bir heykel konuşuyor


beni dokuz yüz metre uzunlukta inşa ettiler
sadece yıkmak için
ve şimdi asla uyumayan
bir heykelden başka hiçim

bazen bir cümle girdaba döner
ve ben içine çekilirim
ama kendinden bile gizlediğin
şeyleri bana anlatabilirsin 

dinliyorum seni ve
kirazlar asılıyor kulağıma kendiliğinden
bir sanat edimiydi beni yıkmak
tekno eko art bir yıkım deneyimi

bazen bir ifade hortuma döner
ve ben içine çekilirim
kimseye söylemeye cesaret edemediğin
şeyleri bana anlatabilirsin

içtiğin tüm o kırmızı mavi yeşil hapları
itildiğin tüm o ben biliyorum’ları
ben biliyorum’a itildin kıskacında iğnesinin
ben yaparım’a itildin onun dokuma tezgahının
kendinin kanısında biraz daha devam etmek için 
inanmalıydı, iyi ve güzel bir dünya mümkün
yollar kat ettin onun mükemmel yuvarlaklığında
kudreti saklamış sonsuz motifli örtüsünün
fakat işkence uzun ve ayrıntılı, üstelik sen de buna ortaksın
o halde iyi ki ölüm var ve ortaklıkta son bulacaksın
artık tek yapılması gereken oyalanmak ve eğlenmek
aynının çemberinde biraz da uyuşup zehirlenmek
ama hayır biliyorsun bu şekilde devam edemezsin
Daímōn’un kulağında, örtüyü ateşle değiş tokuş edeceksin

bilinç bir bilgisayar değil
öyleyse neden şaşırıyorsun?
siyah bir ışık saçıldı ben yıkılırken
şimdi akıl yürütmemi yürütüyorsun:

karanlık diye bir şey yok o yalnız kara ışık
dinle beni küçük kayıp çocuk
hayır bu karanlık değil yalnız siyah ışık
eğer o karanlıksa ve ışık da varsa
o halde ışık da yalnız ışınlıktır.



Bitişik Atış
Eşcinsel olduğu için, aile içinde verilen hükümle öldürülmesine 
karar verilen ve direnç göstermesin diye amcasının ellerini tutup, 
babasınınsa başına silahla tek el ‘bitişik atış’ yaparak öldürdüğü, 
cesedi yol kenarına bırakılan 17 Yaşındaki Roşin Çiçek için. 

     
I.

ben hep vardım bastır içini – içeri bastır
bir karşılığım yoktu, sakalımı kazıdım etime indim

dünyadan beri burada yok gibi durmanın
dünya varken yok gibi durmanın
karşıda yaratılmanın pek kazancı yok
siyah giymenin, iç çekmenin, geri gelmenin
yalnız adı var bunların, dışarı itilmenin 

bütün bunlarla çok ilgilendim
yumruğun havada bıraktığı çukurla, küçük diliyle insanın
üzülmedim delirdim – bütün boynum morardı taksim’de
suya dayanıklıydım, on yılda geçtim kendimi 
dünya biraz değişti, anadolu kurtulamadı kendinden

ben hep vardım
inkâr edersen güleriz, yedi ceddin içindeyim
senin sarıklı ecdadın sürsün fermanını sağdan sola
yüzüme gözüme sürsün lan payitahta bir namlu sürsün
ben üzülmem korkmam bunları aldılar benden
inkârdan yapıldım yani inkâr edilemem





II.

çitimi kendim çevirdim, böyle dümdüz sökülsem yeter
aklım uzadı, tırnaklarımda birikene inanıp soyundum
insan son kez aynaya bakarken ne görebilir dedim
son olduğunu biliyorsa ne görebilir ki dedim: 
soyundum ve mezara benzedim istiklal’in ucunda

–	cesedin üstüne örtülen gazetenin sesi
–	su testisi derken açılan E sesi 
–	savcının giydiği kunduranın topuk sesi
–	morg kapısında yıllanan paslı ray sesi

şimdi say ki erkek desinler, onların köyünde iman dölüm
jandarma ayıplasın gıcırdasın güzel tabutum 
yüzüme bakan sökülmesin, sökülmeyi düşünsün yeter
gömleğimden örtü olur desinler, son sözümden intikam:

çattım kemiklerimden yeni kimlik çattım
yine soyunun devamını benden bekledi babam

         

“Mahkeme gerekçeli kararında, baba Metin Çiçek ile amca Şehmuz Çiçek’in
Roşin Çiçek’i, (17) farklı cinsel eğilimleri nedeniyle, çevreden söylenen
dedikodu mahiyetindeki sözlerden rahatsız olmaları ve maktulün cinsel
tercihlerinde karalılık göstermesi nedeniyle kasten öldürdüklerini vurguladı. 
Duruşmada katil baba Metin Çiçek’e ağırlaştırılmış ömür boyu, katil amca 
Şehmus Çiçek’e ise ömür boyu hapis cezası verildi. Haksız tahrik
indirimi uygulanmadı. —  Cumhuriyet, 24.03.2014












Naldökenli Ayhan'ın Mahalleden Çocukluk Arkadaşı İsmet’e Yazıp Hiç Göndermediği Mektuptur
“Aşk vuruşmaktır, bir düşünün abiler”.
İsmet,
Nasılsın, umarım iyisindir, buralar hep bildiğin gibi,
Senin teninden yayılan bu kıyamet,
Bana sorduğu tek bir soru var:
Nerede başlıyor, nerede bitiyor İsmet?
Bu akışkanlar dinamiği,
Bir sana yükseliyor bir başkasına,
Arafta bir hafta sonu tatili olsa eyvallah dersin,
Bir su mu akıyor aramızda,
Bir yanardağ mı patlamış Endonezya’da,
Belli değil.
Belli değil meylim doğa olaylarına,
Deprem mi sel mi,
Dolu mu yağıyor temmuz ortasında,
Her yüzyılda bir kere kopan kıyamet,
Kopmuyor İsmet,
Senden bana gelen bir yol olmayınca.
Aramızda bir deniz olsa ikiye bölersin,
Biri senin biri benim,
Aramızda iki bardak su dursa,
Şaraba dönüştürür ellerin,
Afrika’dan çıktığımız bu milyon yıllık yolda,
Biz seninle nasıl karşılaştık, kimse bilmiyor İsmet.
Sana baktığım boşlukta çakan şimşek,
Beni sana bağlayan bu kod,
Bu görünmez ipleri içimin,
Aşkımıza diyecek yok,
Katil bir çöl olmasa aramızda,
Bu nasıl bir Exodus İsmet,
Anadol’ların Ford motorları karpuz taşımış da 
İki etin birbirini tanıması yasak kılınmış,
hâlâ hâlâ hâ







vatkasız da heybetliyim
geçmez günler unutursam kendimi, adım fuşya
hiç bela okumadım kuşaklara
çorabıma ceza yazıyorlar, yarın bir gün kanıma da yazacaklar
biliyorum, fazlasını sorma

tosluyorum diyorum, kaldırsınlar şu duvarı
yaşayacağım daha çok 
şey var, hava biraz yağmurlu 
seviyorum ve buna dahil ah'ı evrenin
ahlar diyorum, vahlar diyorum, ceza yazıyorlar süratime
suretime tükürmek geçiyor içlerinden, 
diyorum eflatunun en güzeli benim
bu mezar taşını ben değil, siz diktiniz
en güzel kavuniçi benim 

davullar patlıyor, bu akşam neredeyiz
kahveyi severim, sade, sütlü, şekerli
her saç telim birbirinden kıymetli
kalbim bu dünyanın tüm yerlilerine açık
toplamaya çalışma sen de yerdeki izmariti  
benim adım fuşya, biraz kızgınım
biraz dezavantajlı kendi yatağımda

bak, sen beni öldürmedin
ve yüzümüz birbirine benziyor yaşlandıkça
canım, yastığına çiviler dikmek yerine mayandaki taşları temizle
ne diye ağrıtıyorsun başını, senin çölün nere, benimki nere
ceza yazıyorlar, neymiş, kırmızıda geçmişim
ben aştım da geldim kendimi, sıvılarım tarif etti yolu canım benim
kırmızı senin için dur demek olabilir, bana koş diyor sırtını çiğnediğim

bir zahmet patlat kafanı, iki günlük dünya
küpeliyim ve deliyim, oh, ne olsun daha
kağıttan dikeceksen evlerini, rüzgarıma bulaşma
hayatımı şu tepeye kurdum, menekşeleri şurada suladım
uyudum, uyandım, canım bak, ben büyüdüm 
benden bu kadar korkma, çek dizlerine kadar çorabı, 
tanıştırayım, adım fuşya

uyan da balığa gidelim, ey
seyret, bak göğün kokusuna, rengine canım benim
sen buluttan öğrendiklerinle yetineceksen buyur
koca bir kuşak var benim elimde
kaldı ki, şekiller nasıl anlatsın beni
şehirler yetmiyorken ruhuma tanımlar yüklemeye

bugün,
zarlarla yürüdüm kafamın dikine
karnım bir bitpazarı, karnım doyurduklarım
hisliyim balkonlarında alkış tutanlara
hisliyim metro istasyonundaki yansımama
tuvalimi, paletimi
içi dolu yüreğimi
omuzlarımdaki vatkayı da söktüm sonra

bir zahmet as bayrakları, anlatmak istediğim çok şey var
ben de yorgunum be canım, ensende soluklanmamda ne var
kahveyi her türlü sevdiğimi söylemiştim
canım bana unut diyorlar kendini
nasıl unutayım, gözlerim mor oluyor denizden çıkınca
güneşe bakınca asil, karanlıkta ağlamaklı
canım dans etme diyorlar bana
nasıl etmem, ruhum bu evrenden kaçıp geri gelirken
çimleri ezdiğim çoraplara sevdiğim ünlü imza atmışken
nasıl dans etmem, saçlarımı suyun dalgasına özendirmişken

adım fuşya canım
içim kıpır kıpır ve yollarım mis
bana bir kahve yap, ben yoldan geçen birine güleyim
sorarlarsa onlara da anlatayım 
şimdi mezarları öpüyorum, toprak rengini çorabımda taşıyorum 
ve canım
ben hep dans ediyorum, sen de bu kadar yüzsüz ol




epik fantezi
filizlenme ihtimalim var
saklayın tohumlarımı 
ya da fırlatın sapımdan
artık parçası değilim bir demetin
bu mahallenin, bu cilalı zeminlerin 
sefaletiyle çıkıyorum kendi üstüme
yayılıyorum tükenerek
galiba kendime alaka duyuyorum
hatta oramdan öpüyorum seni
komodo ejderi gibi 
giydim roma tuniğini
tam altı metre uzunluğunda
dolanarak belimden omzuma
bu yoksul yatağına
ödeme yapar mı parlamento
ödetir mi yoksa hazinesini
bakırdan hançerle
söylesene bu grameri kim soktu aklımıza
bu metni kim yazdı bronz aynaya
bak dokunuyorum kendime
artık birisi değilim
çok şeyim
kim ne derse desin
uğruna yapılacak şeylerin listesi yok
yani düşebiliriz kara deliğe
gaipten gelen bir sesle
bozabiliriz hizayı
hayat paslanmaz çelik değil
kağıttan sanat
ne yazarsan o kalır geriye








Güzel Değil Miyim
“Memelerin, ah memelerin bir de. 
Sağını aşka ayırmışsın, solunu boşluğa.”
Sema Kaygusuz
Serinliğe bakan ölümün kımıltısına
yenilmiş bir dünya telaşı 
                                       kanıyor  
                                                   duvar
                                                            -a
Duvar ki 
ahşap çerçevede uyutulmuş bir anne 

Açsın diye gözlerini bir mendile oyup kendimi 
pakladım. Sonra tutup bir ayetin 
                                                    tersinden 
                                                                  anlat
                                                                         -tım 
Ağzım ki 
bir kadının göğsünde büyüyen gökkuşağı 

Kalsın diye biraz daha kapattım içime terk edilmiş 
çağları. Sonra tutup kendimi 
                                             öksüz
                                                      bırak
                                                              -tım

Ben ki
çekip giden kadınların kayboluş yeri 








Lezbos’u Düşlerken 
sabah nefeslenirim sonsuz bir rüyadan kalanlarla: tadını çıkarmak için
kadınlar aleminin. doğurgan bir korulukta şarkı söyleriz, okşarız 
lavanta kümelerini, berrak su çağlayanları altında yıkanırız. durup
dururken, çıplak ve ıslak, üst üste bineriz. bizim
tutkumuz balina gibi, denizin derinlerinde sakinlik arar.
 
uyandığımda saçlarımda seks kokusu var. 
 
rüyalar, tüm günlerimi rayihalar. postaneye giderim,
çiçek ve yemiş baskılı posta pullarını ararım, mektup 
gönderebileyim diye derin uykudayken beni seven kadınlara. 
 
bizim olmayan bir dünyadayız. ne yapacağız pekala
her gece biz çıplakken zihnimize değen rüyalarla? 
 
kadınlar alemi bir rüya, başkası değil. kim bilir
kaçımız yıkanacak ormanlarda ya da bizden birileri
etimizle uçuracak mı bizleri uzaklara? kimse bilmez. 
neyse ki cenneti düşlüyoruz hep, onu bizim kılıyoruz da, orada 
birbirimizi bulacağız, bize ait müşterek bir anda yaşayacağız. 
 
ve yine uyandığımda saçlarımda seks kokusu olacak. 



Türkçesi: Göksenin Abdal


tatiana de la tierra, "Dreaming of Lesbos" from For the Hard Ones: A Lesbian Phenomenology / Para las duras: Una fenomenología lesbiana published by A Midsummer Night's Press and Sinister Wisdom.  



Şiirin aslını okumak için tıklayınız.




buka barane
üstümüze basacaklar
çünkü biliyorum
uyanırken ismimizi ağızlarına alıyorlar
uyurken de bir kolun en beyaz yöresine
çiziyorlar suratımızı unutmamak için
kuru ağaçta yaş ağaçta / eski ahitte yeni ahitte
teker teker yazılmış ismimiz / bizi yazmışlar
onikiden vuracaklar başımızda duracaklar
sanki bir bektaşi pornosunda geçmişiz kayıtlara
bizi unutanları/
ısrarla unutacaklar

dirsekleri aynı kubbenin altında sertleşmiş
dizleri artık ağrımıyor onların
bizi her rekatta korkutuyorlar
gözlerimize bakacaklar
siyah / beyazdan ayrıldığında
peşimizden koşacaklar
biz her masalın kahramanları
biz kestirmelerin ezbercileri
sanki bir garibanın en sevdiği şarkıyız
boynumuzdan aktıkça ter
dünyada varız / hatırlayınız

yedinci günde bizi duyacak
dilimizi bilmek için altı gündür dua edenler
giydiği pazenleri bir patrikhane bodrumunda üreten
işine gelince sefarad / işine gelince püriten
bizden bir merdiven üstteler işte
gurbet hayatımız sürecek ağzımıza girdikçe
istediğimiz renkten nefesler
ama hayallerinde ip atlayacağız onların
onlar bizi koparacaklar
sanki bir ara sokağın bitiminde / duvar dibinde
elele çekilmiş fotoğrafımız beraber
hükümette yan flüt çalanlar için
hiç olmayan bir sesiz biz

burunlarından kan gelecek / ciğerlerinden nefret
dudaklarından tükürük fırlatacaklar / göğüslerinden küfür
bizi bu yüzyılda bile gizli sanacaklar
bizi bu yüzyılda doğduk bilecekler
anlat onlara allen / anlat onlara celaleddin
bu kubbenin altında ikimiz birden varız
/ anlatınız
atımızı sürecekken hedef aldığınız nalları biz
kapılarınızdan söktük sizin
yoncalarınız yapraklarıyla demledik çayı
sanki bir selanik tragedyasında başrolüz
sanki topladığınız adamlarla kapanabilir bu vana
güneş doğdukça kaybedecekler / çünkü biliyorum
cenab-ı hakk bile
bizden yana







PEK RENGİNE ALDANMA FELEK ESKİ FELEKTİR*


burada kendim olduğum yatakta
ev yapımı bedenimle
-ev yapımıyım hangimiz değiliz ev yapımı-
korna sesleri arasında yerle gök arasında
zurna sesi Kürtçe sesi
kezizersin hatta gözlerin dolmuş gibi
dahası var dahası yok
bu ayaklar hiçbir halının desenini bozmuyor

biraz allık fırçayla hafif pudra asfalttan 
eğri boyun ve kaval kemiği işe giderken 
yalpa budur
buzlu yüzüm uzun yüzüm
Greklerin neşesine sakızlarına aman aldırma
akar durur China’nın çeşmesi aksın dursun
bakarsın çok paramız olur köşeyi döneriz polis vurur bizi meşhur oluruz

topuğumu istiklale vura vura
bakıyorum almadığımı almışım şeyi bu
çok uzak oralar insan insana yasak gözünü seveyim tembih şeyi
Pek rengine aldanma felek eski felektir

hani yılgın olmazsın ama her yalanı kendine güzelce iliklersin
üzüle üzüle vardığın teselliler, işaret parmağınla gösterirsin
bazı cevaplar insanın yıllarını alır
acıların gömüleceği kumsal yok
ölürsün sonunda mezarında kedi bekler böyle şeyler

kalabalığı geçiyorum halkı geçiyorum
hayırlı uğurlu olsun diyecekler çünkü
mutluluk pek dikkat çekmiyor
ama mutsuzluk öyle değil
çekiştirecekler elmacık kemiklerimi
öpelim diyecekler ves
hızlanıyorum
bir pencere saklanarak sarılanlara bakıyor
birbirini öpse öldürüleceğinden korkanlara
kediler bayaaa iyi sokaklar taş
koşuyorum 
keklik gibi kanadımı abv

çiçeksiz gardening sanki böyle midemde
durmasın girişinde mahallenin
berbat etmesin sokak üstümü yeter başka bi şey istemiyorum 

dişlerimin arasında ezeceğim gül dişler arasında ezilecek olan gül işte
henüz bunu tam bilmiyorum
tam bilemeyişim benim gardım olabilir
ne anlatırım mümkünü gerçeğe nasıl dikerim
gözlerimle gördüklerimden 
kalbimin tam olarak nerede büküldüğünden 
tomografilerden mezatlardan
nerelere evet nerelere hayır bilmiyorum

eve dönene kadar kimse bilmeyecek
onlar da bilmeyecek nerden nereye bu bahar
belki de yaşadıklarımızı anlatmak için en iyi yol konuşmak değil

hayatımız bellidir işte buradadır 
sen iyi olacaksın diyorum
iyi ki doğdun, kaldır başını



*Ziya Paşa





ŞEKER OĞLAN*
With your community focused eyes
and the mercy you hoped for by staring at the sky,
folding, coping, hanging there to yourselves
should you be cowardly to whomever. 

I am looking for the courage of a lover
to kiss me in front of statesmen
while preferring the painful criticisms
to a silent trauma.

Morals and orders
inherited from father to son,
kissing the lips of these fat-ass politics
with ease.

I am ‘NOT TV’.
Do not mess with my settings.
I am sick of your turning my volume down
or turning me on and off
whenever the fuck you like.


I am not a TV,
yet guilty of accepting the invitations 
to your panic-attack-breakfasts 
in your emergency world.
I am not a project.

Your only dilemma is that 
I dream of Joseph.
Looking at me worried that
I am as OUT as a banner,
with ‘everthing-is-alright’ make-up
on your faces.

Funny,that I am busy 
with learning my favorite song by heart,
with kissing the feet of my lover,
with applying some cream to the implications 
that you shitted on my image
in my darkly lighted room.

Funnier,that I am reading
My Sweet Orange Tree** and The Soft Machine*** 
and stomping the-proper-men-march with my feet,
throwing my-name-included in rumors with your reputations.

What is the use of everything being so similar?
Getting ready for the funeral of my ex-lover.

Funniest,that I got harrassed by the neighbor
whom you all thought seemed so decent.

Asking my mom to dance with me.
Reading poetry to deal with it. 
Making fun of all little knick-knacks
you call manly.

Besides,
I know
that you don’t know
that I am not the stone 
that you picked from your rice.
But the love instead.

What about you, by the way?



