, bakanın onun içine yerleşmesine izin verir mi?

[O ve ben ilişkisinde -böyle bir ilişkiden söz etmek mümkün müydü?- her zaman bazı büyüklük farkları vardı. En önemli büyüklük farkını aceleci davranıp dağ metaforundan yola çıkarak yücelik olarak tanımlamamalı. Bu fark, onun uzaklığından, erişilmezliğinden kaynaklanıyordu. O, öyle bir akışın içindeydi ki, benim içinde olduğum akışın uzamı kökten farklıydı. O, Avustralya ise ben Güney Amerika idim. Bir kıta hareketi, uzamlarımızı sarsacak bir yer sarsıntısı gerekliydi.]

şüphesiz, 
                  insanın bir şeyi oldurmasının 
                                 farklı biçimlerinden biri de düşünmektir.  
düşünmek,
                    dilin olmasıdır. 
dil, 
     bizim var olmamızdır,  
                                            varlığımızın kaynağı
                                                                                ve onun görünümüdür. 

[O’nu en azından kendim için sözcüklerle var kılabilir miydim? Bana belirli bir zamanda verilmiş olan bir dilden yeteri kadar saparsam O’nun bir parçasına dokunmuş olur muydum? Kendimi bunun gerçek olduğuna inandırabilir miydim? Saptırılmış sözcüklerle kurduğum bir hayalin -bunun hayal olduğunu bile bile- nasıl gerçek olduğuna inanabilirdim? Durdum, imkansızın sınırında, bekledim.]

derler ki, “yürüyüp geçilen yolların tozu insanın yüzünde birikir.”
                  yüzde biriken tozlardan, yaşanmışlıkların kırışıklıklarından,
                  bir harita çizilebilir. ama bu harita,
                  ne geçmiş olanın ne gelecek olanın yerini gösterecektir; 
                  bir yalan-hayat görüntüsü, bir canlılık, 
                  şimdilik görünümü sunacaktır sadece.        
                                      -	yaşanmışlıklarıyla beraber,
                                                arzuladıklarının ve hayal ettiklerinin de gömülebileceği
                                                bir mezarlık arazisi midir insanın yüzü? –
unutmak, 
                  yaşanmışlığı yok etmek kadar
                                                                       yaşanmamışlıktan da kaçmaktır.
                                        -	Toz, ıslandığında çamur olur. 

[O’na doğru yürünecek yol, sözcüklerle gerçeğe çağırdığım hayal içinde kendiliğinden mi belirecekti? Bir insan yapıntısı mı olmalıydı yoksa? Bir hayal içinde kendiliğinden beliren bir yolu ne kadar kendimin kılabilirdim? Durdum, imkansızın sınırında, bekledim.]

peki, ayaklar ne olacak?
          ayaklar şeklini almaz mı yürünen yolun?
          ve ayaklarının biçiminden nereden başlayıp ne kadar yürüdüğü anlaşılmaz mı insanın?

[Sahi, O’nun ayakları kaç numaraydı?] 

[Sonra, gitmenin hayali ile müziğe sığındım.]

IAMX der ki, “çocuklar ve yıldızlar öpüşür ve kaybederler
                         yavaşça elimi tut ve bana yol göster
                         rüya tanrıları beni bu manzaraya getirdi
                         kelebekler ruhumda çırpındı

                         paradoks ya da zihinlerimiz 
                         yeterli değildir inanmaya ya da inkar etmeye
                         gururumu okşamak için beni gene kandırıyorsun
                         ama ben bir insanım, ardımda sakladığım bıçaklarla gelirim 

                         sana açık yüreklilik ya da merhamet sözü vermedim
                         hayal gücünü kötüye kullanmak istemedim 

                         bıçaklarla gelirim 
                         bıçaklarla gelirim 
                         ve ıstırapla
                         seni sevmeye”

[Yol belirmiş miydi? Ben, yolda mıydım? O’nun konumu belli miydi? Bu ses beni nereye çekiyordu? Sanki, her şey olmuş ve bitmişti. Olan biten her şeyi anlatabilecek bir netlikteydim. Ama, bir yandan da, konuşmamak için ant içmiş gibiydim. O’nun adının şahitliği ile gönenen ben, nerede olduğumu bilmeden içine girdiğim bu berraklıkta, O’nun adı ağzımdan çıkarsa O’nu eksiltecekmişim gibi bir korkuya kapılmıştım. Hayali genişletmiş, imkansızlığı müzikle doldurmuş, bıçaklarımı kuşanmış ve sanırım sadece beklemiştim.]

                           -	yaşanmakta olanın gerçekliğini saptamanın ölçüsü neydi?

IAMX başka bir yerde şöyle devam eder: “çırılçıplak uzanıyordun kollarımda
                                                                           anılar biriktiriyorduk
                                                                           ciğerlerime üflediğin nefes
                                                                           bir zil sesiydi çılgınlar gibi çalan

                                                                           köprülerimizi yıktık
                                                                           atomik göklerin altında sevdik birbirimizi
                                                                           umutsuzlukta kavuştuk
                                                                           atomik göklerin altında sevdik birbirimizi

                                                                           bir şeylere inanmaya ihtiyacımız vardı
                                                                           bir şeyleri anlamaya ihtiyacımız vardı
                                                                           bu çarpık sadakat hissimiz
                                                                           çığırından çıkıyordu…”

[O’na varmış mıydım? O, bir yerdeydi ve müzikle doldurduğum imkansızım beni O’na çıkaran bu hayal yoldan geçmemi mi sağlamıştı? O zaman, bu bir hayal değilse, O’nun gerçekliğine, O’nunla aynı zeminde olmaya, aynı akışa karışmaya nasıl katlanacaktım? Önce bir harita çizilmiş, ardından artık elimizde bir harita var diye bir ülke kurulmuştu. Oysa, ülkeler var diye haritalar çizilmiyor muydu? Gerçeklik ve hayal bir kartografya problemi miydi? O’nun gerçekliğine kartografların soyut denklemleri ile ulaşıp hayalinin silikleşmesinin yasını tutmaya mı terk edilmiştim? Bu, imkansızın bir oyunu muydu? İmkansızım beni dışına atmaya çalışıyordu. Sanırım, eylemlilik zamanı gelmişti; oturdum, şunu yazdım: 

“Bugün de yarın oldu. 
  Zaman: harita var diye kendini bir ülke kurmak zorunda hissetmek.
  Bir kehanet değil bu; 
  Dünden, bugünün; bugünden yarının olması ve yarında bugünün düne dönüşmesi.”

İlk defa gerçekten yazıyordum. Artık, O’nu unutup tekrar hatırlayabilirdim; çünkü, bunu yazmış olduğum tozlu defterimde büyülü bir biçimde O’nun varlığının, O’nun bana dokunduğunun en güvenilir kanıtına, her şeyin başlangıcının izine rasgelmiştim. Şöyle diyordu: 

“Dünya çok dar
  Sektim bir.

  Sende suya girdim
  Sektim iki.

  Tuhaf gecenin dibi
  Sektim üç.

  Nasılsa sesin var
  Nasılsa sesin bendeki 
    öteyi, ılıklıkla okşuyor
Sektim dört.
 
Arzu saçlarını hayatımıza
bir ileri bir geri
Sektim beş.”

Defteri ve gözlerimi kapadım; dedim ki [“bırakalım, bu sıradan imkansızlık bizi ele geçirsin.”]


     

                                                                           
                                           




  

  

 
    

          
       
             
 

                                                                                                                                 
      BİLİNCİ SARSAN İHTİMAL HİSSİ


       SARAYLAR, KALE, KALE KAPISI,
       MURATPAŞA CAMİİ, ST. PAUL KİLİSESİ,
       KALE, KULELER, YAZITLAR, ÇÖP ARABASI,
       İMAM, HOCA EFENDİ, ÜÇ KAPILAR, 
B    TÜRBE, TÜRBELER, SİMİTÇİ, OKUYUCULAR…
İ
L     içini açtıkça kirleniyor şehir
İ       
N    ivan: ARZU
C     çift başlı bir yılan
İ      kabuk değiştiriyor
       yol görmüş
S     iki namaz arası
A     
R     bir bayrak gibi salınıyor gökte kötülük hissi
S     
A
N     ivan’ın ütülenmiş bir yüzü var
        ivan’ın yüzü ısırılmış elma kokusu
        ivan’ın yüzü şeritler, dalgalar 
        ivan’ın yüzü dalgalanıyor

İ       bilinci sarsıyor ihtimal hissi
H      tekrar eden bir duyguyla ivan
T      ivan kapıyı açıyor
İ       ivan’ın eli süt ve yumurtalar
M    ilk bakışta kedersizleşiyor
A
L    

H    içini gösteriyor. hangi iç? 
İ      susuyor. oymapınar’da
S     bir iğne kendine batıp çıkıyor. 
S
İ    1 elleri kuvvetten düştü
     2 düş gücüyle kendini boşluğa itekledi
     3 kapı üzerine kapandı

      pencerede bir karga

      arzunu helal et




SEVİLMEM    ZOR


Sevilmem  zor,  Selin,  sevilmem  çok  zor.  Evet  Babişko !
Senin  S ,  C ,  U  ve  öteki  dönüşlerine  göre  kıvrılıp  kıvrandığımız  olmuştur,  gerçekçisin.
Beril' in  sevgilisi  1 mg.  et  yemiyor  biliyor  muydun  ?
Yapma !  Hayırlı  cızlamalar.
Yentarveje  Kolejini  bitirmiş.  Çimen  renkli  motoru  var.  
Ben  6  haftadır  görmedim  Beril' i.
Osaka' lı  mühendis  kızdan  narokoo  mikrobunu  almış.  Eve  kapattı  kendisini.  
Vidko  49  mu  yoksa ?
Ne  yazık  ki  öyle.  Ama  atlattı. Koku  alabiliyor.
Bol  kekikli  pirzola  yesin  her şeyden  önce.  Aşk  vuruşarak  ilerler.  Müfrezeler  gibi.


SEVİLMEMİ    VERENLER   OLMUYOR    DEĞİL
AMA    YETİNGEN    DEĞİLİM   MAALESEF
Değişken   olmayı  hiç  sevmiyorum
Ama   değişken' im  !
Bükülmezler   Familyası' ndanım  aslında
İri   Omurgalılar  Alt  Sınıfı
Selin  dönüşlerimden  söz  etmiş  müstakbel   refikine
Kütük  gibiyim.  İstesem  de  dönemiyorum.
Kırkbayırım,  dalağım  kireçlenme  kurbanı


Beril' le  bozuşmanız  iyi  olmamış
Ne  ki  özellikle  sen  küslüğe  dayanamazsın
Birkaç  gün  içinde  barışırsınız
Beril' le  aram  elbette  iyi.  
Ondaki  güzelliği  görebiliyorum


   TAMU' nun  UMTA  kırsalında  ödedim  tüfek  borcumu.
Döner  dönmez   KARDEŞTAN'  ı  açtım.
Açılımı  Karşıyaka  Dayanıklı  Eşya  Tanıtım  ve  Pazarlama
Babama   mecburen  mağazaya  kardeşim  Tansu' nun  adını  verdiğimi  söyledim.
Kordelya  halkını  eğitmek,  kalkındırmaktı  hedefim.
29  senedir  halkın  hizmetindeyim.  İlkelerim  değişmedi.
     ÜSTÜN   İNSAN   BENİ   SEV
     YALVARIRIM   BENİ   SEV


Hayat  söylendiği  kadar  karışık  değil.  Belki  de  biziz  O' nu  berbat  eden.
Dustin  Hoffman' ın  dişçisini  düşünün "  diyorum  gençlere.  Ne  diyordu  Beyaz  Şeytan :
Yaşam  çok  sade,  çok  basit  aslında.  YAP  SEÇİMİNİ  !
Bir  elde  huzur  (  karanfil  yağı  ) ,  öbüründe  işkence  (  davye )



Şirketimiz   aynı  bükülmez  omurgayla  ayakta.
Ortağımın  omurgama  sapladığı  şişle  bir  çöküntü  yaşadık  gerçi  bin  dokuzyüz  bilmemkaçta.
Özveri   desen,  bende.  Ne  var  ki  sevgili  Buket,  SEVİLMEM   GECİKTİ.
Aile  sevgisi  görmedim.  İyi  beslenemedim.  Babaannen  biliyorsun  hipercimriydi.
Babam  ağır  kazanların  altına  kapatırdı  beni.
Anneannem,  selam  vermeden  yürüyüp  giden  oğluna  ayırırdı  yemekleri.
Hiç  gelmeyen  birine  boyuna  yemek  ayırırdı.
Ben  açlıktan  geberirdim.
Büyük  teyzem  meyve  salatası  yapardı  her  sabah.
O  sayede  ortaokulu  bitirdim.


Birbirinden   güzel  iki  tıp  öğrencisi   rorşa  testine  götürdüler  beni.
Testi  yapan  doktor  (   Piraye  Ataseven  )   "  Bu  çocuk  dahi  !  Ona  ÜSTÜN  İNSAN  damgası  vuruyorum  "  dedi.  Kliniğe  dönünce  kızlardan  biri ,  birdenbire  elini  donumun  içine  soktu.
"  İnmiş  "  dedi,  öbürü  de  bunu  bir  deftere  yazdı.

Farkına  varmadığım  yaralarım  varmış  ki,  bir  kadına  birdenbire  bağlandım  (  Konsomatris
Kübra   Kutsal  )  Üç  gece  onun  evinde  kaldım.  Sabaha  karşı  bana  tas  kebabı  pişirdi.
Pilav  yaptı.  Sonra  ağladı.  Kızını  evlerinin  önünde  bir  otomobil  ezmiş.  Dostu  bizi  basar  diye  korktum,  daha  fazla  kalamadım  orada.  Yıllar  sonra  o  adamın  dükkanından  kundura  aldım  askerken.   (  Çiftehavuzlar,  1979 )
Bu  arada  kavat  Korkut  ilk  öykü  kitabını  bastırmıştı  Kemeraltı'  nda  kendi  parasıyla.
Kitabı  aldım,  okudum  ama  imzalatmadım.  Ezikliğime  eziklik  katmak  olurdu  bu. UMTA ' da  aldığım  notlar  neden  öyküleşmedi.  Yeteneksiz   miyim  ?  SİZLERE  GÖSTERMEDEN   AĞLIYORUM  BUKET.   SEVİLMEM   YETERSİZ,  SÖYLÜYORUM   HEP.
Kitabı   aldım,  kavat  Korkut' un  ailesine  gittim.  Övdüm,  göklere  çıkardım  kitabı.
Gurur  duydum  dümenine  yatıp  sonra  AĞLADIM.
HASETTEN   HASTALANDIM,  yatağa  düştüm  eve  dönünce.
SEVİLMEM   VERİLMEDİ  diye  haykırdım,  nerde  benim  dehamın  karşılığı.

Kardeştan ' da  pek  çok  kampanya  başlattım. Ticaret  Odası' yla  münasebetlerim   dilediğim  seviyede   olamadı.  Cüretkarlığı  ayıp  sayan  ortağım  yüzünden.  Beyaz  Emtia  Satıcıları' na  başkan  olmak  istedim,  nedense  seçilmedim.  "  İçmeyi  bırak ! "  dedi  ortağım.  " Azalt  şu  pisliği  !  "

Sevilmem  zor  Selin,  sevilmem  çok  zor. 
Kambur  Mehmet  de  ikinci  şiir  kitabını  bastırmış.  Rize'linin  kahvesinde  herkese  imzalıyormuş.  Tabii  parasıyla.  Kahveciden  aldım,  imzalatmadım  tabii.  Hent  Halise  nasıl  göz  ucuyla  bile  bakamıyorsa   Abide  Atabay' ın  saray  yavrusuna,  içi  götürmüyorsa,  ben  de  biraz  o  durumdayım.
Okumayı   bırakalı  çok  oldu.  Gazete  de  almıyorum.  İstiyorum  ki  benim  kitaplarım  okunsun.
Çok  okunsun,  çok  beğenilsin.  Ama  KİTABIM  YOK.  Para  verip  birisine  yazdırsam,  o  da  ağır  geliyor.  Param  da  yok  üstelik.  Üç  kere  iflas  ettim,  biliyorsun.  Üç  kere  kapıyı,  pencereyi   kapatıp  havagazını   açtım  bekledim.  Ortağım  Zekeriya  zeker  gösterdi  parmak  arasından.  
KARIM   BANA   TAPMALI,  KARIM   BANA   TAPMALI   diye  bağırırdım  gece  okulundayken.
Dahi  çocuklardan  dahi  büyükler  çıkmıyor  galiba.
Annen  beni   bir  türlü  sevemedi ,   Buket' ciğim.  İçkimi  kabullenemedi.
Zekeriya' nın  karısıyla  bir  olup  bana  savaş  açtı. Ne  oldu  ama  sonra ?
Bizim  ortak  Smirnozo  Bulvar ' a  taşındı.  Çunçun  Bar' ın  yanına.
Ben  de  onun  kocasını  içirici  karılara  dadandırdım.  Men  dakka  dukka.