*   Candy Boy in Turkish
** A book by José Mauro de Vasconcelos
***A book by William S. Burroughs

Re-imagined by Sa Bahattin and the magical Branka J.
Görsel: Sasha Kills

CANDY BOY
Kamu spotu gözlerinizle 
gökyüzüne bakarak umduğunuz medet?
katlamak katlanmak 
iyi dayanmak kendine 
korkaksan, kimilerine! 

Devlet adamlarının önünde 
beni öpecek sevgili cesareti arıyorum
şikâyetli ağrıyı sessiz travmaya tercih ederken
babadan oğla geçen ahlak ve emrivaki
aramıza giren koca kıçlı politikanın ezbere dudağını öpüyorum.

Ben  televizyon değilim
ayarlarımla oynamayınız
sesimi kısmanıza 
yahut istediğiniz zaman kapatıp açmanıza 
karşı çıkıyorum
ben bir televizyon değilim
acil servis olan dünyanızda
panik atak kahvaltı davetlerinize 
pembe T-shirtle gelmekle suçlanıyorum
ben bir proje değilim.

Tek derdiniz Yusuf hayal etmem
yüzünüzde her şey yolunda makyajı
pankart gibi açık olmamdan endişeli 
bana bakıyorsunuz

Oysa ben sevdiğim şarkıyı ezberlemekle 
oysa ben sevgilimin ayak bileğini öpmekle
az ışıklı odamda kırılgan yüzüme yerleştirdiğiniz imaları 
kremlemekle meşgulüm
oysa ben Şeker Portakalı ve Yumuşak Makine okuyorum
uygun ADAM marşa ayak vuruyorum.
çıkardığınız adlarımı yüzünüze vuruyorum
her şeyin bu denli benzer olmasına ne gerek var
eski sevgilimin cenaze törenine hazırlanıyorum
oysa ben hepinize iyi görünen komşumun tacizine uğruyorum
annemi dansa kaldırıyorum
dayanmak için şiirler okuyorum
erkeksen dediğiniz her şeye 
dilimi çıkarıyorum

Oysa ben 

Pirincinizden ayıkladığınızı sandığınız taş 
değil 
aşk olduğumu bilmediğinizi
biliyorum.

Oysa siz?



Görsel: Sasha Kills

Fırlatılmış Üç Taş İçin Atanmış Cinsiyetler / Utku’can Yazıcı
taş 1: kent monkman, spouter geyser, 2019, object

taş, 
fırlatılmış bir taş,
gökte süzülürken
dönüştüğü her şey benim
ve taş benim dönüştüğüm her şey
ve böylece her şey benim bir parçam
ben hiçbir şeyin parçası değilim

yalnızlığımdan başka hiçbir şeyin parçası değilim

böyle düşündüm ilk
böyle düşündüm ilk birkaç asır
ve şöyle yazdım sonra, 

-taşa yazdım, kâğıt oldu taş
ve kâğıt benim bütün benliğim oldu- 

şöyle yazdım:

"içime kurulan imparatorluk dışıma yansı!
devrilmiş haç işareti ve tanrı vergisi güzellik
ol! dedi sesin olduk, yık dedin yıktık aynayı 
dışıma yansıyan imparator, yitmiş bir yenilik 

bedenime sığınan ruh bedenime sığmıyor 
haç işaretini kaldırıyor ve alıyorum sırtıma 
sokaklarda gezinen uykusuzluk beni arıyor
aradığı yerde duruyorum, haç çıkarıyor bana

kendimi inandır bana, iyi olduğuma inandır 
arayış ve kaçış, inandırmak kendine kendini 
ben beni inkar ettim sürüyor bu inkar yıllardır 
ol! dedin olduk, tanrım! neden beğenmedin bizi? 

- sizin oğlanı geçen bir erkekle görmüşler. 
- bizim oğlan yapmaz öyle şeyler."

başım dik yaşadım ben 
ve bu yüzden dikine gömüleceğim
mezar taşımı üstüme örtecekler
mezar taşıma yazacağım kalanımı
aşkı yazacağım, aşka yazacağım
çünkü kendimi seni tanıyınca gördüm ben
sen benim aynamdın
ben sana hiçbir şey değildim

kerem ile mecnun 
leyla ile aslı 
bunu anlattım
anlamadılar

büyük ayrılık yaşadım 

ve şöyle yazdım:

"aşkın gören gözlere değil öpen dudaklara ihtiyacı var, 
anla! seni öpmek istediğim için beni öldürmek istiyorlar." 

ağzıma boşalttım gözyaşlarımı. tuzum genzimi yaktı. 

taş 2: kent monkman, jackson's hole, 2019, object

ilk seni gördüm. gözlerim yaratıldı ve gözlerimi açtım. bedenim yoktu daha. gözlerim ilkti. seni gördüm. ben kendimin bile bir parçası değilken gördüm seni. senin parçan olmak istedim. hayır. senin her şeyin olmak istedim. bedenim verilmemişti daha. gözlerim vardı ilk. o zaman istedim seni. her şeyin olmak istedim. sonra bedenimi verdiler. ben bedenimi çok sevdim. sonra senin bedenini verdiler. ben senin bedenini çok sevdim. sen gördün beni. bedeninle gördün. sen de istedin beni biliyorum. inkar etmedin. biz olduk seninle. bin yıl beraber olduk. bin yıl seviştik. çiçeklerimiz oldu, ağaçlarımız oldu, böceklerimiz oldu. biz ne zaman sevişsek doğa biz olurdu, biz doğa olurduk. seninleyken gece olmazdı. seninleyken bir gün hava karardı. bir gün diğer bedenler verildi diğerlerine. diğerleri diye bir şey vardı. biz bize göre çok farklıydık. biz farklılığımızı seviyorduk. onlar bize aynı dediler. onlar bizim aynılığımıza düşman kesildiler. bize göre onlar aynıydı hep. ve bize göre aynılık bir şey değildi. onlar sevmedi bizi. düşman oldular. kıskandılar. çiçeklerimizi kopardılar, ağaçlarımızı kestiler, böceklerimizi ezdiler. nefret ettiler bizden. onlar kafalarını duvarlara vurdu. duvarları aldı birbirlerine vurdu. birbirlerini aldı duvarlara vurdu. biz görmedik. biz ilkin görmedik onları. bizi ayırdılar sonra. ilk o zaman dedik "onlar kötü" diye. biz kimseye kötü demezdik. duvardı bize her şey ve her yer. anne devasa bir duvardı, baba devasa bir duvar, toplum devasa ve tanrı. bizi dört duvarla ayırdılar. bize dört duvar oldular. bir olmuştuk biz seninle. bütün olmuştuk. şimdi ben kendimi tamamlayamıyorum hiçbir şeye. ben vazgeçmezdim senden, dedim. sen benden vazgeçmeseydin.

artık ben yalnızlığımdan başka hiçbir şeyin parçası değilim.

ol! dedin.

ol!: yol ol, deniz ol, kapı ol, yok ol, yol ol, erkek ol, duvar ol, jesse james ol, al pacino ol, perde ol, devlet ol, kadın ol, siyah ol, uzun ol, şişman ol, dünya ol, çöl ol, kerem ol, hulusi kentmen ol, ev ol, direk ol, bas gitar ol, baston ol, mary shelley ol, rrose sélavy ol, vapur ol, deniz ol, şarap ol, gargamel ol, yosun ol, atom ol, süperman ol... hepsi oldum. hiçbirine yakışamadım. kendim oldum. kendime yakışamadım. 

dedin: ben senden vazgeçmezdim, dedin. ama canımı çok yaktılar, dedin.

anladım. bizi bize bırakmazlar bildim. kendi etimi yedim ve kendimi tekrar doğurdum. doğdum. doğdum, erkek dediler. yurdumu erkek belledim. ruhumu asla.

taş 3: kent monkman, pierre's hole, 2019, object

(çizmediğim resimlerin tasvirleri)

resim 1: bir tepenin en tepesinde bir adam. elinde renksiz bir bayrak tutuyor. diğer eli bileğinden ayrılmış ayağının dibinde duruyor. bileğinde bir şehir kurulmuş. ayağının dibindeki el özgürlüğüne kavuşmuş bir edayla adama bakıyor. adamın gözleri hüzünlü ama gururlu. bir tür vedalaşma sahnesini canlandırıyorlar. arka planda mezar taşı ve mezar taşına yaslanmış haç işareti.

resim 2: hızla üzerimize doğru gelen bir el. ardından gezegenler, galaksiler ve evrenler beliriyor. el görmüş geçirmiş bir tavır ile ilerliyor. elinde bir kağıt parçası var. (burada bir anlam karmaşası söz konusu. çünkü el tek başına, baştan aşağı el olan bir varlık. adam elinde bayrak tutarken "elinde bayrak tutuyor" diyebiliriz. fakat el tuttuğu her şeyi bütün varlığı ile kavrar. adam elinde tuttuğu bir şeyi öylesine tutabilir. hatta bazen varlığını bile unutur. fakat elden ibaret bir varlık öyle değildir. o yüzden adam elinde tuttuğu şeylerin kıymetini bilmeyebilir. el ise tuttuğu şeylere bütün varlığını adayacaktır.)

resim 3: el adama kavuşmuş durumda. aynı tepenin önünde dikiliyorlar. adam elindeki bayrağı ele (yani eline) vermiş. el tuttuğu kağıdı adama vermiş (bu elin bütün varlığını adama adadığı manasına gelebilir). adam kağıdı okuyor. okudukça gözleri büyüyor. sevinç ve şaşkınlık içerisinde. el bayrağı sabitlemiş. gururla adama bakıyor.

[-kağıtta yazanlar bizi yakından ilgilendirdiği için burada anılacaktır.-

"kesik el bir gün evrenin birinde bir profesör ile tanıştı. profesör ondan varlığını adamasını istedi ve o bütün varlığını ona adadı. bunun karşılığında profesör ona renklerin denklemini verdi. el bütün varlığı ile bu denklemi kavradı. denklem:

x= kırmızı ise, 
f(x) = 
"kapanmayan yaralardan akar nehir
ve baharı hediye eder bize aşık olmak 
aşık olmak kapanmayan bir kırmızıdır." 
x²= turuncu 
f²(x²)= 
"güneş batarken her şey aynı renge boyanır 
güneş batarken batar deniz kendi kendine 
her deniz dipten bakıldığında biraz da dağdır" 
x²+x= sarı
%50’si sarı olan x'in y ile toplamı da sarı ise, 
y= 
"kırılan bir dal demek isterdim 
düşerken kopan her şeye 
ve kırılan bir dala her şey demek isterdim"
f(x+y³) = yeşil =
"kül hece* ya da under pressure" 
sarı×kırmızı= mavi 
mavi=
"kaç dil değiştirdim fakir bir dokunuşla 
çadır kurdum kirpiklerine, ülkemsin artık." 
ve, 
f(x³+yeşil⅛) + 3Л** = mor ise, 
mor = 
"-şu samanyolu, dehşet güzel 
-bütün galaksilerin içindeyim" 
dir.] 

bir gün elimden ayrıldım. çok yaşlandım sen gidince. sen gidince renklerim soldu. bir gün elimden ayrıldım. yaşlanmaktan kaçmak için ayrıldım elimden. elim dönene kadar da yaşlanmadım. bir gün döndü elim. bana renkleri verdi. renkleri aldım bayrağıma sürdüm. bayrağıma renk geldi. yüzüme renk geldi. elime baktım. elim bileğime baktı. geldi şehrine kuruldu elim. elim bileğime tam oturdu. baktım yaşlılık bana göre değil artık. baktım özlem bana göre değil. haç işaretini aldım, elime verdim. haç işareti kayboldu. işte ben o günden beri ne zaman yağmur yağsa size hep gökkuşağı açtım. siz sevseniz de açtım sevmeseniz de açtım.

tepenin en tepesinde durdum. mezar taşıma bunları yazdım. oradan ayrılırken yüzüme düşen bir yağmur tanesi yüzümü kapladı.

böyle yazdım yağmur başladı 
gökyüzünde rengarenk haç işareti. 




*Bu şiirde Mabel Matiz yaşam tarzı ve cinsel yönelimi yüzünden rencide edilmemiş, kalbi kırılmamış ve bu şiirden kaldırılması akla dahi getirilmemiştir. Saygı ve sevgi herkese tavsiyemizdir.
** Л=3.14159 26535 89793 23846 26433 83279 50288 41971 69399 37510 58209 74944 59230 78164 06286 20899 86280 34825 34211 70679 ....


SON TANDA; PUGLİESE
“Milongadan sonra kahve içmek ister misin bir yerlerde? Yorgun olmazsan tabii…” Kaşları havada, üç tandadır1 gözlerini dikip izlediği kızıl Ukraynalı’ya bakarak cevapladı, “Bana gidelim, kahve var evde.” Boğazının gerisinde başlayan ağrı iki kaburgasını ayırarak midesine iniyor. Dönüp doğrudan adama baktı. Dalgalı saçları terli alnına perçem perçem dökülmüş. Beş parmağını geçirerek taradığı kırların başladığı çizgiden uzanan şakakları kırkların son çeyreğine özgü eskimişlikle çizgi çizgi. Kulağıyla ensesi arasında bekleyen küçük, beyaz açıklıktan kokusu yükseliyor. Parfüm değil, deodorant değil. Onun konusu. Baharatlı. Gelirim dese, hakikaten evine giderler. Kahve de yapar belki ama o kahveleri içemezler. Bunu biliyor. Bunu bildiğini adam da biliyor. Zaten o yüzden sürekli eve davet ediyor. Sonra? Evde kahveleri soğutmak kolay. Ya dışarıda bir fincan boyu konuşmak? Buna değmeyecek kadar sıkıcı mı? Filmler izler, kitaplar okur, sergilere gider zamanı oldukça. Yüksek lisansı yeni bitmiş, üç dili var. Bir fincan kahve bitene kadar dayanılmayacak bir sohbeti olamaz. Yoksa öyle mi? Ya da çok mu çirkin? Gözleri, dağılan pistten çivi topuklu ayaklarına doğru aktı, dün boyadığı tırnaklarından önce tarak kemiklerine sonra dizlerine oradan da uyluğundan kasıklarına uzanan yırtmacı taradı. Bacakları kalın belki, belki beli kalın. Giydiği elbiseler mi yakışmıyor? Ya kokusu? Geçen gün arkadaşları yumuşatıcı gibi kokuyor ne biçim parfüm dediler. Ağır, yaşlı işi bir şey mi sıkıyor yoksa farkına varmadan? Sözgelimi yanındaki adamın gözlerini gece boyu çalan şu Kızıl. İncecik bel, bembeyaz bacaklar. Saçlarının sol yarısı yanaklarına dökülüyor, sağ yarısı kulak arkasından ensesine kadar bir numara traşlı. Burnundan kulağına uzanan bir hızma takmış. Şal desenli beyaz şalvarının içinde mart sonunda açan kiraz çiçekleri kadar güzel. Muhtemelen yirmilerinin ortasında hatta muhtemelen başında. O, öyle bir kadını beğenir ancak. Modern, çağa ayak uyduran. Kızıl. Kısa saçlı. Yeşil gözlü. Burnunda hızması olan belki. Sütyen giymeyebilecek kadar diri göğüslü… Kısacası asla ona benzemeyen. Kendini üstü hurçlar dolu sandıkta sararmış patiskalar kadar ağır, sönük ve yararsız hissediyor.

Pist dört saattir onlarca çiftin durmadan döndürdüğü ronda2 yüzünden iyice yumuşadı. Kösele tabanlı pabuçlar bile dönemiyor. Cortina3  girdi, gece bitti bitecek. Son tanda mı, sondan bir önceki mi ne. Pugliese hâlâ çalmadı, belki sıradaki odur, Pugliese’siz milonga olmaz. Boyuna pistin hızıyla oynamadı DJ, yavaştan gitti bu gece. Sıkılan olmuştu muhakkak. Buraya gitmez düşük perde. Misal köşedeki tüysüzün içi geçti geçecek. Bütün gece aynı şişeyi kafasına dikti, öğrenci olsa gerek. Yanındaki adam, yaslandığı sandalyeden doğrulup boşalan piste doğru boynunu uzattı. Uzun salonun duvarlarını kaplayan aynalar dansçı nüfusunu iki katına çıkarıyor. On beşer saniyelik cortina aralarında salon daha hareketli, insanlar birbirlerine karşı daha güler yüzlü oluyor. Dakikalardır birbiriyle dans etmek için bekleyenler, birileriyle dans etmek için bekleyenler, dans etmeyi bırakıp oturmayı bekleyenler birbirine karışıyor. Pistin cortina trafiği hızlandırılmış bir kavşak manzarası kadar karışık, neşeli. Adam geriye attığı omuzlarının üstünde ileri uzattığı başıyla Kızıl’ın iri gözlerini bir, eğer mümkünse iki, tandalığına yakalamaya çalışıyor. Gecenin başından beri salonun dört bir yanında neredeyse köşe kapmaca oynamalarına rağmen kadınla göz kontağı kurup da onu dansa kaldırmayı başaramadı. Kızıl, pistteki partnerine ellerini arkaya bağlayıp başını eğerek teşekkür etti. Köşedeki bara gidip pipetli kokteylini aldı. Gözleri elindeki kadehte. Israrla bakmıyor adama. 

Gece boyu dansa kaldırır ümidiyle bu sandalyede, onu bekledi. Ne onu adım adım takip edip salonu gezdi ne de kalk dans edelim dedi. Beklentisini hissettirmemeye çalışarak oturup salak gibi bekledi. Kızıl’ı kovalaması, bu arada bazı tandalarda pistte dönmesi bitince yanına gelmiş, “naber, gel sigaraya çıkalım” diyerek elini dizine koymuştu. İçi erimişti o an. O da bunu biliyordu. Onun bunu bildiğini bilmesiyle ilgilenmiyordu ama. Sırf bu yüzden o eve gitmeyecek. Bütün gece son tandada dans etmek için onu dansa kaldırmadığını düşünse fazla iyimser mi davranmış olur? Karşılaştıklarında çok çok yakın davranıyor, sarılıyor, sarılırken kulağına “özlemişim” falan diyor, gözlerine uzun uzun bakıyor. Hatta az önce sigara içerlerken de böyle yaptı, hatta ağzındaki sigarayı ona uzattı, hatta tereddüt ettiğinde izmariti ters çevirip dudaklarının arasına yerleştirdi... İnsan hoşlanmadığı birine ağzındaki sigarayı vermezdi sonuçta. Acaba son tandayı onunla yapar mı? 

Adamın yana kayarken kendine çarpmasıyla irkildi. Kafasını çevirince uzun, sarı saçlı bir kadına yer açmaya çalıştığını gördü. Şimdi iki sandalyede üç kişi oturuyorlar. Adam kıçını ona dönmüş, bir kolunu kadına dolamış. “Nasılsın görüşmeyeli” diyor. “Sigaraya çıkalım mı?” Göğüs kafesini yaran sancının yerini yanmaya bıraktığını hissediyor. Tam kalbinin olması gereken yerde alev alıp köpüren bir kütle. Sandalyeden de düştü düşecek. Bunu fark eden adam dünyanın en düşünceli adamı ifadesini takınarak boştaki eliyle onu meme altından sardı. Diğer eliyse sarışının dizinde. Başparmağı dizin üstünde usul usul gidip geliyor… Kendini, o dizin üstünde küçük daireler çizen parmağın adama ait olmadığına ikna edemiyor. Nefes alamıyor, midesindeki şarap gırtlağına tırmanıyor.

“Son tanda! Pugliese...” 4

Gözlerinin dolmasına izin vermemek için şiddetle kafasını çevirdi. Hiddetle kısılan gözleri bir çift yeşil gözle kesişti. Tüm gece yanındaki adamla birlikte izlediği o kadın. Gülümsüyor. Hiç düşünmeden tek kaşını kaldırarak cabeceo5 yaptı. Kadın oturduğu iskemleden inerken, o da adamın elini ittirerek hışımla girişe yürüdü. Saatlerdir ruganı etini kesen çivi topuklu ayakkabılarını fırlatıp kasanın yanındaki koli bandını aldı. “Cart” sesine aldırmadan bandı her iki ayağına da ayrı ayrı tarak kemiğinden tabanı enlemesine saracak şekilde üç kere doladı, kalan ruloyu kasa kilidine takılı anahtarla kerterek kopardı. Sonra kadınla birlikte piste doğru yürüdü.