Beril  bile  beni  annenize  karşı  savunmuyor.  
Ben  sadece  içki  içen,  çok  içki  içen,  deliler  gibi  içen,  kendini  kaybeden,  dağıtmış  bir  adam  gibi  görülüyorum  ailede.  Oysa  hassas  bir  insanım.  Nazik  olabiliyorum.  Yerine  göre  düşünceli  olabiliyorum.  Siz  gençlere  doğru  yolu  gösterebiliyorum.  Daha  pek  çok  meziyetin  sahibiyim.
Ama   SEVİLMEM   VERİLMEDİ.  SEVİLMEM,  ALKIŞLANMAM  ÇOK  GECİKTİ.  Sevilmem  zor,  biliyorum.
Evet,  Babişko  !    Annen  karanlık  bir  tinerciye  dönüştü.  Elinden  tutanın  eline  tükürüyor.
Oysa  işlerimin  iyi  olduğu  günlerde  tomar  tomar  para  bırakıyordum  eve.  
                  Yamuk  gece  okulunda  unuttuğum  beratımı  bile  camlatıp  asamadım.
Kardeştan   kapandı  ama  ruhu  yaşıyor.  Sarsılmazlığını  muhafaza  etti  bunca  sene.
Kordelya  halkını  eğitmek  ve  kalkındırmak  hedefi ,  oyulmuş  harfleriyle  yatıyor  işte  burda.
Omurga  sağlam.  Namusundan  başka  hiçbir  şeyi  olmayan  bir  hizmet  neferiyim  
Sloganım  aynı.
ÜSTÜN   İNSAN   BENİ  SEV
YALVARIRIM   BENİ   SEV



        9 -10  şubat  2021










İçerde tutuşun tarihi
Karanlığı yakmak için daha çok ses
bir başına bırakıldığın mücadelenin sesi
bırakılmışlığın, gececil bir kıyının serinliğine
çetin bir günbakışı parçalanmış taşlar üzerinde
Kalbinde taş parçalarıyla yaşıyorsun sen.

Kanatlar savruluyor, savrulmak daha çok ses
Alışılmadık bir yazı bu gökler, rüzgâr daha çok ses
dünyayı hep omuzlarında tutmanın sesi
bıraksan sen değilsin, tutmanın kendisi alev
içerde tutuşun tarihi daha çok ses.
kumların sabrıyla beklediğin bir güneş mesafesi.
kendinle sınandığın gecelerin güne bağlanış sesi
yapraklarını usul usul açan bir bilinmeze
derinlik ile yüksekliği birbirine bağlayan
iki kutup arasında değildir yaşam kimi zaman
varlıkla eşitlenmenin hazzına vardığında
o yırtıcı karanlık, o buzul pençe aklın alevinde
çırpınıyor bir yıkıntı otonom derinlikte
hiçbir şeye dönüşmenin erken sesi
kendine sıfırlanmanın bir ıssız yenidünyada
Kendinde bir başkasıyla yaşıyorsun sen.

Karanlığı yakmak için yıldızlar daha çok ses
Yitiren yükselir, unutan büyür, seven bırakır
Özgürleşmenin kanatları kırıktır hep
dağıldığın yerle bir kalabilmenin sesi
gür, belki kimsesiz, yabanıl, kirli

Hiçbir şeye benzemiyor kendinde bir başkasının sesi
daha güç tüm seslerden bir sesin olağandışı kalbi
aklını bırakmakta uluorta yırtıcılar arasında
bırakmak ve DEVAM ETMEK daha çok ses
                    KANATLANMAK
                  KIRIK YOL ALMAK
                     HEP YAŞAMAK

Taşların bir çiçek, yaşıyorsun sen.






İlhan Durusel

Category : no 6
Cehenneme Gidecek Çocuklar İçin
Cehenneme gidecek çocuklar için yolluk
Cehenneme gidenler de bir zamanlar çocuk
Korkmayın, orda herkes tanıdık
Ben-sen-o - biz-siz-tanrılar

Talebe bileti verdik ellerine, şoför yanı, cam kenarı
İpek tüccarı ey ulu tacir, jilet ne önemliydi bir zamanlar hayatımızda /eski panayır
çadırları gibi o yoksul bayramların kapı çalınsa duymazdık çalındı sanırdık kimse
yokken de / ne süt aldırırdık ne gazete abonesi idik ne de adresi vardı oturduğu-
muz evin / soyut sanat kitaplarıyla modern cenk hikâyeleri okurduk birbirimize
ve kutup harekâtı başlatırdık / kopçalar don lastikleri jartiyer jilet sütyen içinde
para ve aynı tarikat kapısı üstümüze kapanırdı aynı anda üç kerre

Çocuklar cehenneme gidecek çocuklar, siz
Kalbin sarı güneşi, siz zifiri geceden doğan
Bugün cehennem çocuk konseri
Amfora dibine kadar dolu

İnce bir kat kırağıyla bir tay bedenini tülle örter gibidir ağır kumaşlar / ellerinde
gözlük kılıfları tütün numunesi alır balyalardan smokinli ırgatlar / onların ileri 
geri aşağı yukarı eller cepte gitmesi gibidir artık yılı  dünyanın / 
ve bir anda birden kasırga çıkmasıdır
ve toptancıların aniden kalmaya karar vermesi
bir daha hiç perşembe olmamasıdır
kervan gitmez tadı kaçar haftanın
altıya iner hafta tüccarlara kalır artanı / üstü kalsıncılar diyarı

İyi ki kar vardı deyoruz, derelerin taşları, mayın tarlaları, güvenli adımları izcilerin,
onları izliyoruz iyi ki batı duvarlarımız var uyuyanlara çöken  ağırbaşlı ecinniler;
kitaplardaki gibi kulelerden çığlıklar yükseliyor, yolaçıklar yollarını yitiyor bir bir.
Karlıova’da ısmarlama bir aşk kuşu var, bir kartondan masa, kağıt tabaklar, naylon
kupalar arasında çöpleniyor. Aslında sevilmeyen bir kuş, badembıyıklı haydutlar,
karasevdalı, incehastalıklı hancı ve kızı çok güzel yaralar içinde her tarafı / güzelliği
ordan çünkü yazkuşu

Siz burda kalın diyoruz çocuklara. Cehennem ama suluyemek var, yol parası, 
maaşlı iş, sabit gelir.
Sıcak banyo haftada bir.

Çocuklar cehenneme gidecek çocuklar, siz
Kalbin çıbanlı güneşi, siz zifiri geceden doğan
Bugün cehennem çocuk konseri
Amfora dibine kadar dolu





SERVİKAL VERTEBRA
Bizi hayatta tutan teller her yanımızı sarar
Omurganın kendisi bizzat teldir
Bu bilince tutununca bir ritim bulursun
Bapbiri bupbiri bapbiri bupbiri evrene dağılırsın
O sırada bataklıkta çiçek açar, bu bir tutunma teli
Bir çiçek seni bataklığa çağırır bu da

Duygular bedende konuştukça
Bedenine tutunursun, ayna teli
Sorarsın aynaya: yüzümü çok özlesem bana gösterir misin

Saçlarını karıştırıp bulduğun beyaz teli, bir şeye benzetemezsin
Odur seni uykusuz bırakan düşünce hediyesi
Düşünceni değiştirirsin: gümüş madalyalı tel

Mutsuzluk bağımlısı o herkes, teselli teli kopuk
Keşke hikâyesiz kalsak bir anda, kurusa nostaljia kuyusu
Anlatacak bir şey kalmasa ve tarih yazanlar kalsa yalansız
Şu ana hapsolmuş bir geçmişi bıraksak
Koşup sığındığımız müzik teli kaybolsa
Muhtaçlık teli, tüm insanlara, o çok çabuk gizlenir
Çocuklarım olsa beni arardı, demek ki yok desem kendime
Bunu buraya kim koymuş, keşke hiç tanışmasak

Her yanda bir gürültü, sağ ve esenlik teli
Orada ve burada, dünyada hep uğultu
Ölümdür en sessizi, herkes aşkla anlatırken
Kapkara bir göktür umut: uçsuz bucaksız bir tel
Yığınların vedası, son ileti saati…

Anti sosyallik teli:
Büyük sıkılma, büyük tıkınma ve infilak.




kum saati kumu yetiştirme sanatı
kum saati yapan bir atölye vardı, adamın biri de kum saatleri için kum satıyordu atölyeye. hep merak ederdim nerden getiriyor bu kadar ince kumu diye. pikabının, ne bileyim 50nc kamyonunun arkasında kum saati kumu yüklenmiş ilerliyor işte. kum saati kumu satan adam işin 'nasıl?' kısmındaysa, örneğin son çuvalı 50 nc'ye yükledikten sonra kamyonun arka kapağını kapatmadan önce o son çuvala bir yumruk atabilir, atması muhtemel yani. diyelim böyle oldu, ee n'oldu peki şimdi 'neden?'e?
zaman daralıyor...

kum saati kumu satıcısının sağ elinin üstü hafifçe kızarmış. kamyonu sürerken sadece
asfalta bakıyor, etraftaki kuma, tarlaya bakacak değil; alt yapı-üst yapı meselesi.



                   SON 1:
                   arnavutköy belediyesini aradım. 78m2 toprak kiralıyormuş belediye. 
                   10 m2'si kazma kürek türü malzemeleri koymak için küçük bir depoymuş 
                   geriye kalır 68 m2. yıllarca yaşadığım o bodrum katının yüzölçümü. geçmişten kaçılmıyormuş, ha-ha... kibar kibar anlattı                 
                   bunları telefondaki kadın. kibar insanları seviyorum, "ince ayrıntıları ezdiğinden dolayı kaba olan her şeyin hayatın egemen           
                   örgütlenmesinden yana olduğu"nu düşünüyorum; 
                   "bir durumcu sözlüğe önsöz".
                   neyse,  toprak parçasının yıllığı 500 liraymış. 520 olsa haftalığı 10 lira yapar,
                   aylığı 40 lira. fena gelmedi bana, ayda 40 liraya deposuyla 78m2 toprak sahibi olmak. ismimi yazdırdım, arayacak. insan     
                   sadece kum saati kumu tarlası yapsa orayı yine mutlu olur. hadi mutluluk büyük kelime, memnuniyet diyelim o zaman.    
                   üstelik de o son çuvala hiç ihtiyacım olmayacak...



"iki insanın bir araya gelmesi aynı şekilde bir daha asla olamaz. zen'in çay töreni,
o tekil anın altını çizer hep." sahaflık yaparken sattığım zen'le ilgili bir kitaptan mıydı bu, hatırlayamadım şimdi, herhangi bir yerde okumuş da olabilirim, belki de bir filmdendir...

'nasıl?' sorusu yerine 'neden?' sorusuna eğilmek başka bir dünya çıkartır karşımıza,
kişilikler açısından da. 'nasıl?' yüzeye, 'neden?' içeriye gönderir, çoğunlukla. bir
böcekbilimci vardı şaşkın bakkal'da oturan, çekememiştim fotoğraflarını; 'neden?'.
konu değişiyor biliyorum ama, aklıma gelmişken bir daha yazayım: insan türünün
su üstünde durma çabasını hiçbir zaman anlamadım, şu yüzme dedikleri şeyi yani.
su orada, sen de kıyıdasın, şart mı şimdi içine girmen, içine girdin hadi şart mı üstünde
durmaya çalışarak o tuhaf debelenmeleri yaratman?
nerede geçiyordu, biri sinirlenip mekandaki sandalyeyi kırmıştı da yan taraftaki biri sakince sormuştu: sandalye sana ne yaptı ki? bir kişi de tutup sormaz, bakalım su seni istiyor mu? yok illa işgal edecek. dünya balık kaçışmıştır, o su üstünde durup o acıklı hareketleri yapacak diye. zavallılar milyon yıldır alışmaya çalışıyorlardır bu insan denilen formata suda. bu sandalye meselesi berbat bir diyalog gibi tınlamıştı ilkin bende, şimdi öyle düşünmüyorum.
neyse.



                   SON 2:
                   borges'in öykülerinden birinde sanırım ibn-i sina'ydı bahsettiği bir iki 
                   paragraf tutmaz bir kısım vardı. ibn-i sina odasında çalışıyor, sonbahar. 
                   çocuk sesleri duyulmaya başlıyor avludan. bir ara başını el yazmalarından kaldırıp pencereye doğru gidiyor. avluda çocuklar           
                   bilmediği bir oyun oynuyorlar, bruegel olsa bilirdi. dalıyor ibn-i sina. rüzgar çıkıyor.
                   avluda kumlar havaya kalkıyor. 
                   kum saati kumu satıcısının en sevmediği şey, rüzgar.

                   zaman, garip ağrı...


                   SON 3:
                  "fenikelilerin başkalarını düşünen insanlar olduğu" doğru mu?..










SAKİNİ YUTAN SUSMAK.


tanterosa hiç acı çekmedi denilebilir
ben denilemez.

adımlarımı arttırdığımda bana bakan,
dönüp ardıma bakma hakkımı aldılar cebren.

ahmaklık ayyuka çıktığında
c, d, e bazen a vitaminlerini arttırdım
karanlık gün sayısını aşağılara çektim.
güneşşapşup. güneş şapşup surat. geride kal, bende.

demir karyola. soğuk vücut. kapşonlu kafa. kaçtım
terliğim yırtıldı bir tırnağım kırıldı. yumak yumak saç koklattım
aldıklarını versinler diye her sabah
suratlarınabakandım.

tanterosa hiç acı çekmedi denilebilir
ne denilemez


anadan beri dilimi ısıracağım bir şey olmadığı.

kördüm. görmek için hiç sarı kalmamış dünyada
yabancı şehirlere tanıdık yüzler, kolajla	
ona çok yakından maruz kaldım.


üç taş birleştirip mabet yaptı
bahçeme büyük ilahlar, ellerime yakarış günü kınası
üç kazan döğme kaynatıp tapınacak kullar arattı.
üç taş birleştirip bir mabet yaptım
talaş talaş dökülen gözüyle,
içimdeki tanrının.

ona geçmekten korktuğum evleri anlattım
bir tanrının korkaklığını yadsımadı, hayır
bana sokaktaki bütün ışıkları yakarak baktı
beş liraya yeni terlik aldık pembe tanrı terliği.
soframızdan naneyi eksik etmedim
kimse kapı artlarında öpüşmesin di 
ye ‘bak ben göreve geldiğim ilk gün kapıyı söktürdüm’

ve yine güneş
veyinesurat 
veyineşapşup




hafif parçalar
görünümler bütün bütün açılsın deniyor.
kendi başlarına karşılayamazlar -bitti.

ne kadar bakarsam görebilirim diye tamam diyorum.
büyük patlamalar duyuldu sonra
çünkü bu sizin için daha iyi.

bu makineyi oyuna dahil ediyorum -tamam.
çarkları döndürüp gövdeni yeniden icat ediyorum.
[artık her şeyin üzerindeyiz. lütfen biraz rahatla]

onu güvenli alandan çıkarmak istiyor.
istiyor ki kapılar açılsın da biz girelim içeri.

şimdi buradayız. koşturur bir adam: burası bizim.
önce bırakalım dedim, devam etmeyelim bunu.
böyle dümdüz gelinen. her defasında bulamıyoruz.

belli ki yeni baştan tutuşacaklar daha.
bunu sürdürelim istiyor.





Dünyayla Yüzleşmek İçin
yürüyorum
sağımda kalıyor vadi, derler ki 
bitmez zulmet ile ışık oyunu 
ama tutamıyorum ellerimi 
sanki benim değillermiş gibi 
iniyorlar yüzümden 
                            dünyayla yüzleşmek için 

haklısın beni suçlamakla, sevgili Maria 
snoblukla ve formları dizmek konusunda 
sistem kitapçığına, anlamak için
neliği ve önce birleşen daha sonra  
yitip giden şeyleri 

haklısın bana kızmakta, sadece 
morfolojiye kafayı taktığım konusunda 
çünkü bunu görüyorum baktığımda 
sinekler birleşince var oluyor çehre 
dağılıyor vızıltılar uçuşunca 

sineklerin tanrısı sen nesin?
cisim kavramına doluyorsun
koku ile tat, zulmet ile ışık
uzam ve zamandan damıtılıp
at üstündeki Napolyon'a biniyorsun
şuur bulan ayna, ben neyim?
ayakkaplarını bile bağlayamayan katil çocuk 
değil miyim? iplik bobinim Odradek 
hak sarhoşu Maria ve plastikiyet 
kapsayıp aşacağım kendimi
ama tıkayamıyorum kulaklarımı 
sanki benim değillermiş gibi 
dinliyorum entropinin şarkısını 
                                              dünyayla yüzleşmek için: 


mesihyan bir süzülüşle
eğileceğim üstüne
damıtılmış şiddetimle
dünyanı yerle bir edeceğim

okyanusun kıyısında
deniz kabukları topladım
uyumadan pencereme
kuşlar için yem koydum

sanma ki çok küçüğüm
sanma ki çok miniğim
yaşadığım kuytularda
devrim yeminleri ettim.