Ne düşünmesi gerektiğini bilmiyor. Sadece kızgın. Çok kızgın. Damarlarının içinde kan yerine ateş akıyor gibi kızgın. Aşk bu kadar aşağılık hissettiriyorsa bir sorun var. Sorun nerede? Yumuşatıcı gibi kokan, yirmi dakika sohbet edilecek kadar tahammül edilemez, kart zevkli kendinde mi? Yoksa her boşlukta onu manipüle ettiğini bildiği ama her seferinde belki bu sefer farklı olur diye yaklaştığı şu andropozlu pezevenkte mi? Kendinden bir karış kısa yüze göz ucuyla baktı. Elmacık kemiklerinin üstündeki çiller, yüzüne vuran Galata Kulesi ışıklarından kristal tanelermişçesine parlıyor. Islak saç köklerinden kurtulan tüyler ebru teknesine dağılan desenler gibi kıvrılarak terli alnına döşenmiş. İki iri zümrütü çevrelercesine kıpırdayan kirpikleriyle, iyilikle gülümsüyor. Hakikaten çok güzel. Bu kadar güzel bir insana istese de haset duyamaz. Şimdi karşı karşıyalar. Tüm gece yanındaki manipülatif göt lalesini, şükürler olsun, ısrarla görmeyen kadın, gecenin son ve en güzel tandası için karşısında dikiliyor.

Un Tango Para El Recuerdo’nun ilk vuruşu tüm göğüslerin kulak kesildiği salona akarken birbirlerine usulca yaslandılar. Sarılmaya alıştığı soğuk ceketli sert omuzların aksine ona yaslanan gövdenin yumuşaklığı hem çok tanıdık hem de çok yabancı. Kendisine uzanan kolların altından sağ elini uzatıp yumuşak gövdeyi yasem in asması gibi sardı. Sol eli, sarıldığı gövdenin sağ eliyle buluşup yere bakan dirseklerle bir çerçeve yarattı. Onlar için saatler, rondada akan çiftler için saniyeler, esasında tam otuz üç saniye tutan süre boyunca kökleriyle toprağı yaran, başlarıyla göğe uzanan başaklar gibi oldukları yerde salınıp oldukları yerle ve birbirleriyle şarkıya karıştılar. Dans etmek güdüsünün içinde kadük kalmış eylemsizliğin gücüne inanarak durdular. Duymanın, dinlemekle mümkün olacağını bilerek durdular. Bir daha asla duramayacaklarmışçasına durdular. 

                                                                                                       “Cuando vine pa´ este barrio, de la mano de mis viejos…”6 

					
Vücudunda biriken tüm ateşi ve öfkeyi yavaşça göğsünden karnına doğru iterek kasılan karın kaslarında topluyor. Şimdi kalçası kontrollü fakat serbest. On parmağı ve iki tabanı ile tutunduğu zemini her santimiyle hissediyor. Karnındaki ateşi uyluklarına yönlendirerek başparmaklarına doğru iç bacaklarının tüm hattını tatlı tatlı yakan kasları geriyor. Bedeni yalnızca ruhunu taşıyan etten ve boş bir kütle değil. Yaşayan, yaralanan, iyileşen, büyüyen ve hissettiklerini yansıtan bir mucize. Yalnızca mevcut hacmi ve kütlesiyle sınırlı, değişkenleri çalan şarkıya, çerçevesine aldığı bedenin uyumuna, pistin durumuna, kaslarının formuna bağlı ihtimaller mucizesi. 

Kapattığı gözlerini yolunu görebilmek için araladı. Ağırlığını sola verip göğsüyle çerçevesine aldığı kadını ilk adıma çıkardı. Ilık, yoğun bir havuzun içinde yürürcesine ağır, kuvvetli… Yürüyor, dönüyor, yıllardır dans ediyor olmanın verdiği alışılmış cesaretle birbirlerinin bacaklarına dolanıyorlar. Terli sırtları en küçük karşıt enerjiye duyarlı, artan ısıyla tepki veriyor. Omuzların başlattığı dönüşlere kalçalar devam ediyor, ucuna ağırlık bağlı olan birbirine dolanmış iki halatın hızla çözülüşü gibi dev bir burguya dönüşüyorlar. Tanda boyunca şarkılar arasındaki saniyelik boşluklar Un Tango Para El Recuerdo’dan 

                                                                                         “...Menos mal que Dios ha puesto una flor en mi camino
                                                                                                   Perfumando mi existencia el amor de una mujer…”			

Cascabelito’ya yürümeleri, 

“...Cascabel, Cascabelito;
                         ríe, ríe y no llores
                                           que tu risa juvenil
                                                       tenga perfumes de tus amores.
                                                                              Cascabel, Cascabelito;
                                                            ríe, no tengas cuidado			
                                           que aunque no estoy a tu lado					
              te llevo en mi corazón…” 7								

oradan Que falta que me hacés’e uğramaları 
                                                                   “...Qué ganas de encontrarte		
                                                                               después de tantas noches.
                                            Qué ganas de abrazarte,				
                                                    ¡qué falta que me haces!...			
                  Si vieras que ternura							
que tengo para darte,									
             capaz de hacer un mundo							
                                                 y dártelo después.					
                         Y entonces, si te encuentro,						
              seremos nuevamente,								
        desesperadamente,									
los dos para los dos...” 8	
							
ve en son A Evaristo Carriego’da uyanmaları için üzerine basılacak birer bağlaç. Kontrol onda. Bir çerçeve ne kadar akışkan olabilirse o kadar akışkan. Bir çerçeve eğilmeden ne kadar bükülebilirse o kadar kıvrılıyor. Kumral saçları firketelerden kurtulmuş, farkında bile değil. Sağ eli kavradığı sırtın derinliklerine gömülü, atan kalbi avuçluyor. Burun kanatları tüm salonu içine çekmek istercesine gergin. Akan rimeli teriyle yuvarlanarak gerdanına inmiş, kaşları çatık. Bembeyaz yüzü karanlık pistte doğan, büyüyen, dolan ve küçülüp kaybolan bir dolunay. La Cumparsita9 başlarken nabızları hızlanıyor. Pugliese’nin dramatik geriliminin yerini D’arienzo’nun dominant fakat akışkan notaları alıyor.10
Artık bacakları o kadar kontrollü olmak zorunda değil. Serbest bıraktığı dizleri bandoneon ve piyanonun telaşsız fakat hızlı ritmini kas hafızasıyla takip ediyor. Düşünmüyor, planlamıyor, şarkının her ritmini yakalıyor, basıyor, pistten aynalara doğru fırlatıyorlar. Birinin boleosu11  diğerinin sırtını çiziyor, birinin ganchosu12 diğerinin belinde patlıyor. Aldıkları her pivotta13 yumuşamış zemin göçüyor, adımların ardında uzayan, siyah çizgileri kalıyor. Zemini tepiyor, boşluğu tekmeliyor hatta artık iki kalpli, dört bacaklı ve dört kollu bir hayvan gibi şarkıyla dalaşıyor, dururken biriktirdikleri ne çok yağmur varsa yüklü bir bulut gibi piste boşaltıyorlar. 
14
Bandoneon’un her soloda neşeden hırçınlığa evrilen sesi piyanoyu bastırarak sona erdi. Uçuşan tozların bile havada donduğu o an, tüm salonda sessizlik bile susuyor. Sonrası uyanış. Sonrası kenetlenen ötekinden, usulca çözülüş. 
Kadın, kollarını çözer çözmez kaşlarını çatıp yere baktı. Veda etmekten çok, sır verip kaçarcasına boynuna sarılarak konuştu, “Your perfume smells amazing. Is it jasmine?” sonra cevabı beklemeden dönüp gitti. Giden kadının ardından bakakaldı. Duyduğu şeyi doğru anlayıp anlamadığından emin olamıyor, emin olmadan da hareket edebilecek gibi hissetmiyor. Gece bitmişti. Son tandadan sonra kimse fazla beklemez. Kulenin çevresini dolanan rüzgâr açık pencereden girip terli sırtına dokunuyor. Ardından gidip duyduğu şeyi teyit etse mi yoksa boş verse daha mı iyi?

“Sakın bir daha yapma.” İrkilerek döndü. Müdavim milongueralardan15 biri. Eskilerden. Daha evvel bir ya da iki kez konuşmuşlardır. “Neyi yapmayayım?” Kadın gözlerini devirerek cevapladı, “Avrupa’daki queer tango milongasında değilsin, lokal milongalarda kadınlarla dans etme.” Anlamıyor, “Neden ki?” Elini montlarını giyip sırtlarına ayakkabı çantalarını asmış adamlara doğru sallayarak büyüyen ağzıyla cevap veriyor kadın, “Türkiye burası. Seni lezbiyen zannederler, dansa kaldırmazlar. İyiliğin için söylüyorum.” 

İyiliği için onu uyardığını söyleyen kadına bakıyor, köşede kendisine anlaşılmaz gözlerle bakarken diğer yandan dizini okşadığı sarışına montunu giydiren adama bakıyor, daha iyi dönebilsin diye ayaklarına doladığı bandın çatlamış yüzeyine bakıyor, ay ışığının aydınlattığı Galata Kulesi’nin iri pencerelerine bakıyor ama anlamıyor. Bütün bu tuhaflıklara anlam veremiyor. İnsanların büyük kısmı anlam veremeyeceği kadar çarpık düşünüyor. Dans ediyor olmanın hatta âşık olmanın, bedensel ve duygusal dokunulmazlıktan feragat etmek anlamına gelmediğini kabullenemeyen insanlara dansın cinsiyetsiz olduğunu anlatacak dermanı kalmamış. Eşli danslarda kadın ve erkek olmadığını, takipçi ve lider olduğunu anlatmaktan iflahı kesilmiş. Sinirlenmek istiyor, sinirlenmesi gerek. Sinirlenemiyor. Parfümü burnuna güzel güzel kokuyor çünkü, o an dünyanın en güzel kokan kadını o. Gülümsüyor, “Seninle iyi dans ettiğin için değil de sadece lezbiyen olmadığın için mi dans ettiklerini düşünüyorsun?” Kadının ağzı büzülüyor, gözleri büyüyor, “Konu ben değilim! İnsan gibi uyardık işte, dans edecek adam bulamazsın.” Omuz silkiyor sakince, “Siktirsinler.” 

Hafiflemiş fakat ağrıyan tabanlarının keyfini sürerek masasına döndü. Telefonunu çantasına attı, ayakkabılarını alıp çift bölmeli saten kılıflarına yerleştirdi. Bot bağcıklarını bağlarken bir ıslıktır tutturdu. Saten kesesini omzuna atmış vaziyette beş kat merdiveni Cascabelito’yu üfleyerek indi. İndikten sonra ağır giriş kapısına tam asılacakken arkasından bir çift ayak sesinin koşar adım yaklaştığını duydu. “Hey!” Sese döndü. Yine o. Az evvelki iyicil gülümseme. Yetişmek için koşmuş mu? Konuşurken üç kelimede bir derin derin nefes alıyor. Yüzü yine kızarmış, terlemiş, parlıyor. 

“It’s almost 3 p.m. I don’t know which cafes are open at this time, but there should be some open places close to the tower. Would you like to have some coffee with me if you don’t have a better plan?”
  1. Çiftlerin bir tur dansı için sıralanmış 3 ya da 4 tango, milonga ya da vals şarkısından oluşan demet.
  2. Milonga pistinde saatin ters yönüne akan, dansçı çiftlerin dans ederken oluşturduğu geniş çember. 
  3. Partner değiştirmek ve dansı bırakmak üzere verilen 15 saniyelik mola boyunca çalınan, tango olmayan şarkılara verilen genel ad.
  4. https://open.spotify.com/playlist/6Jhjh5IqeWrYlGvCRJQXaA?si=d98ddf5b5e244c0f
  5.  Dans gecelerinde uzaktan göz kontağı ve baş hareketleriyle dans partnerini dansa davet etmek.
  6. Jorge Maciel - Orquestra Osvaldo Pugliese, “ Un Tango Para El Recuerdo”, 1957, 33. saniye
  7.  Jorge Maciel - Orquestra Osvaldo Pugliese, “Cascabelito”, 1955, 59. saniye
  8.  Jorge Maciel - Orquestra Osvaldo Pugliese, “Que falta que me hacés”, 1964, 1:17. saniye
  9.  Milonga gecelerinin yalnızca başında ve sonunda çalınması gelenekselleşmiş, tüm zamanların en çok bilinen tango şarkısı.
  10. Juan D’Arienzo y su orquestra tipica, “La Cumparsita”, 1937, Bandoneon, 1:52. saniye
  11. Tango term.- kırbaç
  12. Tango term.- çengel
  13.  Tango term.-dönüş
  14. Juan D’Arienzo y su orquestra tipica, “La Cumparsita”, 1937, Bandoneon, 3:31. saniye
  15. Sosyal dansçı kadın

atmosferik dans
dertop olmuşluğunu aç
sıkı durmaz artık hikayem
motivlerim herhangi bir sabah
herhangi bir yağmur damlası
arbedesi herhangi bir
olanakları olasılıkları

		kumaşlara dolanan parçalarım 
		sokağın çöpleri ve kuşlarıyla uçuşuyor
		huzursuz sağlamlığın iğnesi bedende yürüyor

aciliyeti bıraksa hemen.içiçe geçmiş tuhafları gerçektir.aynadan çıkıp felaketlerle boğuşuyor.felaketten sonra da başının çaresine bakacak.sıradan birini, olmayan birini, zamana duyarlı, derisi akıp gitmiş birini toparlamaya çalışarak gerçek zamanı kaybettim.topladığım kadarını aynadan içeri soktum. otuz yıldır birlikte yaşadığım birine sordum kimsin.müjde

anahtar ağzımdaydı.olaylar dilin üzerinde koptu fakat dil istediğini anlatamadı.doğaüstü çığlıklarla doldu.sade bir insan yaşamı diyebilirdim.orda ellerin akılalmaz şekillerine hayran olurdum.orda havai dalgalanırdım.can havli aynaya da koşardım.izlesen hareketlerim rüyalı.

iğne yürürdü.plastiğe denk gelirdi.plastik bacak et bacak yok bacak.kopmuş parçasıyla çağrılan biri.kendi yolunu baştan başlar.gezinedursun bu akışın her noktası tek.bahçesi açık nefesin peşinden koşuyor. orda midemi onur ve yasla dolduramam.

iğne yürürdü yoklamaya açıladuran kıvrımları.o kıvrımlar ötekiler meydanında toplanırdı.meydan her evin ortasına kurulurdu.şekli ve hacmi yok denenmiş anları var.yer değiştirir çınlamaları. gramer bilmez perform iğne yürürdü

parmaklarımdan yolları. dışarı attı atılacak basıncı.vücudun uçları iyi birer çıkış noktası.dokusu taşlık.iyi bir anlatıcı.kımıldanırdı her zaman.sesler spiraller yaşlar ardında dağılırdı, karışırdı, havayı yapardı. varkalışı pervasızdı.

iğne yürürdü.







Baba Katli
oğlanlığımın uzak esmerliğiyle karşı
durduğum bu muktedir kargaşanın ağırlığı
seccadeler yasinler ve en güzelliğiyle
yusuf’un omuzlarımdan söküp alamadığı
muzaffer bir adam olma hülyası
bıyıklarından çekip yere çalmalı bu tanrıyı
kravatların boğan eğdiren penisliğini
arz etmedim bilgilerinize efendim ve sakallı
bir yüze dokunmanın içimi acıttığı
nereden de çıktı hiç
bir babanın ibne olamayacağı
helaktır madem müsrif çocuklar
lut yerinden yansın bu ateş
unutulsun eve dönüş ki hep sarı
anlaşılsın artık aşktan
gayrı bir ilah olmadığı

bir damla gözyaşı uğruna düşlenen intihar misali
büyüsün içimizde           baba katli




SABAHIN ÜÇÜ
Taksi şoförümüz Somali’nin buradan nasıl
daha iyi bir yer olduğunu anlatıyor bize çünkü biz İslam’da katilleri infaz ederiz. 
Böylece, daha az cinayet işlenir. Ama orada iç savaş 
yok mu şu anda? Bir sürü cinayet olmuyor mu?
Evet, ama genelde orası daha iyi buradan. Şimdi 
değil ama, çoğu zaman. Bize sistemin 
ne kadar akıllı olduğundan 
bahsediyor, yalancı şahitlik yapmanın 
zorluğundan. Kafalarımızı sallıyoruz. Çok şey öğreniyoruz. 
Diyorum ki – artık eve yaklaştığımızda – peki, 
ya biz? Birbiriyle evli. İki kadın.  
Alınmayın, diyor, büyük ciddiyetle. Ama adamla
adam, kadınla kadın: Halka açık 
infaz demek. Kafalarımızı sallıyoruz. Southeast Corridor*
boyunca kısa bir sessizlik yaşanıyor. Sonra diyorum ki, Evet, 
ülkemi seviyorum. Bu onu güldürüyor; hep birlikte gülüyoruz. 
Alınmadık, diyor Josey. Seni seviyoruz. Bence biz bazen 
Eşcinselliğin Kelamını yayarak herkesi gay olmaya çağırıyoruz.
Taksi kahkahalarla sallanıyor, bir nevi 
ölmemizi isteyen zavallı adam deli olmadığımız için rahatlıyor.
İkimiz onu teselli ediyoruz, rahatlatıyoruz, 
gülmesini istiyoruz. Ona Ülkemizi seviyoruz, 
diyoruz. Ve ona bahşiş veriyor Josey. Yüklü bir bahşiş.



Türkçesi: Kerim Atay


——————
*Southeast Corridor: Orta Atlantik ve Güneydoğu Amerika Birleşik Devletleri'ndeki mevcut demiryolu hatlarını Washington DC’den Boston’a uzanan ve Northeast Corridor olarak bilinen mevcut yüksek hızlı tren koridoruna bağlaması planlanan demiryolu projesi. 



                              Henüz Dikilmemiş Bir Karadut Ağacı
Çanlar Ayasophia’da çaldığı zaman, ölümümün yasını tutacaksın, bekle bir müddet
Tohumlarımda ancak o zaman insanın tükürmediği sudan gelen şehvetli bir kudret
Olacaksın! Yakındır elbet, yeniden buluşmamız, işte o zaman dalımda onurlu bir cinnet
Güney illerinde sürmanşet…Yazılacak! Ne kaldıysa sana yokluğumu hissettirmeyecek
Bulacaksın! Hükümet kalıntılarını, meşk hayatını dillere pelesenk eden pul soyluları
Bir vakit geçecek önünden çiftçiler ağlamaklı, soğan kökleri istemeyecek yeşermek
Nedensizlik destursuz girecek kapından artık, benim köksüzlüğümde kayıp kıyameti
Koparacaksın! Kendinden başkasından ummazken medet, kul israfına alet siyasete
Karşı duracaksın! Bana dökmek için tatlı suyu, öksüreceksin tuz ruhunu aklında kuşku
Çalışacaksın! Kahveni yeniden dolduracak, beni hatırlamamakta bulacaksın huzuru 
Türkiye Abi’yi, deniz cesetlerini, mafyadan hallice devleti ricalini, hırsla budayacaksın!
Yasal uyarıcılardan kuvvet al, büyütmek zorundasın yerlere dökecek de olsam dutlarımı
Hava ben gibi kararacak! Ay ayrılığımıza ağlamaklı, yıldızlar kayacak hasret suretli odana
Şiirinden geçen insanlar o zaman imrenerek bakacaklar sana, sendeki dünya kalıntısına
Geçmişinde bir kar küresi var biliyorsun, kırık cam parçaların yoğuşuyor, bazen yağıyorsun
Bıraksan da kendini Güney’e doğrulan ilk denize, sen yüzmek isterken dönen tekerleklerinde
Yorgunluğunun sesi acı bir güneşle kavrulacak! Ben işte onu duyacağım sana bakamadığımda
Handan otu ıslanırken sirkede, böreğin üzerine biraz daha çörek otu artık benim için değil
Salınacak, soyunacaksın! Bana, sanki yeniden uzatışın o tarçınlı keki, uzak bir hayal değil 
Bunların hiçbiri paranoyakça, histerik, hastalıklı değil, sana verdiğim duyguyu bir sır gibi tut
Mahallene bir koku daha duyur duvardaki çirkin yazıları vur, Taksim’e koştur sen bir haydut 
Hep gördüğün ve benimle olan rüyalarınla onları korkut, aşılar ağırdı, sırtında koca bir çanta 
Hatırlayacaksın, hatırla! Kollarım hiç ağır gelmezdi sana, ıslanmıştım ölürken ağzımda salya
Kabullenme bu gidişi, ağacımın arkasına saklanmayı bırak! Yaprağım sıcak, hava parlayacak 
İnanmayacaksan yeniden gelişime bir silah doğrult bana, erittim Kuzey dağlarındaki karları
Cürmüm budur, ama sen ılıman ve tropikal ve nemli bir iklime aitsin orada kalmanı isterdim
Ne varsa sana aşık İstanbul’da, onların kökünü kazı, sil defterlerinden, beni var say isterdim
Sulandıysa buzulların şimdi sen hatırlat bana, o yaban evine izinsiz girdiği için vurulan geyiği
Kahkahalarla gül terini doldururken beyaz bir bardağa! Ah her şey sepya, bu masa, bu tahta
Beni çıkartmadığın balkon, bana açılmayan bahçe ve kapı…Sakinleştirme aklını, beni duyma!
Bakma bana, sav beni başından, naaşımı bir uyduyla yolla arşa ama elvedayı benden sakınma!
Sen sur ne zaman üflenecek diye beklerken yatağında döneceğim toprağa, ‘an karibi’z-zaman!  
Sen ve ben birbirimizin yanlış kararlarıyız, beni oldurma, çanlar Ayasophia’da çaldığı zaman! 