duyarkası - ince örtüler altında sarmaş dolaş
duyar kas sabahlığını giymişsin
deniz dalgasız pusula ve kerteriz 
yıkıyorlar alt kat dairenin duvarlarını
moloz kokuyor ve sis
sıkılırsan ölüm kodla biraz
             insansı niyetlere in
bak bu makine öğrenmesi
sistematiği kuantumun 
değil 0 ya da 1		
grinin de var olabildiği bir dünyada 
şaşırıp yakabiliyorsun dev ellerini
duy takabiliyorsun 
çok az çalabildiğin gitar
söküyor usulca 
söküyor tellerini

	doğrudan denize yeltenen bir intiharı andırıyor
	her balyoz sesinde zıplayan tozlar–döşemedeki 
        birikim, kırılan dallarını onaracak o ilkbaharda
	çimleri sulayacak ipleri sarkıtacak çamaşırlara
	görüngü diyecek derin bir iç çekerek –yaralara tuz
	dirlik karalara	 kabuslara dikilecek kopkoyu
        ciğerlerine kül ve öfke geçişsiz fiiller geçidi kitaplıkta
        devrilecek viyadük ve uyanacağız
        : yüzlerimiz seramik
	 
seni orada bırakmak gibi bir
burada olmamam birkaç kere
aynada dokuz onu konuşalım
ayrıca tarih bilincine geliştirilen inanç 
hiç sayı değil

uzaklığı andırıyor sözcükler
küre atlastan seçilen ülke 
plaklar yerli yerinde	kırılmamış 
dalları uzun saçlının	kırılmamış 
kavanoz	terliklere sızmamış 
unufak cam parçaları 
sesler bitmiyor dijital izler 
çünkü temporal lob avrupa gezisinde
çünkü çıkış yok tıklım tıkış evlerde 



duyar kas iniyor akşam
neden inanamıyoruz göklere
gündem maddelerine en acıklısı 
geleceğe	soru soran yanlarını
törpülediler bak bir ağacın 
görmemek için bulutları 
sıska suları çektiler kesik başı kuyulardan 
kuzey ülkelerinden melodik death şiir 
kalp damar hastalıkları orta yerinde 
gülüşlerin 
şizoanaliz tükenmiş dünyada
ve aşk rezervleri 	uzmanlar diyor ki 
yetinmek zorundaymışız artık
yalnızca var olan haplarla
çatışmalarla 	insan kollarıyla kopan
sahi nerede başlar son bulur nerede
suya ve gıdaya erişemeyen 
bir kıta

sahanlığında durdum 
(+2.80 kotunda değildi) 
yaklaşıyordu coğrafyama 
atarken kalp ve debi 
kayarken eklem ve kemik
akıllı ev konsepti konuşkan balkonlar
sarı siyah şeritler ‘girilmez’ tabelası 
gülerken ağlayan surat ya da 
yeşil yaprak emojisi 
düşünceler sakıncalı saplantılı 
adaletsizliği yerleşik kılan klan savaşları
kıyım seansları avazları kocaman
taşlığında yuttuğu taşla error code
bir drone kuş bir tutam taze kişniş
parkeleri söküyor fırtına yapıyı şifreleri
elektrikle çalışıyor çok acayip
süpürüyor hacimleri 

uyanıyorum tüm kabuslardan 
kitap okuyorsun yanı başımda
şarja takmışsın kediyi gözleri doluyor
hataları ayıklayıp yıkmışsın duvarlarımı
F5’e basmadan önce soruyorsun: 
kahvaltı hazırlayalım mı?



2020-2021 / ankara

Sonsuzluk Ve Bir Gün
Anısı olmadım kimsenin
Ama beni unutmadılar da 
Güneşli sabahlarda
Eriyen martı kanatlarını topladım 
Yol boyunca 
Mavi duvarın ötesi
Kocaman bir şehir
Hiç bakmadım o tarafa
Yürüdüm
Kendime yol alır gibi
Nereye gittiğini bilmediğim
O küçük ormana
Yeni kurulmuş bir martı yuvası buldum 
Bir kadının gülümsemesini getirdi rüzgar 
Taşlara sürdüm serin elimi
Sonra alnıma
Akşamı üfleyen
Nefesi sordum
Geçmiş zamanı anlatır yıldızlar
Eskimiş ışıklarıyla
Gökyüzünde var olmuş sesimi duydum
Zaman kırılması var
Şehirle aramda
Akşam vapurunun penceresinde 
Denizden dönen
Yüzümü gördüm


Nisan 2019
Büyükada
İstanbul 

Yirmi Parça



1.	Yeni ürün: Divan edebiyatının kilitlerini açan mazmuncuk.
2.	“Girişimcilik” için alternatif tanım: Buluttan nema kapmak.
3.	Müteahhit cover’ı: Malzemeden çal Sam.
4.	Entelektüel Türküsü: “Ham meyvayı kopardılar bağlamından...”
5.	İhtiyat tavsiyesi: Peki sizce sigorta poliçeniz yeterince güvende mi?
6.	Bir iltifat: Saçların yine ahenkle dans ediyor. Ama bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir.
7.	Personel anketi: Bir arı kadar mı, yoksa bir karınca gibi mi çalışkan olmak isterdiniz? 
8.	İş ilanı: Söküğünü dikmek için dibini ışıtan bir mum arayan bir terzi.
9.	Organik ürünlerde devrim: Balık yağı, kuş tüyü, deve kini.
10.	Bir reklam: Voila’dan yeni göz boyama ürünleri.
11.	Yeni ürün: Dijital kum saati.
12.	İşten kovulanlara teselli: Öz geçmiş olsun.
13.	Daha hafif bir spor önerisi: Yarım yağlı güreş.
14.	Yeni ürün: Hazır Türk kahvesi köpüğü.
15.	Dava adamının son sözleri: “Ötenazi hakkımı vermezseniz kendimi öldürürüm.”
16.	Asosyaller için motto: Özüm meclisten dışarı.
17.	Din ve afyon: İlacın yan etkisi çarptıysa, diğer yanağınızı çevirin.
18.	Yeni ürün: Görünmez kaza kurşunu
19.	Antolojiye Türkçe karşılık: Toplama akıl.
20.	Pragmatik beddua: Zebanilerin canı cehenneme...







BOŞLUK
Cezvede kaynattığı sütün cızırdayarak taşmasıyla irkildi. Ocağı öylece bırakarak, bir eli belinde diğer elinde cezveyle tezgahın diğer ucuna yürüdü. Üzerinde pembe çiçekler olan su bardağına sütü boca edip cezveyi de içi kap kacak dolu evyeye bıraktı. Süt ılınana kadar bir sigara yakabilirdi. Gömleğinin cebinden sigara çekip dudaklarının arasına sıkıştırdı. Ocağın bir gözünü yakıp aleve eğildi.

“Anne, bu evden gitmeyelim.”

İrkilerek arkasını döndü. Sigaradan bir nefes çekip açık cama doğru üfledi. “Neden kalktın sen? Sütünü getireceğim şimdi. Haydi git, birazdan gelirim.” 

“Ben burada kalacağım, götürme beni bu evden.”

Gülümsedi. “Yarın konuşuruz. Haydi sütünü içireyim sana.” Sigarasından, dumanı çalar gibi ürkekçe bir nefes daha çekti.

“İçmem.” Sesi ağlamaklı. “Gidersek bu ev sahipsiz kalır anne, gitmeyelim.”

Yarısına bile gelemediği izmariti pervaza basıp pencereden dışarı fırlattı. Derin derin iç çekerek açık pencereyi kapattı. Daha küçük bir eve geçmeleri gerekti. En az yetmiş yıllık bu devasa tahta konağın artık elle tutulacak bir yanı kalmamıştı. Tek başına yetişemiyordu temizliğine, bakımına. “İlaç vereceğim ama, içmen lazım sütünü. Yemek de yemedin.”

“Masal anlatırsan içerim.” 

Ağrıyan belini zorlamamaya çalışarak aksak aksak tezgaha doğru yürüdü, süt dolu bardağı alıp masaya koydu. Sandalyeyi çekip konuştu “Anlat anlat masal kalmadı. Ne anlatacağım sana ben?” 

Terliklerini sürüyerek mutfağa girdi, kadının çektiği sandalyeye kurulup iki eliyle süt bardağını kavradı. “Bilmediğim bir masal anlatırsan içerim. Bilmediğim bir masal anlat.” Şu haliyle nasıl da sevimliydi. Bildiği bir masalı anlatmaya kalksa ya da hiç anlatmasa, nuh derdi de peygamber demezdi. Sütü içmezse de haplarını veremezdi. Gülümsedi. Yeni boyadığı tırnaklarını saçlarının arasından geçirerek kafasını kaşıdı. “Peki bakalım. Bilmediğin bir masal anlatalım sana. Ama sütünü içmezsen bir daha hiç masal anlatmam.”

İki eliyle kavradığı bardağı kaldırıp dudaklarını uzatarak hüpürtülü bir yudum aldı.