Laço
gökkuşağı; kış günlerinde
sokağa serili ve
bir ayna edasıyla
bizi bizlere anlatıyor

boynumda homoseksüalitenin 
altın madalyası 
eflatun bayrakların altında
kendini daima koruyan erkeklerdenim 

ses ovada kalmayıp şehre kavuşuyor
-çok şükür!-
her altın madalyanın bir gümüşlüğü, 
bir bronzluğu var
bunca sene kendim olamadıkça
anlamsız
bronz, gümüş, altın 

bunca sene etek traşı olamadıkça
boğazları yumuşatan çaylarla
destekledim kelimelerimi
bir şeyler akar diye kendiliğinden
peçete bulundurdum hep yanımda 

diyojen'den marko paşa'ya
bir geçmişi vardır bu ülkenin
altın madalyayı boynumda saklamam
sürekli korunmam bu yüzden




bittiği söylenen 
yaz bitti
bundan böyle kalasıya yaşamak yok anı 
ama şimdi sen hatırlayacaksın 
kapısı örtülmüş sabahın güleç vaktinde 
yani zihnimde hep öyle kalmalısın 

kaç zamandır dünya senin baktığın gibi bakmıyor sana 
göründüğün gibi kalmayı yazdığın bir yaz akşamı 
o gençliğin rüzgarıyla geldi evine 
-kiraz getirdim trabzon'dan
çünkü rüzgarın gençliğiydi gövdesi 
ve yaz her zaman yazdı o evindeyken

yaşam aşk ve bilindik tutkular gölgesi
hazzın parmaklarından ılık ılık aktığı anda 
sırtını boşluğa dayamış 
kendine büzülmüş oturuyorsun 

aşkını adlandırıyorsun- gay aşkı bu
içinde onun dudağının körfezinde kaybolma korkusu 
lubunyaya  karışmış bir öfke
ve müziği hatırlıyor olmanın 
kanına kıymıklar karıştıran hızı

anlamsız bir dokunuşu olmuş rüzgarın 
ali'nin gecikmiş hayali 
kelimeleri seçmek zorunda bırakmadan
-sevdiğin bir insandan bahseder gibi-
gerçek denen haydudun susuz köprüsünü 
koşar adım geçer gibi sarıyor seni 

 ağır varlığını göstererek erkek şehrin havasına
 yeni doğan bir bebeğin içine çekeceği kadar
 havayı soluyup kalkıyorsun 

birdenbire gözlerini umarsızca
odaya çevirdiğinde 
gömlekler kondomlar külotlu çoraplar
hayallerinden arta kalan şiirin 
ölü mısralarını kemirmeye gelmiş 
beceriksiz bir oğlanın yazdığı 
uzun dizelerden biri gibi 
sevişmelerinizin de bittiğini anlıyorsun

sakallarımız ayrılırken diyorsun kimseler duymasın
çabaladın yok saymaya çalıştılar
onlar böyledir – ezik yaban çiçekleri gibi
 her oğlan göğe çekilmiş bir orta parmaktırcılar

biliyorum 
aşkın ölmediği her yerde söylenir 
ama kirazlar kışın meyve vermez 
ve yaz sahiden bitmiştir 



Korkunç Toplu Aile Fotoğrafı

Soldan, ayaktakiler:
eski başbakanın hayırsever ve koca yürekli olduğuna ikna edilmeye çalışıldığımız oğlu,
ki kumar değildir ayıp, halkın cebinden çalınanlarla oynanmıyorsa
ahlakçılık da tehlikelidir hırsızlık kadar

her mega projenin, her inşaat ihalesinin altından çıkan kısa müteahhit
cansiperane sahiplendiği “dava”ya karşılık dört yüz küsur milyon liralık vergi borcu silinen mücahit
açgözlülüğün genetiği bozabildiğinin yaşayan kanıtı

çöpten yemek toplamaya mecbur insanların günden güne arttığı yerde
zerre miskal umursamadan çektiği yemek videolarıyla iticiliğin sınırlarını zorlayan
fenomen olma heveslisi az ünlü youtuber
instagram filtrelerini daha etkin kullanmalısın
                                                                          ya da
yediğin avam yemekleri istisnasız övmenin değil canlı yayında boğazına bir tavuk kemiği kaçıp da boğulmanın haber değeri var

güney’in kapısından girerken kişilik namına ne varsa bırakan kayyım
altı ayda bitmedi bak, gördün mü
yatakta kendinle kaldığında gecenin en tekinsiz saatlerinde uyuyabiliyor musun sahiden
o utanmazlar! o ahlaksızlar! o sapkınlar! daha sana utanmayı öğretecek

konya’da gizli bir uzay üssümüz olduğuna, yerli roket yaptığımıza, amerika’nın kullanmamıza izin vermediğine sarsılmaz bir bağlılıkla inanan amca
betona gömdüler tarlanı, eskiden ektiğin patates dışardan geliyor şimdi
elinde avucunda kalmadı, aldığın nefes parayla
uzaylılar zinhar içimizde, roket bize girdi

Oturanlar:
hande kader istiklal’de dövülürken saray’ın iftarında ağırlanan makbul lubunya
hande sonradan yakılarak öldürüldü, duydunuz mu sayın diva
ejder meyveli smoothie güzel miydi bari

ne iş yaptığı tam olarak bilinmeyen milyoner koleksiyoneri hanımefendi
herhangi bir vasfınız yokken gündemi bu derece meşgul etmenizden
salgının yoğun olduğu ülkelerden gelen manitalarınızla karantina kurallarına riayet etmemenizden
ve son olarak en çok kitap yazmaya cüret etmenizden tiksiniyorum

kocasıyla birlikte o gagalı, güzel balıkçıl kuşun da adını kirleten nefret dolu gazeteci
sözcük israfı 
*

pınar gültekin’in o boyla varile nasıl sığdığını merak eden gereksiz şarkıcı
iki binlerin başında yapamadığı evlilik zamanda kırılma yarattı belki de
alternatif bir evrende cehennemdeyiz hepimiz

çocuklarını pazarlayan isimsiz bir korkunç anne
seninle korkunçlukta yarışacak çok az şey var


beni bana sormadan hiç, beni umursamadan, beni zorla, harap bitap beni, korkunç bir ısrar, bitimsiz bir coşku, salyalı bir alışkanlıkla beni…

beni hoyrat bir** selfie’yle
yeni bir fotoğrafa koydular





*Ahmet Şık’ın bir twitinde geçen bir ifade
**Metin Altıok

Sappho 𖦼 105a

Category : no 7
105a


Kızarmış tatlı bir elma gibi ağacın en tepesindeki
dalın en ucunda, toplayanların unuttuğu
hayır, unuttukları değil, aslında, erişemedikleri.





Türkçesi: Roman Karavadi








Antik Yunanca aslı / İngilizce çeviri kaynak: Sappho, Alcaeus. Greek Lyric, Volume I: Sappho and Alcaeus. Edited and translated by David A. Campbell. Loeb Classical Library 142. Cambridge, MA: Harvard University Press, 1982., s. 131, 105a.

tahribatsız muayene
bugün on üç yaşıma girdim, bornozumla uyumlu banyo terliklerim çekmecede. öğretmen bir çocuğa "dangalak" diyor, kardeşim sinirleniyor, inceliği kendinden menkul bir çocuk. senelerce tekrarlanacak o rüyayı ilk defa görüyorum.


burası güvenli,
zamanı tahmin edilemez kılan,
onu değirmene götüren bir beyazlık hâkim.

dün yedi yaşıma girdim. elimdeki gazetenin köşe yazarlarını ezbere biliyorum, gıpta. senelere salya akıtarak bakıyorum ve arttırıyorum! 


dün doğdum, 
elimde topaç, 
başımda amerikan kesim saç.
burası güvenli,
anlamadığım kadar ışık,
tahribatsız muayene,
birtakım gözaltılar var.

pınar'ın beyaz çantası,
kakülleri ve arkadaşları var.
çantayı öğle arasında çalıyorum
salondaki koltuğun altına saklıyorum.
bütün akşam yakalanmayı bekliyorum,
pınar’ın annesi arıyor.

failin yakalanışı, utanışa teslimi, tahribat.

mavi çantamın içine sadece bornozum sığdı, terlikleri giyinebilirim. evden çıkıyorum, üç kat yukarı. o akşam evde uyuyorum, yine.


saçlarım bitleniyor,
oğlanlar kahkaha atmaz
oğlanlar kahkaha atıyor.
kızlar kahkaha atamaz.
kızlar tabii,
bit onlardan bulaştı!
kafamı kazırcasına tarıyoruz,
annem sinirli,
amerikan kesimi özlüyorum;
henüz çocuğum, çubuklarla oynuyorum.
bunları hem annemden hem babamdan
ne bakkaldan ne çakkaldan;
en büyük meydan ateşlerinden
yana yana kaçan gençlerden öğrendim.
ateşlerini yağmura buladılar ki
bir geçit töreni işte böyle olur, çok sevdim!

ama gece uyanıp çekmecelere işiyorum,
hiçbiri dindirmiyor öfkemi, 
beyaz çantayı, pınar'ı, öğretmeni
köşe yazarlarını ve rüyayı yakmak istiyorum
bu gıpta yanlış biliyorum, çöpe atılıyorum.

burası güvenli,
okmeydanı ssk ve diş hastahanesi,
aralarında üç şeritli yol,
iki şeridinde daima park etmiş arabalar.
parçalı bulutlu bir gün, 
hava limonata kokuyor.
orta şeritte uzanıyorum,
çıplaklığım emiyor asfaltın ısısını,
buradan sadece gökyüzü görünüyor.

burası güvenli,
kimse, göz ucuyla dahi bakmıyor bana,
ıpılık bir su gibi geçiyorum senelerin arasından.

bu rüyayı bugün hatırladım. dün doğduğum yalan. yarın için topacımı, gökyüzünü, kıvırcık ve bitsiz saçlarımı hazırladım. ilkem, küçüklerimi korumak; büyüklerimi doğurmak. 


tahribatsız muayene diye bir şey yok,,





antigone

gecenin işçileri çalışıyor diyen kadınlar
gecenin içinde kaybettirilen kadınlara bakarak:
allah her yerdedir dedi. kadınlar hiçbir yerde.

bi’ kanamayla akraba olunabilir.
yani bi’ kanamaya bakar sevgilim, 
bütün mezarlara çiçek tutan o ellere, kar küremeye/
çiçekli tülbentlere, yeşilin zehrine, kar yanığı gerillaya
yani alnı akıtmalı bir düşmeye, düşerken ardında bırakılan o boşluğa
yani kendine, kendinden dönmeye.
dönerken çizilen çembere, sevişirken ölen peygamberdeveleri’ne
ölüleri soğumasın diye battaniyelere,
ölüler ki gömülmezler çün onlar leştir sevgilim.
onlar bize esirgenmiş kar yanıkları, hatırla
dünya ,orası kanamaya devam ettikçe dönüyor
hâlâ /yani organlarını incir ağacının yapraklarıyla örten hayvan
yani bütün boşalmaların birincisi
bütün ceninlerin artığı
kanamalı kırım, kanamalı hayvan. boşluğu diline 
ezber etmiş bu parkalı muhacir, ah ki
o çürüdükçe biz dirildik.

yasalara boyun eğmiş bir antigone gibi
babanın ve erkek kardeşlerin yasalarına boyun eğmiş bir antigone gibi,
yani yaşamak isteyen bir antigone gibi,
yaşanabilir
mi?
bu.
kanamalı bir soru

ön söz
“bütün şairler delidir”
Scévole de Sainte-Marthe
şiirden kurtul
sokağa in diyor mahalleli
az evvel biri, benim yüzümden boşamış nermin’i
cahile peygamberdevesi
yedirebilir misin diyor
bakıyorum, dante ve kamil abi’ye göre dipteyim

öğütlere gömülü okuyucular ve siz;
zavallı ortaklarım
varlık paranoyasıyla kopardığınız yaygara
ve deli alacası kıssalarınız bana uzak
ağır öğretilerle buradasınız ama
asırlar önce tabağımı yıkadım
aynı şey değil midir arınmakla?
yok, nermin’le hiç sevişmedik
kamil abi’yle de
fil kapıdan geçer de kuyruğu kalır
aynı şey değil midir sır tutmakla?
yol alıyorum, darwin ve nermin’e göre tepedeyim

imgeden kurtul
sokağa in diyor mahalleli
yıllar evvel nermin, şiir yüzünden öldürmüş kamil abi’yi
tanrıyı katil ilan eden
sözcük değil miydi diyor
aydınlanıyorum, nietzsche ve şiire göre edepsizim

Queer in Me*
	1.Padme, Annem Eteğimi Vermedi.
	2.Kadie Elder, First Time He Kissed a Boy. 
	3.Sufjan Stevens, Mystery of Love. 
	4.Dolu Kadehi Ters Tut, Anamız Babamız Yok Deriz.
	5.Katy Perry, I Kissed a Girl.
	6.Todrick Hall, I Like Boys.
	7.Athena, Ses Etme.
	8.Lady Gaga, Hair.
	9.Lilly Allen, Fuck You.
	10.Ajda Pekkan, Sana Ne Kime Ne.
	11.Gloria Gaynor, I Will Survive.
	12.Pharrell Williams, Freedom.
	13.Hadise, Nerdesin Aşkım.
	14.Israel Kamakawiwo’ole, Over the Rainbow.
	15.Pink, Raise Your Glass.
	16.Kenan Doğulu, Eksik Hayatlar.
	17.Pet Shop Boys, Go West.
	18.Lil Nas X, Montero (Call Me By Your Name).
	19.Nuri Harun Ateş, Ay
	20.Leggoh, I Chant, You Vogue.
	21.Charlie6, Perra Fina.
	22.Emel Müftüoğlu, Hovarda.
	23.Gülşen, Bangır Bangır. 
	24.Against Me!, True Trans Soul Rebel.
	25.Onsind, Heterosexuality Is a Construct.
	26.Jakuzi, Lubunya.
	27.Simge, As Bayrakları.
	28.Rina Sawayama, Cherry.
	29.Sezen Aksu, Onursuz Olmasın Aşk.
	30.Nova Norda,  Varım.
	31.Billie Eilish, Wish You Were Gay.
	32.Mabel Matiz, Geziyorum Dünya İşte.
	33.Sertap Erener, Rengarenk.



https://open.spotify.com/playlist/4mEIzlUWiLWRaLeU2XiTpO

 “H”

Bana anlattı
Anlatmam için

H. aynanın karşısında durduğu andan başladı anlatmaya. Henüz başına gelmemiş o felaketten beş dakika öncesine kadar hayat mutluymuş, hem de kendi etrafında dönecek kadar mutlu. Anlatırken, öyle geniş bir gülümseme yayıldı yüzüne, ışıldadı, patladı. Havaya saçılan her bir şen zerrecik mutlu olduğu o geçmiş ana karıştı, sanki bir bulut olup tekrar geri gelmek ve şimdinin üstüne tatlı bir yağmur gibi yağmak istercesine. 

“Yaşamımda donup kalmak isteyeceğim tek zaman, o aynanın karşısında geçirdiğim beş dakikadır, biliyor musun?” 

Elbise dolabının üzerindeki aynaymış. Hava çok sıcakmış o gün. Evde kimse yok. “Tek başınalık özgürlüktü benim için,” dedi. “Küçücük bir odada bile.” Aynanın karşısına geçmiş, hohlamış koluyla silmiş, parlatmış, kendi de pırıl pırıl, şıkır şıkır, al al olmuş. 

“Soyunup, çırılçıplak kaldım, müziğin sesini açtım; çal La Vie En Rose çal”

Quand il me prend dans ses bras
Il me parle tout bas
Je vois la vie en rose

Kolları açık döndükçe dönüyor, hızlanıyor, başını eğiyor, yavaşlıyor, sonra yine hızlı, kavuşması hayal özgürlüklere uçuyor, beş dakika daha biraz daha, şu şarkı bitene kadar, toz pembe dağılana kadar, kendi rüzgarından tüyleri kabaran bir tavus kuşu, kendini sevmek çok güzel, sımsıkı tut beni, kollarına aldığında, cennet ayaklarımda, nefesin, sesin, Edouard güzel oğlan, ahh…je taime

Fırıl fırıl dönen fakir odanın sıvasız duvarlarından zihnine edepsiz şekiller akıyor, çıplak, açık saçık, eller o eller ki ergen bedeninde dolaşıyor, hoşuna gidiyor bu, çok hoşuna gidiyor.

Daha hızlı dönerse zamanı geri çevirebilecek, yaşamının başladığı yere gidebilecek, belki bir Matthias’ı seçebilecek baba olarak ya da Alice’i annesi, doğum yeri Hollanda, cinsiyet yok, medeni hali özgür, sevdiği renk gökkuşağı– zamanı geri çevirme arzusunun nedeni beş dakika sonra aynaya gölgesi düşecek olan sert suratlı canavar. Yeri kıra kıra gittikçe yaklaşan adımlar, taşlar çatlıyor, gök ağlıyor, gümbür gümbür. Onun gözleri hâlâ kapalı, kulaklarında hâlâ La Vie En Rose, hâlâ dans ediyor.

Il est entré dans mon cœur
Une part de bonheur
Dont je connais la cause

“Müzik sustu, dans bitti, aynaya sıçrayan kan, tuzla buz olan ayna, duvarlarda kızıl izler, sırtımda açılan kemerli yollar. Tüm bunlara tek şahit pencerenin kenarına konan güvercin. O da sonra uçup gitti, gitti öylece bir tek tüy bile bırakmadan. 

Kafam öyle dağınık, gözlerim bulanmış, yüz çeperlerim genişlemiş, dişlerim ağzımın içinde genleşiyor, kafatasımın yeryüzünde kapladığı alan büyüdükçe büyüyor, sonra kara kapkara bir deniz salyası beynimi yavaş yavaş örtüyor ve o ana dair içimde canlı ne varsa öldürüyor. İşte bu çocuk ertesi gün gözlerini hastanede açacak, o geceye ait olan tüm anılar silinmiş, yok olmuş. 15’lik bir zihin o aynayla birlikte birliğini yitirip parçalandı, tuz buz.” 

***

 “Yatağımda yatıyor, etrafımda konuşulanları hayal meyal duyuyordum; 
Hastaneye getirdiklerinde durumu feciydi
Yüzünün tam ortasında onu böyle ikiye bölen bir kesik
Kendini tam ortadan ikiye mi kesmiş
Yalnız nasıl o kadar muntazam atmış ki o kesiği anlamadım
Acile getirildiğinde hemşire bayıldı çocuğu görünce
Ben hiç böyle bir şey görmedim
Beyin sarsıntısı geçirmiş, sırtı da paramparça kemerle dövülmüş
Kim yapmış
Ameliyat masasından kalkmaz artık diye düşündük. 
Valla kalktı kalkmasına da çocuk, hatırlamıyor bir şey

Kesik yüzünde feci iz bırakacak. 
Böyle kocaman büyük çirkin bir iz. 
Musa’nın yardığı Kızıldeniz gibi, çirkin bir delta gibi
.”