*
“Bir varmış; bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken... Ben annemin beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken uzak diyarların birinde bir küçük kız yaşarmış. Günlerden bir gün bu küçük kız, diğer tüm küçük çocuklar gibi, 8 yaşındayken tek başına çıkması gereken bir yolculuk için hazırlanmış. Yanına küçük bir sırt çantası, elinde gideceği yeri gösteren harita, bir de hayallerinden başka bir şey almadan arkadaşlarıyla birlikte yola çıkmış. Zaman içinde herkes kendi yoluna yürümüş. Küçük kız da elindeki haritada işaretli yolları ve köyleri takip ederek varacağı yere doğru heyecanlı yolculuğuna devam etmiş. 

Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Derken bir sabah üzerinde yıllar yılı yürüdüğü, yemişiyle karnını doyurduğu toprak sarsılmaya başlamış. Küçük kız önce o kadar şaşırmış ki olduğu yerde kalakalmış. Toprak sarsılmış da sarsılmış. Sonra da tam önündeki alan dört bir yönden yarılarak, parçalanıp göçmüş. Göçükle birlikte zeminde oluşan delik büyümüş büyümüş… O kadar büyümüş ki yürüse geçit vermez, çevresini dolansa hiç bilmediği, haritasında olmayan yerlere gideceği bir boşluk haline gelmiş. Kız şaşkınlığını üstünden atınca boşluğun kenarına yaklaşıp, dibinin yüzeye yakın olmasını umarak usulca kafasını uzatmış. Gördüğü manzara karşısında kalbi korkuyla sıkışmış. Genişliği kelimelerle tarif edilemez büyüklükte olan çukurun derinliği de bir o kadar tarifsizmiş. Öyle ki toprak giderek koyulaşıyor, boşluğun aşağısına doğru kapkara bir bilinmeze uzanıyormuş. Küçük kız öyle paniklemiş ki ağlamaya başlamış. Ne yapacağını bilemediğinden günler ve gecelerce çukurun başında çömelip, karnına çektiği dizlerine sarılarak beklemiş beklemiş… Öyle uzun beklemiş ki yemek yemeyi, uyuyup dinlenmeyi, ateş yakıp ısınmayı, kuytu bir köşecik bulup tuvaletini yapmayı unutmuş. Aralarından yürüyüp geçtiği ağaçlar, otlar, çalılıklar gibi yemeye ve yediklerini sindirip çıkarmaya ihtiyacı olmayan bir bitki gibi boşluğun başında beklemiş durmuş. Lakin beklemekle o boşluk ne kayboluyor ne de küçülüyormuş. O bekledikçe boşluk olduğu gibi duruyor, boşluğu yok saydıkça günler haftalara, haftalar aylara, aylar mevsimlere karışıyormuş. Bekleyişinin bilmem kaçıncı ayının bilmem kaçıncı gününde küçük kız, dizlerine sardığı kollarını usulca çözüp üstüne yağan karı silkelemiş. Keçeleşmiş saçlarını sağa sola sallamış. Az öteye gitmiş, kimseyi görememiş. Az beriye seslenmiş, kimse cevap vermemiş. Demek ki onca zaman o, bu koca boşluğun başında korku ve şaşkınlıkla beklerken yardımına kimse gelmediği gibi, merak edeni de olmamışmış. Önceleri üzüntüyle çatılan kaşları bu sefer öfkeyle gerilmiş. Madem onu merak eden, ona yardım etmek isteyen kimse yokmuş o da bu boşlukla kendisi savaşırmış. 

Hiç vakit kaybetmeden bu boşluğun icabına bakmaya karar vermiş. Ama önce acıkan karnını doyurmalıymış. Çevresine bakınmış. Başını ağaçların, gökyüzüne uzanan dallarına kaldırınca bir sürü yemiş görmüş. Ama yemişler o kadar uzağındaymış ki dallara tırmanmak için epey bir vakit harcaması gerekmiş. O yüzden ağaçların kökünde biten tatsız tuzsuz otlardan bir avuç alıp midesinin gurultusunu bastırsın diye ağzına atıvermiş. Ağzını kamaştıran otları çiğnerken gözüne yerdeki çalı çırpı birikintisi takılmış. Aklına hemen bir fikir gelmiş. Uzun bekleyişi sırasında ne de olsa boşluğu tanıma fırsatı bulmuş. Boşluk çevresindekileri çekmediği gibi içinden ne yılan ne de çıyan çıkıyormuş. Bu yüzden boşluk büyükse de, kendi haline bırakıldığında tehlikesizmiş. Eğer boşluğun dibi ulaşamayacağı bir derinlikteyse de, boşluğun içini doldurmaya çalışması halinde karşıya geçme şansı olabilirmiş. Bunca zaman bunu akıl edemediği için kendine saya söve işe koyulmuş. Günlerce, gecelerce çevredeki bütün çer çöp, çalı çırpı, taş, kaya ne bulduysa boşluğun içine atmış. O kadar çok çöp toplamış, o kadar çok çöp doldurmuş ki boşluğun içine, boşluğun bulunduğu yer ve civar köyler tertemiz olmuş. Buna rağmen boşluk birazcık bile dolmadığı gibi çöplerden dolayı çevreye çok kötü bir koku yayılmış. 

Küçük kız yolunu değiştirmemekte kararlı olduğu için henüz yolup ağzına tıkıştırdığı bir tutam otu hırsla çiğnerken tekrar düşünmeye başlamış. Demek bu boşluk çer çöp çalı çırpıyla dolmuyorsa da attıklarının kokusunu taşıyabiliyormuş. Bu yüzden aklına boşluğa değersiz şeyler atarak yanlış yapmış olabileceği, belki de boşluğu ancak değerli şeylerle doldurabileceği gelmiş. Peki bu boşluğun içine ne atabilirmiş? Birden gözlerinin önüne yanından hiç ayırmadığı masal kitabı gelivermiş. Bu kitabı kendini bildi bileli pek severmiş. Hiç düşünmeden kitabı alıp çukurun içine fırlatmış. Kitap boşluğun içine doğru sessizce süzülmüş süzülmüş… Bir süre sonra inanılmaz bir şey olmuş. Gözlerini kısıp baktığında kitabın bir kuş gibi yükselerek döndüğünü, kapaklarını kanatlar gibi çırparak kıza yaklaştığını görmüş. Uçan kitap boşluğun üzerinde ve tam ayaklarının dibinde durunca kız sevinçle zıplamış. Coşkuyla akan ırmaklardan geçit veren taşlar gibi kitap da boşluğun üstünde duruyormuş. Çekinerek bir adım atmış. Evet, kitap onun ağırlığını taşıyormuş, boşluğu doldurmasa da boşluğun üzerinde durabilmesini sağlıyormuş. Kız bu sefer kitabın üstünde beklemeye başlamış. Gece çökmüş. Ormanın derinliklerinden kurt ulumaları, baykuş çığlıkları duyulur olmuş. Kız sıkıntıyla omuzlarını silkip artık korkmadığı bu seslerin geldiği yöne doğru yürümüş. Acıkan karnının gurultusunu bastırmak için yine bir avuç ot yolup ağzına atmış. Her zaman yaptığı gibi yine boşluk üzerine düşünmeye başlamış. Demek boşluğu kitapla da dolduramıyor ama kitaplar sayesinde boşluğun üzerinde durabiliyormuş. Bu yüzden yeni kitaplar bulması gerekecekmiş. Ertesi sabah en yakın köydeki kütüphaneye gitmiş. Bulabildiği tüm kitapları bir el arabasına doldurup boşluğun yanına taşımış. İçlerinden bir tanesini, adını daha önce hiç duymadığı bir yazarın kitabını, alıp boşluğa fırlatmış. Kitap uçmuş uçmuş ve boşluğun derinliklerinde gözden kaybolmuş. Kızın gözleri faltaşı gibi açılmış, demek okumadığı kitaplar hiçbir işe yaramayacakmış. O da hiç vakit kaybetmeden bulabildiği kadar çok kitap okuyup bu boşluğa direnmeye karar vermiş.