***

“Sonra işte büyüdük. Baba ittirmesiyle akademi sınavına falan girdik sonra kapağı teşkilata attık, adam olduk, fena da olmadık. Polislik büyük meslek, forsluyum mahallede, havalı dolaşıyoruz, bir yürüyorum yerler yıkılıyor. Ama içimde durulmayan deli bir kan var. Akmaktan sıkılmış, coşmak isteyen.” 

H. o zamanlar her gün içiyormuş. Olaysız pek günü de geçmezmiş. Yine onlardan biri. O gün de Ramazan komiserin karşısında ayakta zor duruyorum, diyor. Sabaha kadar uyumamış, ağzına da bir lokma koymamış. “İyice zayıflamıştım. Bacaklarım çöp gibi. Adeta çöpten bir adamım. Yalan da değil hani. Çöp gibi hissediyorum zaten. Yüzüm içeri çökmüş, komiser anlatıyor ben heykel gibi karşısında onu dinliyorum.”

“E be evladım demedim mi ben sana uğraşma şunlarla.”

“Uğraşmadım abi.”

“Nasıl uğraşmadın oğlum, haşat etmişsin kadını.”

 Ramazan komiser homur homur, “derdin ne oğlum lan anlamadım gitti.”

Ben de anlatmaya çalışıyorum güya, bakın Ramazan komiserim de o öyle olmadı da, bunun sevgilisini sorguya çekiyordum da, işte tanıyor pezevenk peşinde olduğum çetenin başını, konuşmuyordu da, ne yapsaydım da, tartakladım biraz, bu kapının ardına saklanmış, silahıma doğru bir hamle yaptı da, çekip vuracaktı beni de, yok uyuşturucu yok bilmem ne, safsatadan bir sürü hikâye. “Karambolden ne oluyor demeye kalmadı, bir arbede bir kavga. İşte öyle, komiserim.”

İnanmadı tabii komiser;

Ya yürü git. Külahıma anlat bunları. Bak oğlum, zaten vukuatlısın. Ne istiyorsun oğlum bu travestilerden, geylerden, lezbiyenlerden, translardan sen. Derdin ne. Zaten Allah vurmuş bunlara, ne idüğü belirsizler gibi dolaşıyorlar ortada.” 

H., bıyık altından mır mır çıkan, içine akan zar zor duyulan bir sesle yanıtlamış:

“Adam olsunlar biraz, erkek mi kadın mı ne halt oldukları belli değil.”

“Ramazan abi çileden çıktı.”

Şşş lan oğlum, bak kendine gel. Milletin kıçından, başından, kiminle yiyiştiğinden, apış arasındakinden sana ne lan! Bir öncekine de kaza dedin. Yok, yolda başka birini kovalıyormuşsun da yok karşına çıkmış da. Git bu zırvalıkları babana anlat. Tepemi attırma. Anladın mı?”

         “Peki komiserim.”

Komiser kızgın değil ama bıkmış. H’yi çok seviyor, ama yeter yahu canına tak etmiş bu taşkınlıklar. Kendi kendine söyleniyor “Tamam üzülüyorum haline, kimi kimsesi yok falan ama kendimi de yaktırmam bir delibozuk için.”

Neyse, bak severim seni, iyi çocuksun, dürüstsün. Allah’tan daha ciddi bir şey yok. Yırttılar paçayı. Onlarla birlikte sen de yırttın. Formaliteden bir sorgu olacak, imza falan atacaksın. Burada verdiğin ifadenin aynısı. Sonra kapanacak dosya. Bak, bana bak! Bu son olsun anladın mı? Yoksa açığa aldırırım seni bak karışmam.

“Tamam komiserim.”

H. derin bir nefes almış, kuş gibi hafiflemiş. Teşkilat onun her şeyi, anası babası çocuğu ailesi. Eğer kenara atılırsa, bir hiçliğe dönüşür. Hâlbuki geldiği yer bir hiçlik ve H’nin en son dönmek istediği yer orası.

Babacan komiser Ramazan, masasından kalkıp, arkasındaki dosya dolabını çekmiş, sonra aklına bir şey daha gelmiş. H’ye seslenmiş:

Haa unutmadan bir de yarından itibaren terapiye başlıyorsun. Teşkilatın bir psikoloğu var. İyi bir kızcağız. Her hafta oraya gidilecek. Bak raporlarını isteteceğim doktordan ona göre. Külahları değişmeyelim anladın mı?

H. buna hiç hazır değilmiş, kan beynine sıçrıyor. Bu deli doktoru da nereden çıktı?! 

“Aman komiserim, yapmayın. Milletin dilinden kurtulamam.”

“Kes lan! Onu önce düşünecektin. Seninle ilgili baskı var üstten, kaldır diyorlar, sür gitsin. Aman dedim, depresyonu var, gitsin bir görünsün doktora. Bunu zar zor kabul ettirmişim zaten. Bu son şansı dediler. Bak beni rezil etme. Beni de yakarsın. O zaman Allahıma dar ederim sana burayı. Hadi çık git şimdi.”

“Peki komiserim…”. 

“Çok çaresiz hissetmiştim, nereden bileyim çaremin ayağıma geldiğini.”

***

Ofisten çıkıyor. Uzun mavi koridor. Ahlak Büroda geçirdiği 10 yılın ayak izleri var yerlerde. Kapıdan çıkıp, alabildiğine yürümeye başlıyor. Amaçsız, yönsüz. Sanki koca şehri bir kutuya sığdırmışlar. Duvarlar üstüne kapanıyor, yollar o yürüdükçe daralıyor. Kutunun içinde sıkışmış. Her seferinde bu son diyor ama içinde dindiremediği kaynağını bulamadığı o öfkesine hep yenik düşüyor.

Bok içseydim keşke, kafama sıkayım,” bir yumruk savuruyor kafasına, hırsını alamayıp yoldaki bir çöp tenekesine de sıkı bir tekme. Tüyleri yolunmuş kırpık bir kedi can havliyle tenekeden zıplayıp, arkasına bile bakmadan kaçıyor. H. pişman, üzülüyor kediye. Ama asıl pişmanlığı dün geceden kalma. Evet, çok içmişti ve bunu komiser de biliyor. Komiserin yıllardır teşkilatta H.’nin ağız kokusunu çekmesinin nedeni, karakaşı kara gözü değil. Komiser baba olmasına baba adam ama gözünün yaşına bile bakmadan harcadığı onlarca polis var. H. işini iyi yapıyor. “Zaten öyle olmasan çekilecek bir tarafın yok, burada bir dakika daha barındırmam seni.” Komiser babanın durup durup dediği buymuş. 

Bir önceki gece izin günüymüş. Kendini tutamamış, bardan çıktıktan sonra yine Transarea’ya gitmiş. Aylardır kendine uğrak yeri yapmış toplumdan dışlanmışların kutsal topraklarını. “Saplantı yapmıştım. Güya, bölgeyi, mekânları kontrol altında tutacak, bir bir temizleyecek, ahlaksızlığa geçit vermeyecektim,” diyor. 

Gide gele artık bölgenin müdavimleri de tanıyor H.yi. Önceleri illallah ediyorlar sonradan komiserin deyişiyle “kıçlarına bile takmıyorlar.”

“Bela geldi yine.” 

“Şşştt gelsene yakışıklı.”

“Canımm ne işvelisin ayol.” 

Bir ay önce yine böyle bir gecede H’yi kötü benzetmişler. Öyle böyle değil. Köşede duran üç beş transa sataşmış, itip kakmış. Oradan uzaklaştıktan sonra arkasında gelen yüzleri maskeli iki serseri boğazına bıçak dayayıp duvara yapıştırmışlar bunu. Orada öyle savunmasız kalmış H, kıpırdayamamış. Ağız dolusu küfürle tehdit etmişler, “Bir daha buralarda gezme bak kötü olur sonun.”

“Ama yine de herkes benden çekinirdi, polisten çok çekiyorlar tabii, azınlıklar ne de olsa. Ben de onların inine çomak sokmaya devam ettim,” diyor.

Aslında olay gecesi H’nin komisere anlattığı gibi olmamış. Uyuşturucu satıcısı falan da değilmiş peşinde olduğu. H’nin taktığı birisiymiş, bir trans. Bununla sohbet ediyorlar gide gele bir tanışıklık kuruluyor aralarında. Sonra bir gün ikisi de içmiş. Bardalar. H’ye abuk subuk konuşmuş kadın. Demiş ki bak var bu işin içinde bir iş. Buraya gelmelerin gitmelerin, bizden, Transarea’dan kopamaman. 

H köpürüyor. İçinde o susturamadığı öfke, patlamak için hep bir çatlak arayan öfke. Ona sorsan bölgede düzen kurmaya gidiyorum diyor. Pek inandırıcı değil. Nafile.

“O zamanlar erkeklik diklenmek demek, laf söyledi ben de giriştim.” 

***

“Komiserle o konuşmamızdan sonra zorunlu olarak terapiye başladım,” diyor H.

İlk seansına beş dakika erken gitmiş. Sekreter H’yi odaya almış, orada bekleyebileceğini söylemiş.  Terapistin ofisi, düşündüğünün aksine –aklında sürekli filmlerde seyrettiği beyaz soğuk sıkıcı seans odasının ortasında duran boş bir yatak, ya da deri kaplı yatar koltuk varmış – sıcak renklerle döşenmiş, mis gibi kokan çiçeklerle dekore edilmiş. İçeride çalan müziğin yumuşaklığı uykusunu getirmiş. 

“Teşkilatın psikoloğu, terapisti, karanlık işlerin aydınlık yüzü Ayça adında çıtı pıtı bir kadındı. Kafasını sıyıran ona gidiyor, herkes çok memnun, nasıl bu kadar şey bildiğini kimse anlamıyor, polislik ağır yük omuzlarda ama bu kadın işte yardımcı,” diyor. 

Ayça’nın geldiğini duymamış H, koltuğa yayılmış uyukluyor.  Kapanan kapının sesiyle yerinden sıçrayıp toparlanmış. Ayağa kalkıp, kibarca Ayça’nın elini sıkmış. Ayça da yaşlı ama içten bir gülümsemeyle karşılık vermiş. H’yi nedense karşılaşmayı beklemediği bir huzur sarmış o anda.

“Sonraki günler, çok kolay geçmedi. Kalın bir sicimin bir ucundan ben diğerinden Ayça tuttu, bazen koparmak için gerdik, bazen neredeyse elimizden düşürecek kadar serbest bıraktık. Ama ikimiz de tutmaktan hiç vazgeçmedik.  Ayça giderek daha çok yaklaşmıştı bana. Son zamanlardaki en büyük destekçilerimden biri olmuştu. Üç koca ay sürdü, kısa gibi gözüküyor ama değil. Hasta doktor ilişkisinin ötesine geçtik biz. Başka bir boyuttaydı aramızdaki kimya; derin, sıcak, sarsılmaz. Güvendi galiba bunun adı. Tam bilmiyorum. Yanında ilk ve tek rahat ettiğim kadın oldu Ayça.”

 “Bir öğleden sonrası seansı daha gerçekleşirken üzerimde yine bir türlü atlatamadığım rüyalarımdan kaynaklı tedirgin ve yorgun bir ruh hali vardı. Ayça ile tuttuğumuz sicimin gerildiği anlardan biriydi. Böyle olduğunda içimi umutsuzluk kaplar, yolumu kaybeder, neden orada olduğumu sorgulamaya başlardım.” 

“Ayça ben hâlâ her gece aynı rüyayı görüyorum. Dayanamıyorum artık!”

“Hadi gel otur sakinleş, belki unuttuğumuz bir detay vardır. Bu kadar yol aldık. Pes etmek yok. Ben bırakmam seni. Beraber çözeceğiz bunu. Yaslan bana ve anlat.”

         “Aynı kız yine ortaya çıkıyor. Fener alayının tam ortasında kalakalmış hangi yöne döneceğini bilemeyen küçük kız. Sanki bunu umursamıyor. Bir anda önünde bir köpek beliriyor, ruhunda orman şeytanının kaybolduğu deli bir köpek. Kızı uzaklara götürüyor. Peşinden gidiyorum, ormana giriyorum. Kız kaybolmuş, yok. Sonra kendimi karla kaplı bir tepenin üstünde buluyorum, tepede marşmelovdan yapılmış bir adam var, yumuşak aletine dokunuyorum. Bir anda karlar da eriyor. Yazmış. Bir kadınla sevişiyorum. Sıcak. Elbisesi bacaklarına yapışmış, apış arası ıslak, tırnakları avuçlarını kesiyor, dudaklarını ısırıyor, meme uçları dikleşiyor,  kızarıyor, şişiyor şişiyor şişiyor ve patlıyor. Kendime geliyorum, rüyadan çıktım sanıyorum, bir sokak köşesinin başında bir kadın, sanki ormanda kaybolmuş o küçük kızın büyüklüğü. Simsiyah kuzguni saçları var, yüksek topuklu ayakkabıları, incecik elleri. Çok alımlı. Bana gel işareti yapıyor. Büyülenmiş gibi peşinden gidiyorum. Ama yakalayamıyorum. Ne kadar hızlı koşsam da yetişemiyorum. Bütün sokaklarda caddelerde onu arıyorum. Ve ter içinde uyanıyorum. Uyandığımda bile onu arıyorum.”

“Bak çok güzel, sona geliyoruz, bana güven. Lütfen.”

“Ayça,”

“Efendim?”

“Biriyle bir olmak nasıl bir duygu?”

***

“Ayça bekârdı. Kendi kendime acaba daha önce birisi olmuş muydu hayatında, diye soruyordum. Benim olmamıştı. Nasıl olur onu da bilmiyordum. Öyle sormuştum işte, pattadanak, pek düşünmeden, yüzüm de kızarmıştı. Ayça durdu, gözlerimin içine baktı, içime huzur salan bir çift göz. Kimsenin göremediklerini gördüğünü biliyordum. Kalbimdeki yumuşamayı hissediyordu. Gülümseyip, hiç tereddüt etmeden cevap verdi Ayça,”

“Bu şey gibi sanki birlikte olduğun insanın hücrelerinde dolaşmaya başlıyor ve onu keşfediyorsun. Onun her santimetrekaresi ile sevişiyorsun. Yeri geliyor nefesin oluyor, yeri geliyor canı oluyorsun, ama yine de kendine yaşıyorsun. Özgürleştirici birlikteliğin olmadığı yerde sevgi köleliktir. İşte öyle bir huzuru bulunca, senden yansıyan dünya onun hayal ettiğine yani en tutkun olduğu şeye denk gelince, cennet yeryüzüne iner. Dünyalarınızı keşfederken, katlanırsınız, büyürsünüz, işte o sevgidir. Birbirine ayna tutan ruhlar, birbirini sonsuzluğa çoğaltır.”

H. tam burada uzaklara daldı galiba Ayça’yı hatırladı, sonra toparlandı ve anlatmaya devam etti. 

“Belki de tek katlanamadığım şey kendimimdir Ayça. Belki bu yüzdendir tüm kabullenemeyişlerim, tüm öfkem. Ne dersin?” 

“Hadi bugünlük yeter bu kadar.”

“Rakı içelim mi akşam.”

“Ayça gülümsemişti, ışıl ışıl.”

“Hadi içelim!”

***

“Buluştuk gece. Hasta doktor değildik artık. Neydik bilmiyorum ama. Dubleleri devirdikçe devirdik. Coştuk, kenetlendik, sadece o ve ben vardık. Dünya tüm çirkinliklerini de alıp yok olmuştu. Ellerimin kadehe uzanırken titrediğini hatırlıyorum. Neden bilmiyorum. Heyecan, mutluluk, sevinç?  Uzun gece, bol alkollü, bol hatıralı, bol dünya kurtarmalı geçiyordu. Peltekleşmiş dillerimizle eğreti yaşamlarımızı yeniden örmeye çalışan iki kayıp ruhtuk o masanın başında. Ayça da titredi biraz, içi üşüdü. Gülerek ağzım karışa karışa ona bağırdım sanki karşımda değil gibi, sanki benden uzakmışçasına, Ayçaaa, ben demiştim sana, üşürsün. Boğazım kurumuştu. Rakıyla çalkaladım, üç beş öksürdüm, sonra daldım uzaklara, uzakların dumanlı dağlarına, dağ dumanlı, kafam dumanlı, ağır ağır koyu koyu o arabesk dağlardan seslendim Ayça’ya:

         “Ah be gülüm ayaz olur bu şehirde geceler, sınır bekçilerinin kanla sıvanmış elleri dilsizdir. Griye hapsolmuş havasından ağır bir et kokusu yayılır. Bulutlarından parlak damlalar yerine, çelimsiz kara çekirgeler yağar. Suları bulanık nehirler akar caddelerinde, sokak köşelerinde satıcılar, kadından bozma erkekler, babalarını arayan sabiler.

İtleri vardır buraların, hem sümsüktür bir o kadar da sinsi, ulumayı çoktan bırakmış avanta peşinde koşarlar, bedava bir kemiğe yüzyıl kıç yalarlar.

Öyle elini kolunu sallayarak dolaşamazsın sokaklarda, ağır abileri vardır bu şehrin. Kollarında altın saat gibi taşırlar taşradan aldıkları on yedilikleri. Ne çatılarının altında yuvalanan dirilere güvenirler, ne de toprağın altında çürüyen ölülerine. Damarlarında dolaşan zehirli dumanların ardınca yalpalar kelimeleri. Uçurumun kenarından alıp, cehennem kapısına sürükledikleri itaatkâr ruhlara iğne izleri hediye ederler.

Arada soluklanıp bir ezine yuvarlıyordum, üstüne de bir rakı. Fonda da yanık bir şarkı, değmeyin keyfimize.

Çıplak tepelerinde yeşil bitmez nicedir bu şehrin. Kanatları kesilmiş kuşların çırpınışları, nasır tutmuş ellerin arasında son bulur. Meydanlarda dev aynası satar umut tacirleri, ceplerinde parselledikleri yaşamların vasiyetleri. Ne gözlerinde ayrılığın yakıcı hüznü vardır bu şehrin, ne de limanlarında arsızca dolaşan âşıkları. Sahtedir bin bir renge boyalı yüzü, kara kaplı defterinde her ihanet üç kuruşa örtülü.

Ah be gülüm ayaz olur geceler bu şehirde, üşürsün de kimse gelmez sarmaya seni.

Sustum, terleyen alnımı peçeteyle sildim, bağırdım “Daha ne olsun,” dedim “Daha ne olsun.” Sonra gözlerinde yaş birikmiş Ayça’ya dönüp ağlamaklı bir sesle güldüm. Aslında hem ağladım hem güldüm. Dedim Ayça, neden senin bir manitan yok? Sen bir manita yapsana kendine kızım. Git seviş, gece gündüz. Sonra bir başkası olsun, sonra bir diğeri. Gece yattığın yatakta sabah uyanma lan ne olacak. Keyifliyse siktir et gitsin. Tutunduğun değerler bir gün karşına gardiyanın olarak dizildiğinde bunun farkında bile olmayacaksın. Veeee içinden onca anı geçmiş bir hayatın son damlalarını dolduruyorum kadehime, hepsi tekrardan ibaret. Senin için şerefe diyorum Ayçaa!.”

“O gece orada meyhane kapanana kadar kaldık. Yalnız ve soğuk sokaklarda boş boş dolaştık. Kol kola girdik, şarkılar söyledik, neşeli şarkılar, içli şarkılar. Sarhoşlar nasıl söylerse öyle. Hem ağladık, hem güldük taa ki ayaklarımız, bizi Transarea’ya götürene kadar. 

Ayça renkli sokaklara, yükselen seslere, ışıl ışıl evlere baktı, kimliğinden arınmış gökkuşağı bir dünyadan yayılan canları gördü orada. Bana kaydı gözleri. Büyülenmiş bir ben duruyordu sokağın başında, kendi koyu perdesinin aralığından bakan.