Yıllar yıllar geçmiş… Masal bu ya, yaşıtları büyüyüp yetişkin birer kadın ve erkek olurken, küçük kız başında durmadan kitap okuduğu boşlukla birlikte hep aynı boyda, aynı kiloda ve aynı duygularla kalmış. Bulduğu tüm kitapları durmaksızın okuyor, bitirdiği kitapları boşluğa fırlatarak üzerinde durabileceği yeni bir basamak yaratmaya devam ediyormuş. Lakin ne kadar çok kitap okursa okusun henüz boşluk ağzının yarısı bile kapanmamışmış. Günlerden bir gün ormanın içinden şarkı söyleyen bir ses duymuş. O güne kadar oralarda kendinden başka kimsenin sesini işitmemiş olan kız merakla sesin geldiği yöne bakmış. Ağaçların arasından uzun boylu, esmer, genç bir adam çıkmış. Kızla göz göze gelen adam şarkı söylemeyi bırakıp kıza gülümsemiş ve selam vermiş. Kız, oturduğu yerden kalkıp üstünü başını silkelemiş. Adam kıza yaklaşıp elini uzatmış, kendini tanıtmış. Kız da utanarak adamın elini sıkmış ve adını söylemiş. Adam meğerse tıpkı küçük kız gibi ve onunla aynı yaşta bir gezginmiş ve yıllardır yoldaymış. Sadece bir süredir yolunu kaybetmiş. Oraları iyi bilen birisine rastlamadığı için de ormanda dolanıp duruyormuş. Kızı rahatsız etmek istemezmiş ama eğer izni olursa birkaç gün burada kamp kurup dinlenmek ona çok iyi gelirmiş. Kız, yıllar süren yalnız bekleyişine bir süre ara vermesinde sakınca olmadığını düşünmüş. Hem belki bu adam, boşluğu doldurması için ona yardımcı da olurmuş. Böylece arkadaş olmuşlar. Genç adam, kızın kendisiyle aynı yaşta olmasına rağmen çocuk boyda kalmasına çok şaşırmış ama onu hiç yadırgamamış, hatta kızı çok sevmiş. Bu yüzden planladığından daha uzun süre orada kamp yapmaya karar vermiş. Sabahlara kadar konuşmuşlar, günler boyu dolaşmışlar. Hatta genç adam, kızın otlarla beslendiğini görünce üzülüp ağaçlardan meyveler, yemişler toplamış. Böylece günler günlere takılmış, geceler gecelere dolanmış. Küçük kız, genç adamı o kadar çok seviyormuş, varlığına o kadar alışmış ki kitap okumak da, boşluk da aklına gelmez olmuş. 

Gel zaman git zaman, bir sabah genç adam, kıza yolculuğunda ona eşlik etmesini teklif etmiş. Artık yanında yürüyecek birinin onu daha çok mutlu edeceğini anladığını söylemiş. Onun yolu da beklediğinden uzun sürmüş, üstelik çok dalgın olabildiğinden arada bir yolunu da kaybediyormuş. Küçük kız bu teklifi duyunca önce çok mutlu olmuş ama sevinmeye fırsat bulamadan aklına uzun zamandır hiç getirmediği boşluk düşüvermiş. Sonra göğüs kafesinin tam ortasında tarifi imkansız, kopkoyu bir korku peyda olmuş. Genç adamın ellerini tutmuş. Birlikte giderlerse bu boşluğun sahipsiz kalacağını, eğer yalnızlıktan sıkıldıysa neden burada onunla yaşamaya devam etmeyi düşünmediğini sormuş. Genç adam üzüntü ve şaşkınlıkla küçük kıza bu boşluğu doldurmanın ya da sahiplenmenin kendi işi olmadığını, ömrünü bu boşluğun dolmasını bekleyerek ya da o boşluğu doldurmaya çalışarak geçirmek istemediğini, bu yüzden eğer kabul ederse batıya doğru birlikte gidebileceklerini söylemiş. Küçük kız kızgınlık ve hayal kırıklığı ile ellerini çekerek genç adama bağırmış. Eskiden kaybolacağı için terk etmekten korktuğu bu boşluğu artık bir şekilde sahiplenmişmiş. O yüzden o boşluğu doldurmak için gerekirse bir ömür orada kalırmışmış. Genç adam duydukları karşısında bir tercih yapmak zorunda kalmış ve sabaha karşı, kızı uyandırmadan ona sessizce veda ederek batıya doğru olan yolculuğuna başlamış. Kız ertesi sabah uyandığında genç adamın artık orada olmadığını görmüş. Gözyaşlarını tutamamış ve bağıra bağıra ağlamaya başlamış. Ağlarken hiç ummadığı bir şey olmuş. O ağladıkça boşluğun üzerinde duran kitaplar bir bir boşluğa düşüyor, daha da kötüsü boşluk giderek genişliyormuş. Küçük kız o günden sonra boşluğu doldurmak için daha evvel denemediği yollara başvurmaya karar vermiş. Eskiden somut şeyler atarak doldurmaya çalıştığı boşluğa artık elle tutulamayan şeyler doldurmayı deneyecekmiş. Boşluğa önce nefretini koymuş, boşluk dolmamış. Kinini salmış, hayal kırıklıklarını basmış, acısını akıtmış yine yine yine olmamış. Kimi geceler boşluğun başında durup saatlerce çığlık atmış, ağlamış, yerlerde debelenmiş ama nafile. Boşluk eskisinden daha kocaman, derin ve geçit vermez haliyle var olmaya, küçük kız da yıllar yılı dolduramadığı bu boşlukla ne yapacağını bilemeden yaşamaya devam etmiş. 

Mevsimler mevsimleri kovalamış. Sert geçen kışlardan daha sert bir kışın sonunda, ılık bir mart sonu sabahı kız uyanmış. Usulca doğrulup masmavi gökyüzüne, sabah yeliyle birlikte doğuya doğru sürüklenen pamuk gibi bulutlara bakakalmış. Sonra sakince ayağa kalkıp derin derin nefes almış ve kararlı bir şekilde bulutların peşine takılıp doğuya doğru yürümeye başlamış. Tüm derinliği ile geçmişinin orta yerinde duran boşluğun kapanmayacağını kabullenerek onu olduğu yerde bırakmış ve bir daha dönmemek üzere oradan ayrılmış.”

*
Boş bardağı masaya bırakmış, iki elini masaya koymuştu. Boynu bükülmüş garip kuşlar gibi bakıyordu genç kadına. “Bitti mi?”

Kadın yorgun çenesini son bir gayretle açtı, “Evet bitti.”

“Sonsuza kadar mutlu olmuş mu küçük kız?”

“Olmuş tabii. Sütün de bitmiş. Haydi yatağa.” Karşı koymadan kalktı. Genç kadın da hızla yanına gitti, telaşla koluna girdi. Küçük adımlarla eski evin gıcırdayan parkelerinde yeni izler bırakarak yatak odasına  dönüştürülmüş salona yürüdüler. Oda misler gibi yeni yıkanmış çarşaf ve beyaz sabun kokuyordu. Bütün gün temizlik yaptığına değmişti işte. Ev en az üç gün temizlik istemezdi. Köşedeki abajurun fişini prize taktı.

“Anne beni götürme bu evden ne olursun.” Olduğu yerde duruyor. Alt dudağı titriyor.

Gecenin ikisi olmuştu. “Bütün gün fakültede ders dinledim, eve geldim saatlerce temizlik yaptım. Daha dönem sonu projeme bakacağım. Çok yorgunum. Ne olursun iç ilaçlarını da uyu. Yalvartma beni.” Bazen öyle çaresiz hissediyordu ki pencereden kafasını uzatıp uluyası geliyordu.

Direnmedi, ilaçlarını içip yatağa girdi. Yorganı kafasına kadar çekip dudaklarını büzdü. Koca gözlerinden iri iri yaşlar yuvarlanmaya başladı. Duvarın kabarık yüzeyine yansıyan gölgelerin arasında ne kadar aciz, ne kadar muhtaç, ne kadar kederli gözüküyordu... “Evi sevdiğimden değil anne. Ben babamı çok özledim. Babamı çok özledim. Babamı çok özledim anne, gidersek bizi bulamaz, ne olur götürme beni buradan.”

Boğazına bir ağrı çöktü. Ne deseydi şimdi?