Elimi tuttu, eli sıcacıktı, anne eliydi, baba eliydi, sevginin eliydi. Orada bir süre kımıldamadan durduk. Buzlar nasıl çözülürse, benim de kalbi erimeye, açılmaya, açıldıkça acımaya başladı. Sırtıma bir bıçak saplanıyormuş gibi nefessiz kaldım, iki büklüm oldum,  o can havliyle yere kapandım. Ayça da benimle birlikte yere eğildi. Ben tir tir titrerken, kendime isyan eden dudaklarımdan benim olmayan kelimeler döküldü “ben yapamam, yapamam.”

Ayça sırtıma dokundu, şefkatle, yaralı bir hayvanı incitmemeye çalışarak, ürkütmekten çekinerek nasıl olursa öyle: “Biliyorum, sakin ol, hepsi geçecek.”

Orada daha fazla bu ağırlığı taşıyamadım, yerimden fırladım, Ayça geride bir nokta kalana kadar koştum koştum, sokak aralarından, kaldırımlardan, araba yollarından, rüzgârdan, sessiz haykıran geceden, bozacının naralarından, bir kocakarının çığlığından kısacası hayata can veren her şeyden kaçtım. Yolum, benim gibi kırık dökük tahta bir iskelede son bulana kadar hiç durmadan tükettim sokakları. 

İskelenin ucuna çöktü ölgün bedenim, ay ışığı ile çalkalanmış durgun denizin yüzeyine baktım, damarlarımın arasında saklanmış, kanımı kaynatan, çok uzun süredir çıkmayı bekleyen isyanımı, öfkemi o yüce karanlık boşluğa kustum; 

*“Seni bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara, Akan yıldıza, Bir kibrit çöpüne varana, Okyanusun en ıssız dalgasına, Düşmüş bir kibrit çöpüne.” 

Avazım çıktığı kadar haykırdım; yorgun düşene, ses tellerim kopana.

Sonra, dalgalarım ufaldı, küçüldü, duruldum kıyıda. Yüreğimden suya kayan yıldızların arasından, kendi yansımama baktım, aynanın önünde parçalanmış o çocukla gözlerim buluştu, beni izliyordu, tuzla buz olmuş geçmişini, şimdisini, geleceğini, içimdeki unutturulmak isteneni, bana seslenen, rüyalarıma giren kadını, bana kendi kimliğimi seslenen kadını. Hatırlıyordum.

“Sen çok güzelsin böyle,” dedi su, ince kemikli ellerinle, yıllar yorgunu bedeninle. Yüzümü ikiye bölen o derin çizginin suyun üzerinde yavaş yavaş kaybolduğunu gördüm. Ardından, babam kayboldu, sırtımdaki izler yok oldu karanlık boşluğa karıştı. Kırık aynam yeniden tek tek birleşirken, rüyalarımda kovaladığım kadını gördüm. 

Orada, o su kenarında ne kadar acı verse de ne kadar yok saymış olsam da, bir zamanlar bölünmüş diğer parçamı bulmuştum.

Artık birdim, bir insan, bir Hayat.”

****

Hikâyeyi anlatmayı bitirmişti. Ayça’yı merak etmiştim, sordum. “Ona ne oldu?” 

Güldü kahkahalarla güldü. Yüzüme muzip bir bakış attı;

“N’apsın, gece gündüz sevişiyor.”

*Ahmed Arif/Hasretinden Prangalar Eskittim


Sappho’nun da böyle karnına kramplar girmemiş miydi?
Sappho’nun da böyle karnına kramplar girmemiş miydi?
Karşısında ansızın ilahi bir yüzün,
yaşlı gözler, çözülmüş diz ile. Emzirmemiş miydi
tekrardan, bir kızın öpüşünden dökülen sütle?
Belgelenmiş sağanakları çözülmüş
yakınlarda patlak vermiş bazı olaylar ile
beklenti değil ama ihtiyaç, tüketmek için, içimizde,
yarım litre Maalox, bir adet Kaopectate.
Gözlerim ve kasıklarım temelli şişkin,
dahilik ve aptallık arasında gidip geliyorum
ve uykusuzluk: yatak kıvrılmalık bir bataklık sadece.
Memelerine dokununca pantolonuma akacak olsam da,
canımın içi, bu şehvet değil, bu geriye kalan
seninle istediğimdir ödümü bokuma karıştıran.




Türkçesi: Şiyar Onur


Şiirin aslı için tıklayınız.

Aşkım İçin Şiir
Nasıl birlikte olabiliriz burada
gecede
Aşkımızı bize gösteren yıldızlar nerede
beklediğimiz
Dışarda yaprakların yalazı olağan karanlıkta
ve yağmur
Yağıyor serin ve yüceltiyor kutsal eti
Siyah adamlar bekliyor köşede
Kadınsı bir serabı
Bense huzuruyla büyülendim
Uyuyor ve soluyor olma
ihtimalinin
bu dingin havayı.




Türkçesi: Roman Karavadi


Şiirin aslı için tıklayınız

obiçim yayınlar

Çocukluğumdan beri fonetiğe, yabancı dil taklitlerine meraklıyım. Ve şunlara kafa yormaya: Dile getirmeye çalıştığım bu şey en kestirme, en güzel nasıl ifade edilir; Türkçe ya da İngilizcedeki şu sözcük, deyim ya da cümlenin diğer dildeki tam karşılığı nedir? Zaman içinde bu merak ve kaygılar kendilerine redaktörlük, edebî çeviri ve şiirde hayat buldu. 

obiçim yayınlar ise aslında bir ihtiyaçtan doğdu: Son şiir dosyama yayınevi bulmakta zorlanıyordum; madem öyle, kendim kurayım dedim. Ayıp olmasın, bu ne kibir demesinler diye de başkalarının eserlerini de yayımlamaya karar verdim. Bu son cümle şaka tabii. Yayınevi kurma düşüncemi açtığım, kimisi edebiyat camiasından arkadaşlarım -sağ olsunlar- çok teşvik ettiler, yüreklendirdiler. Onun da etkisi oldu. 

İsim ve logo insanların hoşuna gitti. Ben hiç danışmadan kendiliğinden bunu söyleyenlerin sayısı az değil. Kim bilir, belki bir gün, ilk anlamı “tuhaf” olan “kuir” (İng: queer) sözcüğü gibi, “obiçim” de sahiplenilip “obiçim edebiyat”, “obiçim teori” gibi havalı tabirler türetilir.

Kuir bireyleri kayıracağımı ama kuir-dostlarından ayırmayacağımı (yani yazar ve şairlerde kuir olma önkoşulu aramayacağımı) vadederek çıkış yapmıştım. “Kuirliğin utanç/övünç kaynağı olmasından ve aslında her tür kimlik vurgusundan usananların buluşma noktasıdır” derken de hem içimi döküyor hem kafa dengi yoldaşlar arıyordum galiba. İlk mini manifestomda bu şekilde kuir vurgusu yaparak yapmaz, yapmadan yapar iken biraz kafa karıştırmış olabilirim diye düşündüm. Çizgimi, duruşumu netleştirmek için şu ikinci mini manifestoyu paylaştım: 

Gerçekten de insan kuir oldu mu, yalnızca kuirlere değil, hor görülen, haksızlığa uğrayan herkes ve her şeye hassasiyet geliştirebiliyor. Ama etnik/dilsel azınlıklara ilgim, biraz da benim “yabancı” kültür ve dillere olan merakımdan. 

Çok kesin bir vizyonla yola çıkmadım. Gelen başvurulara göre de şekilleniyor. İlgi alanlarım geniş. Örneğin, fizik, kimya, müzik, matematik, sanat, felsefe, tarih, sosyoloji ve şunların “-bilim halleri”: dirim, hayvan (özl. kuş), gök, evren/uzay, dil, çevre, vs…

Nisan’dan bu yana dört kitap çıktı; şuradan temin edilebiliyor: kitapyurdu.com/yayinevi/obicim-yayinlar/10653.html. Kendi şiir kitabım ben seni kolye gibi var ya dışında, sırasıyla Anita Sezgener’in ilk baskısı 2012’de Pan Yayınları’nca yapılmış şiir kitabı hafif zehirler’in tekrar basımı, Deniz Erkaradağ’ın “okumak istediğim lezbiyen roman” diye tanımladığı ilk kitabı Ellerin Ellerimde ve yazar Raşel Meseri ile çizer Ceylan Eşit’e ait, Rapunzel masalının, alışıldık toplumsal cinsiyet rollerinin sorgulanıp alt üst edildiği yorumu, “tersyüz masallar” serisinin ilki, Haydi Rapunzel, Bir Taş Daha!

Yazarlarla karşılıklı metin parlatmaktan büyük keyif aldım/k. Ara ara nadasa bıraktığımız pasajlara tekrar tekrar eğilip pürüz gidermek, çapak almak haz verdi. Bazen de –onları bilmem ama ben– neden bu kadar mükemmeliyetçiyim/z diye hayıflandım kendi kendime! (Hayat çelişkilerle dolu.)

Bakıyorum da bu ilk kitaplar, kendiminki hariç, hep kadınların kaleminden çıkma. İlkokulda, erkekler futbol vb. oyunlar oynarken ben genelde kızlarla lastik atlar ya da “sabır küpü” (Rubik küpü) oynardım. Değişen bir şey yok. Kadınlarla daha iyi anlaşıyorum galiba. Yine (yarı) şaka ediyorum: Dilerim yakında erkek yazarlarım/şairlerim de olur. Önemli olan biyolojik cinsiyet, cinsel kimlik ve yönelim değil, tarz ve yaklaşım elbette. Gelin, kıymetli kitap dosyalarınızı ışıl ışıl parlatıp yayımlayalım.



Queer in Films[1]

  1. Portrait of a Lady on Fire (2019)
  2. And Then We Danced (2019)
  3. Aşk, Büyü, vs. (2019)
  4. Matthias ve Maxime (2019)
  5. Girl (2018)
  6. The Favourite (2018)
  7. Wild Nights with Emily (2018)
  8. Love, Simon (2018)
  9. The Miseducation of Cameron Post (2018)
  10. The Heiresses (2018)
  11.  Boy Erased (2018)
  12. Call Me by Your Name (2017)
  13. Thelma (2017)
  14. Beach Rats (2017)
  15. A Fantastic Woman (2017)
  16. Disobedience (2017)
  17. Beats Per Minute (2017)
  18. Moonlight (2016)
  19. Lovesong (2016)
  20. Looking: The Movie (2016)
  21. Tangerine (2015) 
  22. Carol (2015)
  23. The Danish Girl (2015)
  24. Pride (2014)
  25. Appropriate Behavior (2014)
  26. Blue Is the Warmest Colour (2013)
  27. Weekend (2011)
  28. Zenne (2011)
  29. Tomboy (2011)
  30. Little Ashes (2008)
  31. Transamerica (2005)
  32. Hedwig and the Angry Inch (2001)
  33. Before Night Falls (2000)
  34. Todo Sobre Mi Madre (1999)
  35. Boys Don’t Cry (1999)
  36. The Birdcage (1996)

[1] https://letterboxd.com/fatmayesil/list/queer-in-films/


metnin hazzının yokoluşu
dünyayı bir daire içine
alınca dışarıda kalanlar
sahici olmaz
biz çünkü alfabemerkezciyiz.
Çinliler ideogramlarının üzerine yatar
sahici olmak büsbütün bedenden
fışkıran hormonun ekşimsi duygusu
laksatiflerin uyumsuz doğası
okunmayan yazılarda anlam değil
göstergeler var 
sanki terzi icadı
küçük harfin büyük harften doğması

yazıyı Raziel’den öğrenen Âdem
bundan sonraya monte
edilemeyecek kadar sarı yapraklar
16 harfi getirenin Kadmos
buna 4 harf ekleyenin Palamedes 
olduğu doğruysa
bedenin ilk bildiği uykuda çağrılmak.
ütüsüz gömlekle açılan kapılarda
“galoşunu giy” diyen kadını vurdular
harf başka hiçbir şeye benzemeyen şeydir.






uzak bir blast
embriyoloğun embriyolog olmayan yüzünde
bir işlem odası tiril insan başı
hayır dualarıyla bilime işlemeyen 
sol gözünü sevdi hep anneannem
muamma bir ameliyat masasından
anlatıldığında birörnek
böğürtlenler ve kulakların çok üşümesini
çalılara da sokuldu bir ses
İzmir’in Karataş’ı son durak tığla
bir babanın rüyada akpak olması da 


bir hücreden gelmemiz diyorsun ya 
portakalın kabuğundaki pütüre ne
Altın çağın sonunu getiren cinsiyetçi tanrılar
bekleyiş gününü yavaşla yer arası da 
Pandora’nın son anda kapattığı kutuda





kusurlar hiyerarşisi büyük kapatma
Sümer yazısında
gounou denen çizgi
kralla normal insanı 
birbirinden ayırır
uzaklaşan eğriler gibi
hafıza çocuksuysa
kırlara kovalanmış
gezginler olur
Ren boyunca

normal insana
bu çizgiyi ekleyince 
kral oluyorsa
kasıklar öylece durur 
inciri kaynamış 
sütle 
kapatma evlerinde
dinleme cihazlarıyla

bedenini camdan düşünen biri için
kuşkunun ekonomisidir
o mühürlü mektuplar.





Sıradan bir imkansızlık anlatısı
her şeyin bir evveliyatı olmalı;
bellek, rasgeleliliğin katafalk oyucusu,
anların zuhurundan oluşan bir tarih yapıcısıdır da.
               bir ismin işitilmesi,
                    bir fotoğrafa gözünün ilişmesi insanın
                           - ve kokuyu, tadı, sesi, dokuyu hayal ederek -
                                     beklemek;
                                      -	bir geleceğin kendini inşa etmesine izin vermek (?);

yazgı düşmanları için bile
evveliyatlılık bilgisi muhtemel ve/ya da
kuvvetli gelecek tasavvurları kurar –
(insan, şimdide değil; geçmişle geleceğin kesişiminde varlığını sürdürmez mi zaten?)

anların eklemlenmesinden, 
bir bireysel tarih anlatısı oluşturmuştur kişi; 
                 bir anda birinin yazdığı metnin birkaç satırını okursunuz,
                 o metnin zamanında, biraz daha da ilerisinde bu zamanın, 
                 o metnin altına “bu benim” diye imzasını atan kişinin adına şahitlik edersiniz. 

stoessel der ki, “kendi adınla çağırılmak, 
                              var oluşun karşısına kırılgan olarak çıkmaktır.”
                                      -	henüz cismine dokunmadığınız bir ada şahitlik etme kibri; 
                                                insan icatlarının en tehlikelisidir, denebilir (mi?).  
                   henüz ona şahitlik ettiğiniz adı dillendirmiyorsunuzdur;
                   öteki, sizin şahitliğinizde, harfleriyle ve hayali bir görüntüyle 
                   kendini sizde kuruyordur.

[Her şey burada başlamak yerine, burada kalmalıydı.] 

-	insanın kendi kendine kehanet ettiği bir anı beklemesi yazgıya kanmak mıdır?
                   sezgiyi, yazgıcılıktan ayıran şey nedir, o halde?            
                  
vu’ku bulacak olan, elbette, 
ülküsel bir birleşme, kainatları sarsacak bir kucaklaşma
değildir; ama, 
                     benzer enerjileri doğadan çeken
               ve benzer enerjileri doğaya bırakan 
               ötekiler; içlerinden birinin talebiyle, diğerinin haberi bile olmadan,
                                              -	diğeri bu davete hep açık mıydı oysa? –
               bir araya gelecektir.

birinin içinde kök salan evveliyat tohumunun filizlerinin
onun istencini sarması ile tohum diğerinin toprağına da düşer.
                                -	filizler ayrık topraklarda gürleştikçe tedirginlik baş gösterir. –

[O’nun adına ilk kez bir edebiyat dergisinde şahitlik etmiştim. İtiraf etmek gerek: Karşılaştığım biçim benim için fazlaca naif, nasıl söylenir, hisli, “edalı” idi. Yine de, insanı kendine çeken, tuhaf, sözcüklerinin kurduğu atmosfere adım attıkça insanın etrafını kuşatan bir kokusu, duyumsanmaya, insanı ona dokunmaya davet eden bir gerçekliği vardı__]

                                     -	tedirginlik bir davet midir,         
                                                                bir uyarı mı?

duyumsanan ama kanıtlanamayan gerçeklik, 
metafizğin kurucu ilkesi, bir aşkınlığa zerk edilen zihinsel enerji…
ne yapmalı? onu gökyüzünde, yerde, ağaçlarda, binaların suretinde, reklam panolarında, 
                      tavanlarda, bar tuvaletlerinin fayans kaplamalarında, 
                       dokunulan insanların tenlerinde, tanışların yüzlerinde aramak dışında…

peki, nedir aranan? bir beden? bir soyağacı? bir yaşama ihtimali? 
                                    değildir__ 
                                    ona dair bir iz, bir kıpırtı,
                                    bu dünyaya, algılanan gerçekliğe onun bıraktığı bir enerji kırıntısı,
                                    hepimizin geçip gidiciliğinin kanıtı olan bir su damlasındaki bir yansıma,
                                    ona dair bir kaynak, ona doğru akmanın bir yolu…
                                                                                                                             
[Bir tanışın ağzından, bir tanış olarak çıktığında adı, O’nun bu dünyaya ve bu dünyanın bana, bize ayrılan zamanına ait bir canlı olduğuna inandım. Tanışımın ağzından kırıcı ve kırılgan telaffuzlarla, bir anda çıkıp havayı kendi kokusuyla dolduran bu ad, bu dünyanın bu zamanında var olan bir bedene ait olabilir miydi?]

theodor reik der ki, “zaman onu yıpratır ve sevgi bu yıpranmanın tüm belirtilerini gösterir.”
                 ve başka bir yerde şöyle devam eder, “dil, sözcüklerin toplamı değildir.”
                
                 sözcükler hayatlarımızda bizi olgulara bağlayarak iş görürler. 
                 bir duvara elimizi süreriz, 
                 başka biri yıllar sonra o duvarda elimizin izini görür. 
                 insanın var oluşunu gerçek kılmasının yollarından biridir
                 bu izleri toplamak. düşündüğünü düşünebilmek, 
                 böylece kendisinin ve her şeyin yok olacağının bilincine varmak, 
                 bu yeti, ona sahip olan canlının içine bir iz sürücü de yerleştirmiştir. 
                 içimizdeki iz sürücünün sürdüğü ize “toz” diyelim.
                 var oluşun muhteşemliğini duyumsamamızı sağlayan şey,
                 nesne ve öznenin ayrık olması, öznenin nesneyi algılayabilmesi değil, 
                 nesneleri kaplayan tozu var oluşunun bir parçası kılabilmesidir. 

[O’na ait ilk toz zerresi nereden uçup gelmiş, burnumdan geçip ciğerlerime yerleşmiş, bir virüs gibi orayı ele geçirmişti?]

                 eğer bahsettiğimiz toz zerresi görülen ve duyulan bir gerçeklikten değil
                 bir ihtimalinden havalanmışsa, o artık bir sırçaya,
                 kesici bir duygusal savaş aracına dönüşmüştür. 

                                      -	hayali bir harita üzerinde kenarda köşede kalmış, 
                                                           küçük krallığını genişletmek için görkemli savaşlar yürüten
                                                              ve girdiği her mücadelede ağır kayıplar veren bir kralın
                                                                     buhranları mıdır bu? –

bir dağ insan için nedir?
        biri size bir toz zerresini gösterse 
        ve siz onu bir dağ olarak belleseniz, 
              o artık sizin için bir dağ değil midir?
                    ve artık o sizin için bir dağ ise, 
                    ona her halükarda bir dağ diyebilir miyiz?
                       bunu tereddütsüz kabul eden biri, 
                       bir toz bulutuna baktığında sıradağlar mı görecektir?

bir dağ ile ona bakan kişi arasındaki ilişki bakışımlılık mıdır? 
       ona bakan kişi bir dağı yaratıyorsa, 
       dağ da ona bakan kişiyi yapar mı?
             dağ, bakanın içine yerleşir, 
             peki, bakanın onun içine yerleşmesine izin verir mi?