“Dişlerini çıkar anneanneciğim. Yarın konuşuruz. Söz.”

işbu
işe koyulmadan önce bankoda ritim
birbirine eklenmeden dağılan permütasyon
parmak hesabıyla görülür gibi çalgın
- perküsyon demek istedi aslında

işe koşulmayan kelime 
ne kadar anlamlı, tek başına satır arası
görev tanımı gereği açılmayan kalgı
- satirik daha uygun olur

işine gelmeden dişlerinde beliren hayvan
içerde mi dışarda mı tasarımını tüyler
dilinde bitmesine yorulmadan arışık
- vardır bir bildiği

- iş işten geçti'den iyi yol olur
icraata ilk ışık ilk para ilk tiyatro
aynı pazarda bulmaca kariyeri
kurgulama ustalarına kalsa kargan

işten arta kalanla boş zaman etkisi
kablolarıyla oynayınca doğmasına sevinilen yalgın
fekat molozlarından doğmayan hangi kuş...
- yeme gelmiyor 






Suça Sürüklenen Bulut
bu gecenin bir ismi olsa
onu sana vermezlerdi
aynısı çirkin bir yaprağın işte
yolunmuş, façalı
kırık bir oyuncak kadar işe yaramaz 
ağlayanların suratı gibi,
bakmak beleş kurbağalı pis bi suya
düşen ayın aksi
neyi anlatıyor yemyeşil bir bok çukurunda
götünü bulutlara yaymış o pis şişko mutlular
bu anı yaşamak için kaç günah yapmalılar?
ve her sessizliğin beni saldırganlaştırdığı bu ateş mantarlı ayaklarımdan beni sarmaya başlayınca
yanan her şeyi bir sigara gibi içmeye başlıyorum 
ayaklarımdan başlamak gerek.
sokakların bu politik duruşu midemi bulandırıyor yatay dikey dümdüz 
bana mutlu musmutlu bir an gerekiyor 
yerimden kalkıp bi şiir yazmalıyım
her şeye karşı çıkar gibi belinden
sol gözünün ağrısını bir çaputa bağlayalım 
belki saçlarını yese doymaz bu keneler
savaştan çıkar gibi ağır yorganım
yorgun bacaklarımda
konuştukça çözülmüyor bağım
sıkı sıkışıyor iki dilim dişimin arasına 
31 tane kalıyor bana bu soykırım 
konuştukça sımsıkı oluyor dilimin bağı 
911
bi an kurtaracakmış gibi 
beni alın.
bi yandan aleyhime işliyor her zamanki gibi kanım 
kanım zamanı sıkıştırıyor 
onu bi yüklüğe üçüz paçoz bebekler gibi 
koyuyor. ağlayana mama yok 
annenin memelerini bir çobana verdiler 
susun, ağlayana gözyaşı sudan ucuz, nasıl bedavaysa çobana inek kokusu 
ve para verirdim buna inanmaya
ayak sesleri, kucağına çöken hissizlik, 
kapı sesleri,
uyuyanlara kesilen bir ceza rüya, 
unutmanın elinden gelen her şey 
seni sürüklüyor yeni bir hatıraya
sen bu işten de kârlı çıkmazsın.






EV TAKVİMİ
Zemheri
tirbuşonu kafasından içeri daldırıyor,
şişli'ye yağan kar kriterlerini karşılamıyor;
üzerine sinen ölü kokusuysa lebalep.

Gücük
bana bir ur veriyor
içinden çıkamayacağım bir ur!

Mart
"içindeki kin ve nefreti anlamıyorum
bunlar bittiği gün yıkılacaksın."

Abrul
eline yumuşak şeyler geliyor
tüylü tüylü içi gıcıklanıyor
hareket ediyor üstelik
kimse bu kadar yumruğu hak etmiyor.

Mayıs
erkekler de erkek olabilirler!
erkekler de kadın olabilirler!

Kiraz
pencereden tavşan sekiyor
taştan sekiyor kurumuş güneş
yavaştan ekiyor sikindeki tohumları
yumurtalıklar: "all i need is a little bit sperm"

Orak
önce boynunu koparıyor elindeki tırpanla
iki parmağıyla kulaklarından tutuyor
kandan kaçmak istiyor üzerine bulaşmasın
burnundan pudra şekeri geliyor.

Ağustos
ateşi var aklında kalan sadece çin kerhanesi
kokusunu gidermek için bir şeyler yazmış
hayalarını kurcalayan bu kadar basit iş
bana biten hazları unutturuyor.

Haç
salgın sürerken bu konuda fotoğraflar çekiliyor
koli bandı üreticileri bilgilendirdi -ceset torbalarını bantlamayın-
cevahir büfe'nin içinde birbirini öpen iki adam
zamanı gelince söylerdim ama gelmiyor.

Koç
bana kanal boyu nefes aldırmayı düşündürüyor.
aslanların yüzüne bakıp yüzünü ekşitiyor.
geceleri beni düşünerek mastürbasyon yaptığını söylüyor.
evde aç kalmayayım diye çantama memelerini koyuyor.

Avara
uyanmalı erkenden, omzunu diliyle yalamalı,
dokunmalı parmak uçlarıyla demirlere,
koltuk altlarını tek bıçaklı permatikle almalı,
oturduğu yerleri bu kadar büyütmemeli…

Kara Kış
cama yapışan sinekler bir şeyler yazmış.
dayısının kızı zorla olsa gerek nefesini darlıyor.
soğuk algınlığıdır onun bütün algınlıkları
yüzüme söyle ben senin duvarın mıyım?





Erotik Dublörüm
Bugün çalışacak gibi hissetmiyorum, dedi.
İyi ki de öyle. Burada gölgede
Evin ardında, sokağın gürültüsünden uzakta,
Her türlü eski duygunun üstünden geçilebilir,
Bazıları elenip, bazıları saklanabilir.
                                                        Kelime oyunu
Aramızdaki, gittikçe yoğunlaşması
Hisler azaldığında kafa karıştırıcı.
Yine mi yürüyüşe? Hayır, ama son şeyleri
Hep bulup söylemen cezbedici ve kurtarır beni
Geceden önce. Yüzüyoruz
Rüyalarımızda buzdan birer duba gibi
Kuşku ve çatlaklarıyla dolu yıldız ışığının
Bizi uyanık tutan, rüyalar hakkında düşünmek
Onlar olurken. Bazı oluşlar. Söylediğin.

Söyledim ama gizleyebilirim. Ama yapmamayı tercih ederim.
Teşekkürler. Çok zarif birisin.
Teşekkürler. Sen de öylesin.



Türkçesi: Roman Karavadi
Şiirin Orjinali İçin ⇒ 𓅗

Vitrindeki Ses
Telaşın savurduğu yüzlere
Yanımda taşıdığım plastik kokusunu fırlat
Ben doğamadıysam bir toz bulutunun içinden, 
sanrılarıma post-itler asılsın	
Memnuniyetsizlik çizgin alarmlarla örtülüdür
hata payının hesabı senden sorulur	
donuksam, dokunamazsam alınma
içime sarılı lifler, bakılmaktan aşınmış
aramız enerji sıkışmasından bozukmuş
kütlesel yoğunluğum sapa bir yola düşmüşse
Yol, tozlarıyla üzerimde gezmektedir.

Anı biriktirmem, parça parça oluşum var yalnızca
Beton mikseriyle mi karılmış harcım? Ha!	 
İmalat atölyesinden zımparalanmış çıkmışım, 
Boyalarla makyajlanmış yüzüm
Eklemlerim, bölmelerimle eşit
Özgül ağırlığım, ruhsal döngümle yaşıt	
sanırım ki; senin mutlu halinim
sanırım ki; bana ulaşmak senin tutkun
kimse bana sarılmaz.
zaman sayacını çıkarıp; iskeletime bir dönüş, bir vuruş sallarım
Çıkıntılarımdaki çatlaklar çaputlarla kapanır.

Sayım günlerinde yalnızım. 
Envanter açık veriyorsa faturalara yansır gülüşüm.
Tezgâh, satış görevlisi ve kasa terimlerinden ortancasına benzerim.
Buraların en görkemli askısıyım. 
Düzeltmeler için görsel tasarımcımla görüşülsün.

Kulunçlarımdan başlayan ağırlık her çekime direnir
Kasap havasına siper olur göğüslerim
Kendime kekemeyim sanılmasın
Peşime düşene
Öfke saçtığım sayılmasın
Burada beklersiniz. Sıraya dizilirsiniz önümde. 
Süzdüğünüz nedir? Sizi cama yapıştıran? İzinsiz.

Buradan asılırım tüm gücümle, gülüşümden bir patırtı sarkar.
Bütün paranoyam bir dile varır. Dille kutsanır, dille kuşatılırım.
Gölgem en önemli parçamdır, benden çok ses verir, düşünce parçalanır.
Ona uzak bir ülkeye gidiş bileti, derdini anlatacak herhangi bir DİL,
KUSURLU bir GÖVDE verin.
Göz hapsinden kurtarın onu.
Ona bir avuç varış tuşu.
Gerçek bir ad, bir parça kan verin.
Palmiyelerin gölgesine uzansın, kimse ona bakmasın.
İmhanın seyrinde yüzleriniz kızarmasın.	
-	Buradan bir varlık olarak çıkacağım.




Safi Varoluşu
Zihnin sonundaki palmiye,
Son düşüncenin ardından, yükseliyor
bronz dekorda,

Altın tüylü kuş
Şakıyor palmiyede, insani anlamın olmadığı
İnsani hislerin olmadığı, yabancı bir şarkıyı.

O halde bir nedeni olmadığını bilirsin
Bizi mutlu veya mutsuz eden şeylerin.
Kuş şakıyor. Tüyleri parıldıyor.

Uzamın eşiğinde duruyor palmiye.
Rüzgar yavaşça esiyor dallarının arasından.
Kuş ateşten tüyleriyle kanat açıyor.




Türkçesi: Roman Karavadi
Şiirin Orjinali İçin ⇒ 𓅗


@