[O ve ben ilişkisinde -böyle bir ilişkiden söz etmek mümkün müydü?- her zaman bazı büyüklük farkları vardı. En önemli büyüklük farkını aceleci davranıp dağ metaforundan yola çıkarak yücelik olarak tanımlamamalı. Bu fark, onun uzaklığından, erişilmezliğinden kaynaklanıyordu. O, öyle bir akışın içindeydi ki, benim içinde olduğum akışın uzamı kökten farklıydı. O, Avustralya ise ben Güney Amerika idim. Bir kıta hareketi, uzamlarımızı sarsacak bir yer sarsıntısı gerekliydi.]

şüphesiz, 
                  insanın bir şeyi oldurmasının 
                                 farklı biçimlerinden biri de düşünmektir.  
düşünmek,
                    dilin olmasıdır. 
dil, 
     bizim var olmamızdır,  
                                            varlığımızın kaynağı
                                                                                ve onun görünümüdür. 

[O’nu en azından kendim için sözcüklerle var kılabilir miydim? Bana belirli bir zamanda verilmiş olan bir dilden yeteri kadar saparsam O’nun bir parçasına dokunmuş olur muydum? Kendimi bunun gerçek olduğuna inandırabilir miydim? Saptırılmış sözcüklerle kurduğum bir hayalin -bunun hayal olduğunu bile bile- nasıl gerçek olduğuna inanabilirdim? Durdum, imkansızın sınırında, bekledim.]

derler ki, “yürüyüp geçilen yolların tozu insanın yüzünde birikir.”
                  yüzde biriken tozlardan, yaşanmışlıkların kırışıklıklarından,
                  bir harita çizilebilir. ama bu harita,
                  ne geçmiş olanın ne gelecek olanın yerini gösterecektir; 
                  bir yalan-hayat görüntüsü, bir canlılık, 
                  şimdilik görünümü sunacaktır sadece.        
                                      -	yaşanmışlıklarıyla beraber,
                                                arzuladıklarının ve hayal ettiklerinin de gömülebileceği
                                                bir mezarlık arazisi midir insanın yüzü? –
unutmak, 
                  yaşanmışlığı yok etmek kadar
                                                                       yaşanmamışlıktan da kaçmaktır.
                                        -	Toz, ıslandığında çamur olur. 

[O’na doğru yürünecek yol, sözcüklerle gerçeğe çağırdığım hayal içinde kendiliğinden mi belirecekti? Bir insan yapıntısı mı olmalıydı yoksa? Bir hayal içinde kendiliğinden beliren bir yolu ne kadar kendimin kılabilirdim? Durdum, imkansızın sınırında, bekledim.]

peki, ayaklar ne olacak?
          ayaklar şeklini almaz mı yürünen yolun?
          ve ayaklarının biçiminden nereden başlayıp ne kadar yürüdüğü anlaşılmaz mı insanın?

[Sahi, O’nun ayakları kaç numaraydı?] 

[Sonra, gitmenin hayali ile müziğe sığındım.]

IAMX der ki, “çocuklar ve yıldızlar öpüşür ve kaybederler
                         yavaşça elimi tut ve bana yol göster
                         rüya tanrıları beni bu manzaraya getirdi
                         kelebekler ruhumda çırpındı

                         paradoks ya da zihinlerimiz 
                         yeterli değildir inanmaya ya da inkar etmeye
                         gururumu okşamak için beni gene kandırıyorsun
                         ama ben bir insanım, ardımda sakladığım bıçaklarla gelirim 

                         sana açık yüreklilik ya da merhamet sözü vermedim
                         hayal gücünü kötüye kullanmak istemedim 

                         bıçaklarla gelirim 
                         bıçaklarla gelirim 
                         ve ıstırapla
                         seni sevmeye”

[Yol belirmiş miydi? Ben, yolda mıydım? O’nun konumu belli miydi? Bu ses beni nereye çekiyordu? Sanki, her şey olmuş ve bitmişti. Olan biten her şeyi anlatabilecek bir netlikteydim. Ama, bir yandan da, konuşmamak için ant içmiş gibiydim. O’nun adının şahitliği ile gönenen ben, nerede olduğumu bilmeden içine girdiğim bu berraklıkta, O’nun adı ağzımdan çıkarsa O’nu eksiltecekmişim gibi bir korkuya kapılmıştım. Hayali genişletmiş, imkansızlığı müzikle doldurmuş, bıçaklarımı kuşanmış ve sanırım sadece beklemiştim.]

                           -	yaşanmakta olanın gerçekliğini saptamanın ölçüsü neydi?

IAMX başka bir yerde şöyle devam eder: “çırılçıplak uzanıyordun kollarımda
                                                                           anılar biriktiriyorduk
                                                                           ciğerlerime üflediğin nefes
                                                                           bir zil sesiydi çılgınlar gibi çalan

                                                                           köprülerimizi yıktık
                                                                           atomik göklerin altında sevdik birbirimizi
                                                                           umutsuzlukta kavuştuk
                                                                           atomik göklerin altında sevdik birbirimizi

                                                                           bir şeylere inanmaya ihtiyacımız vardı
                                                                           bir şeyleri anlamaya ihtiyacımız vardı
                                                                           bu çarpık sadakat hissimiz
                                                                           çığırından çıkıyordu…”

[O’na varmış mıydım? O, bir yerdeydi ve müzikle doldurduğum imkansızım beni O’na çıkaran bu hayal yoldan geçmemi mi sağlamıştı? O zaman, bu bir hayal değilse, O’nun gerçekliğine, O’nunla aynı zeminde olmaya, aynı akışa karışmaya nasıl katlanacaktım? Önce bir harita çizilmiş, ardından artık elimizde bir harita var diye bir ülke kurulmuştu. Oysa, ülkeler var diye haritalar çizilmiyor muydu? Gerçeklik ve hayal bir kartografya problemi miydi? O’nun gerçekliğine kartografların soyut denklemleri ile ulaşıp hayalinin silikleşmesinin yasını tutmaya mı terk edilmiştim? Bu, imkansızın bir oyunu muydu? İmkansızım beni dışına atmaya çalışıyordu. Sanırım, eylemlilik zamanı gelmişti; oturdum, şunu yazdım: 

“Bugün de yarın oldu. 
  Zaman: harita var diye kendini bir ülke kurmak zorunda hissetmek.
  Bir kehanet değil bu; 
  Dünden, bugünün; bugünden yarının olması ve yarında bugünün düne dönüşmesi.”

İlk defa gerçekten yazıyordum. Artık, O’nu unutup tekrar hatırlayabilirdim; çünkü, bunu yazmış olduğum tozlu defterimde büyülü bir biçimde O’nun varlığının, O’nun bana dokunduğunun en güvenilir kanıtına, her şeyin başlangıcının izine rasgelmiştim. Şöyle diyordu: 

“Dünya çok dar
  Sektim bir.

  Sende suya girdim
  Sektim iki.

  Tuhaf gecenin dibi
  Sektim üç.

  Nasılsa sesin var
  Nasılsa sesin bendeki 
    öteyi, ılıklıkla okşuyor
Sektim dört.
 
Arzu saçlarını hayatımıza
bir ileri bir geri
Sektim beş.”

Defteri ve gözlerimi kapadım; dedim ki [“bırakalım, bu sıradan imkansızlık bizi ele geçirsin.”]


     

                                                                           
                                           




  

  

 
    

          
       
             
 

                                                                                                                                 
      BİLİNCİ SARSAN İHTİMAL HİSSİ


       SARAYLAR, KALE, KALE KAPISI,
       MURATPAŞA CAMİİ, ST. PAUL KİLİSESİ,
       KALE, KULELER, YAZITLAR, ÇÖP ARABASI,
       İMAM, HOCA EFENDİ, ÜÇ KAPILAR, 
B    TÜRBE, TÜRBELER, SİMİTÇİ, OKUYUCULAR…
İ
L     içini açtıkça kirleniyor şehir
İ       
N    ivan: ARZU
C     çift başlı bir yılan
İ      kabuk değiştiriyor
       yol görmüş
S     iki namaz arası
A     
R     bir bayrak gibi salınıyor gökte kötülük hissi
S     
A
N     ivan’ın ütülenmiş bir yüzü var
        ivan’ın yüzü ısırılmış elma kokusu
        ivan’ın yüzü şeritler, dalgalar 
        ivan’ın yüzü dalgalanıyor

İ       bilinci sarsıyor ihtimal hissi
H      tekrar eden bir duyguyla ivan
T      ivan kapıyı açıyor
İ       ivan’ın eli süt ve yumurtalar
M    ilk bakışta kedersizleşiyor
A
L    

H    içini gösteriyor. hangi iç? 
İ      susuyor. oymapınar’da
S     bir iğne kendine batıp çıkıyor. 
S
İ    1 elleri kuvvetten düştü
     2 düş gücüyle kendini boşluğa itekledi
     3 kapı üzerine kapandı

      pencerede bir karga

      arzunu helal et




SEVİLMEM    ZOR


Sevilmem  zor,  Selin,  sevilmem  çok  zor.  Evet  Babişko !
Senin  S ,  C ,  U  ve  öteki  dönüşlerine  göre  kıvrılıp  kıvrandığımız  olmuştur,  gerçekçisin.
Beril' in  sevgilisi  1 mg.  et  yemiyor  biliyor  muydun  ?
Yapma !  Hayırlı  cızlamalar.
Yentarveje  Kolejini  bitirmiş.  Çimen  renkli  motoru  var.  
Ben  6  haftadır  görmedim  Beril' i.
Osaka' lı  mühendis  kızdan  narokoo  mikrobunu  almış.  Eve  kapattı  kendisini.  
Vidko  49  mu  yoksa ?
Ne  yazık  ki  öyle.  Ama  atlattı. Koku  alabiliyor.
Bol  kekikli  pirzola  yesin  her şeyden  önce.  Aşk  vuruşarak  ilerler.  Müfrezeler  gibi.


SEVİLMEMİ    VERENLER   OLMUYOR    DEĞİL
AMA    YETİNGEN    DEĞİLİM   MAALESEF
Değişken   olmayı  hiç  sevmiyorum
Ama   değişken' im  !
Bükülmezler   Familyası' ndanım  aslında
İri   Omurgalılar  Alt  Sınıfı
Selin  dönüşlerimden  söz  etmiş  müstakbel   refikine
Kütük  gibiyim.  İstesem  de  dönemiyorum.
Kırkbayırım,  dalağım  kireçlenme  kurbanı


Beril' le  bozuşmanız  iyi  olmamış
Ne  ki  özellikle  sen  küslüğe  dayanamazsın
Birkaç  gün  içinde  barışırsınız
Beril' le  aram  elbette  iyi.  
Ondaki  güzelliği  görebiliyorum


   TAMU' nun  UMTA  kırsalında  ödedim  tüfek  borcumu.
Döner  dönmez   KARDEŞTAN'  ı  açtım.
Açılımı  Karşıyaka  Dayanıklı  Eşya  Tanıtım  ve  Pazarlama
Babama   mecburen  mağazaya  kardeşim  Tansu' nun  adını  verdiğimi  söyledim.
Kordelya  halkını  eğitmek,  kalkındırmaktı  hedefim.
29  senedir  halkın  hizmetindeyim.  İlkelerim  değişmedi.
     ÜSTÜN   İNSAN   BENİ   SEV
     YALVARIRIM   BENİ   SEV


Hayat  söylendiği  kadar  karışık  değil.  Belki  de  biziz  O' nu  berbat  eden.
Dustin  Hoffman' ın  dişçisini  düşünün "  diyorum  gençlere.  Ne  diyordu  Beyaz  Şeytan :
Yaşam  çok  sade,  çok  basit  aslında.  YAP  SEÇİMİNİ  !
Bir  elde  huzur  (  karanfil  yağı  ) ,  öbüründe  işkence  (  davye )



Şirketimiz   aynı  bükülmez  omurgayla  ayakta.
Ortağımın  omurgama  sapladığı  şişle  bir  çöküntü  yaşadık  gerçi  bin  dokuzyüz  bilmemkaçta.
Özveri   desen,  bende.  Ne  var  ki  sevgili  Buket,  SEVİLMEM   GECİKTİ.
Aile  sevgisi  görmedim.  İyi  beslenemedim.  Babaannen  biliyorsun  hipercimriydi.
Babam  ağır  kazanların  altına  kapatırdı  beni.
Anneannem,  selam  vermeden  yürüyüp  giden  oğluna  ayırırdı  yemekleri.
Hiç  gelmeyen  birine  boyuna  yemek  ayırırdı.
Ben  açlıktan  geberirdim.
Büyük  teyzem  meyve  salatası  yapardı  her  sabah.
O  sayede  ortaokulu  bitirdim.


Birbirinden   güzel  iki  tıp  öğrencisi   rorşa  testine  götürdüler  beni.
Testi  yapan  doktor  (   Piraye  Ataseven  )   "  Bu  çocuk  dahi  !  Ona  ÜSTÜN  İNSAN  damgası  vuruyorum  "  dedi.  Kliniğe  dönünce  kızlardan  biri ,  birdenbire  elini  donumun  içine  soktu.
"  İnmiş  "  dedi,  öbürü  de  bunu  bir  deftere  yazdı.

Farkına  varmadığım  yaralarım  varmış  ki,  bir  kadına  birdenbire  bağlandım  (  Konsomatris
Kübra   Kutsal  )  Üç  gece  onun  evinde  kaldım.  Sabaha  karşı  bana  tas  kebabı  pişirdi.
Pilav  yaptı.  Sonra  ağladı.  Kızını  evlerinin  önünde  bir  otomobil  ezmiş.  Dostu  bizi  basar  diye  korktum,  daha  fazla  kalamadım  orada.  Yıllar  sonra  o  adamın  dükkanından  kundura  aldım  askerken.   (  Çiftehavuzlar,  1979 )
Bu  arada  kavat  Korkut  ilk  öykü  kitabını  bastırmıştı  Kemeraltı'  nda  kendi  parasıyla.
Kitabı  aldım,  okudum  ama  imzalatmadım.  Ezikliğime  eziklik  katmak  olurdu  bu. UMTA ' da  aldığım  notlar  neden  öyküleşmedi.  Yeteneksiz   miyim  ?  SİZLERE  GÖSTERMEDEN   AĞLIYORUM  BUKET.   SEVİLMEM   YETERSİZ,  SÖYLÜYORUM   HEP.
Kitabı   aldım,  kavat  Korkut' un  ailesine  gittim.  Övdüm,  göklere  çıkardım  kitabı.
Gurur  duydum  dümenine  yatıp  sonra  AĞLADIM.
HASETTEN   HASTALANDIM,  yatağa  düştüm  eve  dönünce.
SEVİLMEM   VERİLMEDİ  diye  haykırdım,  nerde  benim  dehamın  karşılığı.

Kardeştan ' da  pek  çok  kampanya  başlattım. Ticaret  Odası' yla  münasebetlerim   dilediğim  seviyede   olamadı.  Cüretkarlığı  ayıp  sayan  ortağım  yüzünden.  Beyaz  Emtia  Satıcıları' na  başkan  olmak  istedim,  nedense  seçilmedim.  "  İçmeyi  bırak ! "  dedi  ortağım.  " Azalt  şu  pisliği  !  "

Sevilmem  zor  Selin,  sevilmem  çok  zor. 
Kambur  Mehmet  de  ikinci  şiir  kitabını  bastırmış.  Rize'linin  kahvesinde  herkese  imzalıyormuş.  Tabii  parasıyla.  Kahveciden  aldım,  imzalatmadım  tabii.  Hent  Halise  nasıl  göz  ucuyla  bile  bakamıyorsa   Abide  Atabay' ın  saray  yavrusuna,  içi  götürmüyorsa,  ben  de  biraz  o  durumdayım.
Okumayı   bırakalı  çok  oldu.  Gazete  de  almıyorum.  İstiyorum  ki  benim  kitaplarım  okunsun.
Çok  okunsun,  çok  beğenilsin.  Ama  KİTABIM  YOK.  Para  verip  birisine  yazdırsam,  o  da  ağır  geliyor.  Param  da  yok  üstelik.  Üç  kere  iflas  ettim,  biliyorsun.  Üç  kere  kapıyı,  pencereyi   kapatıp  havagazını   açtım  bekledim.  Ortağım  Zekeriya  zeker  gösterdi  parmak  arasından.  
KARIM   BANA   TAPMALI,  KARIM   BANA   TAPMALI   diye  bağırırdım  gece  okulundayken.
Dahi  çocuklardan  dahi  büyükler  çıkmıyor  galiba.
Annen  beni   bir  türlü  sevemedi ,   Buket' ciğim.  İçkimi  kabullenemedi.
Zekeriya' nın  karısıyla  bir  olup  bana  savaş  açtı. Ne  oldu  ama  sonra ?
Bizim  ortak  Smirnozo  Bulvar ' a  taşındı.  Çunçun  Bar' ın  yanına.
Ben  de  onun  kocasını  içirici  karılara  dadandırdım.  Men  dakka  dukka.


Beril  bile  beni  annenize  karşı  savunmuyor.  
Ben  sadece  içki  içen,  çok  içki  içen,  deliler  gibi  içen,  kendini  kaybeden,  dağıtmış  bir  adam  gibi  görülüyorum  ailede.  Oysa  hassas  bir  insanım.  Nazik  olabiliyorum.  Yerine  göre  düşünceli  olabiliyorum.  Siz  gençlere  doğru  yolu  gösterebiliyorum.  Daha  pek  çok  meziyetin  sahibiyim.
Ama   SEVİLMEM   VERİLMEDİ.  SEVİLMEM,  ALKIŞLANMAM  ÇOK  GECİKTİ.  Sevilmem  zor,  biliyorum.
Evet,  Babişko  !    Annen  karanlık  bir  tinerciye  dönüştü.  Elinden  tutanın  eline  tükürüyor.
Oysa  işlerimin  iyi  olduğu  günlerde  tomar  tomar  para  bırakıyordum  eve.  
                  Yamuk  gece  okulunda  unuttuğum  beratımı  bile  camlatıp  asamadım.
Kardeştan   kapandı  ama  ruhu  yaşıyor.  Sarsılmazlığını  muhafaza  etti  bunca  sene.
Kordelya  halkını  eğitmek  ve  kalkındırmak  hedefi ,  oyulmuş  harfleriyle  yatıyor  işte  burda.
Omurga  sağlam.  Namusundan  başka  hiçbir  şeyi  olmayan  bir  hizmet  neferiyim  
Sloganım  aynı.
ÜSTÜN   İNSAN   BENİ  SEV
YALVARIRIM   BENİ   SEV



        9 -10  şubat  2021










İçerde tutuşun tarihi
Karanlığı yakmak için daha çok ses
bir başına bırakıldığın mücadelenin sesi
bırakılmışlığın, gececil bir kıyının serinliğine
çetin bir günbakışı parçalanmış taşlar üzerinde
Kalbinde taş parçalarıyla yaşıyorsun sen.

Kanatlar savruluyor, savrulmak daha çok ses
Alışılmadık bir yazı bu gökler, rüzgâr daha çok ses
dünyayı hep omuzlarında tutmanın sesi
bıraksan sen değilsin, tutmanın kendisi alev
içerde tutuşun tarihi daha çok ses.
kumların sabrıyla beklediğin bir güneş mesafesi.
kendinle sınandığın gecelerin güne bağlanış sesi
yapraklarını usul usul açan bir bilinmeze
derinlik ile yüksekliği birbirine bağlayan
iki kutup arasında değildir yaşam kimi zaman
varlıkla eşitlenmenin hazzına vardığında
o yırtıcı karanlık, o buzul pençe aklın alevinde
çırpınıyor bir yıkıntı otonom derinlikte
hiçbir şeye dönüşmenin erken sesi
kendine sıfırlanmanın bir ıssız yenidünyada
Kendinde bir başkasıyla yaşıyorsun sen.

Karanlığı yakmak için yıldızlar daha çok ses
Yitiren yükselir, unutan büyür, seven bırakır
Özgürleşmenin kanatları kırıktır hep
dağıldığın yerle bir kalabilmenin sesi
gür, belki kimsesiz, yabanıl, kirli

Hiçbir şeye benzemiyor kendinde bir başkasının sesi
daha güç tüm seslerden bir sesin olağandışı kalbi
aklını bırakmakta uluorta yırtıcılar arasında
bırakmak ve DEVAM ETMEK daha çok ses
                    KANATLANMAK
                  KIRIK YOL ALMAK
                     HEP YAŞAMAK

Taşların bir çiçek, yaşıyorsun sen.






İlhan Durusel

Category : no 6
Cehenneme Gidecek Çocuklar İçin
Cehenneme gidecek çocuklar için yolluk
Cehenneme gidenler de bir zamanlar çocuk
Korkmayın, orda herkes tanıdık
Ben-sen-o - biz-siz-tanrılar

Talebe bileti verdik ellerine, şoför yanı, cam kenarı
İpek tüccarı ey ulu tacir, jilet ne önemliydi bir zamanlar hayatımızda /eski panayır
çadırları gibi o yoksul bayramların kapı çalınsa duymazdık çalındı sanırdık kimse
yokken de / ne süt aldırırdık ne gazete abonesi idik ne de adresi vardı oturduğu-
muz evin / soyut sanat kitaplarıyla modern cenk hikâyeleri okurduk birbirimize
ve kutup harekâtı başlatırdık / kopçalar don lastikleri jartiyer jilet sütyen içinde
para ve aynı tarikat kapısı üstümüze kapanırdı aynı anda üç kerre

Çocuklar cehenneme gidecek çocuklar, siz
Kalbin sarı güneşi, siz zifiri geceden doğan
Bugün cehennem çocuk konseri
Amfora dibine kadar dolu

İnce bir kat kırağıyla bir tay bedenini tülle örter gibidir ağır kumaşlar / ellerinde
gözlük kılıfları tütün numunesi alır balyalardan smokinli ırgatlar / onların ileri 
geri aşağı yukarı eller cepte gitmesi gibidir artık yılı  dünyanın / 
ve bir anda birden kasırga çıkmasıdır
ve toptancıların aniden kalmaya karar vermesi
bir daha hiç perşembe olmamasıdır
kervan gitmez tadı kaçar haftanın
altıya iner hafta tüccarlara kalır artanı / üstü kalsıncılar diyarı

İyi ki kar vardı deyoruz, derelerin taşları, mayın tarlaları, güvenli adımları izcilerin,
onları izliyoruz iyi ki batı duvarlarımız var uyuyanlara çöken  ağırbaşlı ecinniler;
kitaplardaki gibi kulelerden çığlıklar yükseliyor, yolaçıklar yollarını yitiyor bir bir.
Karlıova’da ısmarlama bir aşk kuşu var, bir kartondan masa, kağıt tabaklar, naylon
kupalar arasında çöpleniyor. Aslında sevilmeyen bir kuş, badembıyıklı haydutlar,
karasevdalı, incehastalıklı hancı ve kızı çok güzel yaralar içinde her tarafı / güzelliği
ordan çünkü yazkuşu

Siz burda kalın diyoruz çocuklara. Cehennem ama suluyemek var, yol parası, 
maaşlı iş, sabit gelir.
Sıcak banyo haftada bir.

Çocuklar cehenneme gidecek çocuklar, siz
Kalbin çıbanlı güneşi, siz zifiri geceden doğan
Bugün cehennem çocuk konseri
Amfora dibine kadar dolu





SERVİKAL VERTEBRA
Bizi hayatta tutan teller her yanımızı sarar
Omurganın kendisi bizzat teldir
Bu bilince tutununca bir ritim bulursun
Bapbiri bupbiri bapbiri bupbiri evrene dağılırsın
O sırada bataklıkta çiçek açar, bu bir tutunma teli
Bir çiçek seni bataklığa çağırır bu da

Duygular bedende konuştukça
Bedenine tutunursun, ayna teli
Sorarsın aynaya: yüzümü çok özlesem bana gösterir misin

Saçlarını karıştırıp bulduğun beyaz teli, bir şeye benzetemezsin
Odur seni uykusuz bırakan düşünce hediyesi
Düşünceni değiştirirsin: gümüş madalyalı tel

Mutsuzluk bağımlısı o herkes, teselli teli kopuk
Keşke hikâyesiz kalsak bir anda, kurusa nostaljia kuyusu
Anlatacak bir şey kalmasa ve tarih yazanlar kalsa yalansız
Şu ana hapsolmuş bir geçmişi bıraksak
Koşup sığındığımız müzik teli kaybolsa
Muhtaçlık teli, tüm insanlara, o çok çabuk gizlenir
Çocuklarım olsa beni arardı, demek ki yok desem kendime
Bunu buraya kim koymuş, keşke hiç tanışmasak

Her yanda bir gürültü, sağ ve esenlik teli
Orada ve burada, dünyada hep uğultu
Ölümdür en sessizi, herkes aşkla anlatırken
Kapkara bir göktür umut: uçsuz bucaksız bir tel
Yığınların vedası, son ileti saati…

Anti sosyallik teli:
Büyük sıkılma, büyük tıkınma ve infilak.




kum saati kumu yetiştirme sanatı
kum saati yapan bir atölye vardı, adamın biri de kum saatleri için kum satıyordu atölyeye. hep merak ederdim nerden getiriyor bu kadar ince kumu diye. pikabının, ne bileyim 50nc kamyonunun arkasında kum saati kumu yüklenmiş ilerliyor işte. kum saati kumu satan adam işin 'nasıl?' kısmındaysa, örneğin son çuvalı 50 nc'ye yükledikten sonra kamyonun arka kapağını kapatmadan önce o son çuvala bir yumruk atabilir, atması muhtemel yani. diyelim böyle oldu, ee n'oldu peki şimdi 'neden?'e?
zaman daralıyor...

kum saati kumu satıcısının sağ elinin üstü hafifçe kızarmış. kamyonu sürerken sadece
asfalta bakıyor, etraftaki kuma, tarlaya bakacak değil; alt yapı-üst yapı meselesi.



                   SON 1:
                   arnavutköy belediyesini aradım. 78m2 toprak kiralıyormuş belediye. 
                   10 m2'si kazma kürek türü malzemeleri koymak için küçük bir depoymuş 
                   geriye kalır 68 m2. yıllarca yaşadığım o bodrum katının yüzölçümü. geçmişten kaçılmıyormuş, ha-ha... kibar kibar anlattı                 
                   bunları telefondaki kadın. kibar insanları seviyorum, "ince ayrıntıları ezdiğinden dolayı kaba olan her şeyin hayatın egemen           
                   örgütlenmesinden yana olduğu"nu düşünüyorum; 
                   "bir durumcu sözlüğe önsöz".
                   neyse,  toprak parçasının yıllığı 500 liraymış. 520 olsa haftalığı 10 lira yapar,
                   aylığı 40 lira. fena gelmedi bana, ayda 40 liraya deposuyla 78m2 toprak sahibi olmak. ismimi yazdırdım, arayacak. insan     
                   sadece kum saati kumu tarlası yapsa orayı yine mutlu olur. hadi mutluluk büyük kelime, memnuniyet diyelim o zaman.    
                   üstelik de o son çuvala hiç ihtiyacım olmayacak...



"iki insanın bir araya gelmesi aynı şekilde bir daha asla olamaz. zen'in çay töreni,
o tekil anın altını çizer hep." sahaflık yaparken sattığım zen'le ilgili bir kitaptan mıydı bu, hatırlayamadım şimdi, herhangi bir yerde okumuş da olabilirim, belki de bir filmdendir...

'nasıl?' sorusu yerine 'neden?' sorusuna eğilmek başka bir dünya çıkartır karşımıza,
kişilikler açısından da. 'nasıl?' yüzeye, 'neden?' içeriye gönderir, çoğunlukla. bir
böcekbilimci vardı şaşkın bakkal'da oturan, çekememiştim fotoğraflarını; 'neden?'.
konu değişiyor biliyorum ama, aklıma gelmişken bir daha yazayım: insan türünün
su üstünde durma çabasını hiçbir zaman anlamadım, şu yüzme dedikleri şeyi yani.
su orada, sen de kıyıdasın, şart mı şimdi içine girmen, içine girdin hadi şart mı üstünde
durmaya çalışarak o tuhaf debelenmeleri yaratman?
nerede geçiyordu, biri sinirlenip mekandaki sandalyeyi kırmıştı da yan taraftaki biri sakince sormuştu: sandalye sana ne yaptı ki? bir kişi de tutup sormaz, bakalım su seni istiyor mu? yok illa işgal edecek. dünya balık kaçışmıştır, o su üstünde durup o acıklı hareketleri yapacak diye. zavallılar milyon yıldır alışmaya çalışıyorlardır bu insan denilen formata suda. bu sandalye meselesi berbat bir diyalog gibi tınlamıştı ilkin bende, şimdi öyle düşünmüyorum.
neyse.



                   SON 2:
                   borges'in öykülerinden birinde sanırım ibn-i sina'ydı bahsettiği bir iki 
                   paragraf tutmaz bir kısım vardı. ibn-i sina odasında çalışıyor, sonbahar. 
                   çocuk sesleri duyulmaya başlıyor avludan. bir ara başını el yazmalarından kaldırıp pencereye doğru gidiyor. avluda çocuklar           
                   bilmediği bir oyun oynuyorlar, bruegel olsa bilirdi. dalıyor ibn-i sina. rüzgar çıkıyor.
                   avluda kumlar havaya kalkıyor. 
                   kum saati kumu satıcısının en sevmediği şey, rüzgar.

                   zaman, garip ağrı...


                   SON 3:
                  "fenikelilerin başkalarını düşünen insanlar olduğu" doğru mu?..










SAKİNİ YUTAN SUSMAK.


tanterosa hiç acı çekmedi denilebilir
ben denilemez.

adımlarımı arttırdığımda bana bakan,
dönüp ardıma bakma hakkımı aldılar cebren.

ahmaklık ayyuka çıktığında
c, d, e bazen a vitaminlerini arttırdım
karanlık gün sayısını aşağılara çektim.
güneşşapşup. güneş şapşup surat. geride kal, bende.

demir karyola. soğuk vücut. kapşonlu kafa. kaçtım
terliğim yırtıldı bir tırnağım kırıldı. yumak yumak saç koklattım
aldıklarını versinler diye her sabah
suratlarınabakandım.

tanterosa hiç acı çekmedi denilebilir
ne denilemez


anadan beri dilimi ısıracağım bir şey olmadığı.

kördüm. görmek için hiç sarı kalmamış dünyada
yabancı şehirlere tanıdık yüzler, kolajla	
ona çok yakından maruz kaldım.


üç taş birleştirip mabet yaptı
bahçeme büyük ilahlar, ellerime yakarış günü kınası
üç kazan döğme kaynatıp tapınacak kullar arattı.
üç taş birleştirip bir mabet yaptım
talaş talaş dökülen gözüyle,
içimdeki tanrının.

ona geçmekten korktuğum evleri anlattım
bir tanrının korkaklığını yadsımadı, hayır
bana sokaktaki bütün ışıkları yakarak baktı
beş liraya yeni terlik aldık pembe tanrı terliği.
soframızdan naneyi eksik etmedim
kimse kapı artlarında öpüşmesin di 
ye ‘bak ben göreve geldiğim ilk gün kapıyı söktürdüm’

ve yine güneş
veyinesurat 
veyineşapşup




hafif parçalar
görünümler bütün bütün açılsın deniyor.
kendi başlarına karşılayamazlar -bitti.

ne kadar bakarsam görebilirim diye tamam diyorum.
büyük patlamalar duyuldu sonra
çünkü bu sizin için daha iyi.

bu makineyi oyuna dahil ediyorum -tamam.
çarkları döndürüp gövdeni yeniden icat ediyorum.
[artık her şeyin üzerindeyiz. lütfen biraz rahatla]

onu güvenli alandan çıkarmak istiyor.
istiyor ki kapılar açılsın da biz girelim içeri.

şimdi buradayız. koşturur bir adam: burası bizim.
önce bırakalım dedim, devam etmeyelim bunu.
böyle dümdüz gelinen. her defasında bulamıyoruz.

belli ki yeni baştan tutuşacaklar daha.
bunu sürdürelim istiyor.





Dünyayla Yüzleşmek İçin
yürüyorum
sağımda kalıyor vadi, derler ki 
bitmez zulmet ile ışık oyunu 
ama tutamıyorum ellerimi 
sanki benim değillermiş gibi 
iniyorlar yüzümden 
                            dünyayla yüzleşmek için 

haklısın beni suçlamakla, sevgili Maria 
snoblukla ve formları dizmek konusunda 
sistem kitapçığına, anlamak için
neliği ve önce birleşen daha sonra  
yitip giden şeyleri 

haklısın bana kızmakta, sadece 
morfolojiye kafayı taktığım konusunda 
çünkü bunu görüyorum baktığımda 
sinekler birleşince var oluyor çehre 
dağılıyor vızıltılar uçuşunca 

sineklerin tanrısı sen nesin?
cisim kavramına doluyorsun
koku ile tat, zulmet ile ışık
uzam ve zamandan damıtılıp
at üstündeki Napolyon'a biniyorsun
şuur bulan ayna, ben neyim?
ayakkaplarını bile bağlayamayan katil çocuk 
değil miyim? iplik bobinim Odradek 
hak sarhoşu Maria ve plastikiyet 
kapsayıp aşacağım kendimi
ama tıkayamıyorum kulaklarımı 
sanki benim değillermiş gibi 
dinliyorum entropinin şarkısını 
                                              dünyayla yüzleşmek için: 


mesihyan bir süzülüşle
eğileceğim üstüne
damıtılmış şiddetimle
dünyanı yerle bir edeceğim

okyanusun kıyısında
deniz kabukları topladım
uyumadan pencereme
kuşlar için yem koydum

sanma ki çok küçüğüm
sanma ki çok miniğim
yaşadığım kuytularda
devrim yeminleri ettim.






duyarkası - ince örtüler altında sarmaş dolaş
duyar kas sabahlığını giymişsin
deniz dalgasız pusula ve kerteriz 
yıkıyorlar alt kat dairenin duvarlarını
moloz kokuyor ve sis
sıkılırsan ölüm kodla biraz
             insansı niyetlere in
bak bu makine öğrenmesi
sistematiği kuantumun 
değil 0 ya da 1		
grinin de var olabildiği bir dünyada 
şaşırıp yakabiliyorsun dev ellerini
duy takabiliyorsun 
çok az çalabildiğin gitar
söküyor usulca 
söküyor tellerini

	doğrudan denize yeltenen bir intiharı andırıyor
	her balyoz sesinde zıplayan tozlar–döşemedeki 
        birikim, kırılan dallarını onaracak o ilkbaharda
	çimleri sulayacak ipleri sarkıtacak çamaşırlara
	görüngü diyecek derin bir iç çekerek –yaralara tuz
	dirlik karalara	 kabuslara dikilecek kopkoyu
        ciğerlerine kül ve öfke geçişsiz fiiller geçidi kitaplıkta
        devrilecek viyadük ve uyanacağız
        : yüzlerimiz seramik
	 
seni orada bırakmak gibi bir
burada olmamam birkaç kere
aynada dokuz onu konuşalım
ayrıca tarih bilincine geliştirilen inanç 
hiç sayı değil

uzaklığı andırıyor sözcükler
küre atlastan seçilen ülke 
plaklar yerli yerinde	kırılmamış 
dalları uzun saçlının	kırılmamış 
kavanoz	terliklere sızmamış 
unufak cam parçaları 
sesler bitmiyor dijital izler 
çünkü temporal lob avrupa gezisinde
çünkü çıkış yok tıklım tıkış evlerde 



duyar kas iniyor akşam
neden inanamıyoruz göklere
gündem maddelerine en acıklısı 
geleceğe	soru soran yanlarını
törpülediler bak bir ağacın 
görmemek için bulutları 
sıska suları çektiler kesik başı kuyulardan 
kuzey ülkelerinden melodik death şiir 
kalp damar hastalıkları orta yerinde 
gülüşlerin 
şizoanaliz tükenmiş dünyada
ve aşk rezervleri 	uzmanlar diyor ki 
yetinmek zorundaymışız artık
yalnızca var olan haplarla
çatışmalarla 	insan kollarıyla kopan
sahi nerede başlar son bulur nerede
suya ve gıdaya erişemeyen 
bir kıta

sahanlığında durdum 
(+2.80 kotunda değildi) 
yaklaşıyordu coğrafyama 
atarken kalp ve debi 
kayarken eklem ve kemik
akıllı ev konsepti konuşkan balkonlar
sarı siyah şeritler ‘girilmez’ tabelası 
gülerken ağlayan surat ya da 
yeşil yaprak emojisi 
düşünceler sakıncalı saplantılı 
adaletsizliği yerleşik kılan klan savaşları
kıyım seansları avazları kocaman
taşlığında yuttuğu taşla error code
bir drone kuş bir tutam taze kişniş
parkeleri söküyor fırtına yapıyı şifreleri
elektrikle çalışıyor çok acayip
süpürüyor hacimleri 

uyanıyorum tüm kabuslardan 
kitap okuyorsun yanı başımda
şarja takmışsın kediyi gözleri doluyor
hataları ayıklayıp yıkmışsın duvarlarımı
F5’e basmadan önce soruyorsun: 
kahvaltı hazırlayalım mı?



2020-2021 / ankara

Sonsuzluk Ve Bir Gün
Anısı olmadım kimsenin
Ama beni unutmadılar da 
Güneşli sabahlarda
Eriyen martı kanatlarını topladım 
Yol boyunca 
Mavi duvarın ötesi
Kocaman bir şehir
Hiç bakmadım o tarafa
Yürüdüm
Kendime yol alır gibi
Nereye gittiğini bilmediğim
O küçük ormana
Yeni kurulmuş bir martı yuvası buldum 
Bir kadının gülümsemesini getirdi rüzgar 
Taşlara sürdüm serin elimi
Sonra alnıma
Akşamı üfleyen
Nefesi sordum
Geçmiş zamanı anlatır yıldızlar
Eskimiş ışıklarıyla
Gökyüzünde var olmuş sesimi duydum
Zaman kırılması var
Şehirle aramda
Akşam vapurunun penceresinde 
Denizden dönen
Yüzümü gördüm


Nisan 2019
Büyükada
İstanbul 

Yirmi Parça



1.	Yeni ürün: Divan edebiyatının kilitlerini açan mazmuncuk.
2.	“Girişimcilik” için alternatif tanım: Buluttan nema kapmak.
3.	Müteahhit cover’ı: Malzemeden çal Sam.
4.	Entelektüel Türküsü: “Ham meyvayı kopardılar bağlamından...”
5.	İhtiyat tavsiyesi: Peki sizce sigorta poliçeniz yeterince güvende mi?
6.	Bir iltifat: Saçların yine ahenkle dans ediyor. Ama bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir.
7.	Personel anketi: Bir arı kadar mı, yoksa bir karınca gibi mi çalışkan olmak isterdiniz? 
8.	İş ilanı: Söküğünü dikmek için dibini ışıtan bir mum arayan bir terzi.
9.	Organik ürünlerde devrim: Balık yağı, kuş tüyü, deve kini.
10.	Bir reklam: Voila’dan yeni göz boyama ürünleri.
11.	Yeni ürün: Dijital kum saati.
12.	İşten kovulanlara teselli: Öz geçmiş olsun.
13.	Daha hafif bir spor önerisi: Yarım yağlı güreş.
14.	Yeni ürün: Hazır Türk kahvesi köpüğü.
15.	Dava adamının son sözleri: “Ötenazi hakkımı vermezseniz kendimi öldürürüm.”
16.	Asosyaller için motto: Özüm meclisten dışarı.
17.	Din ve afyon: İlacın yan etkisi çarptıysa, diğer yanağınızı çevirin.
18.	Yeni ürün: Görünmez kaza kurşunu
19.	Antolojiye Türkçe karşılık: Toplama akıl.
20.	Pragmatik beddua: Zebanilerin canı cehenneme...







BOŞLUK
Cezvede kaynattığı sütün cızırdayarak taşmasıyla irkildi. Ocağı öylece bırakarak, bir eli belinde diğer elinde cezveyle tezgahın diğer ucuna yürüdü. Üzerinde pembe çiçekler olan su bardağına sütü boca edip cezveyi de içi kap kacak dolu evyeye bıraktı. Süt ılınana kadar bir sigara yakabilirdi. Gömleğinin cebinden sigara çekip dudaklarının arasına sıkıştırdı. Ocağın bir gözünü yakıp aleve eğildi.

“Anne, bu evden gitmeyelim.”

İrkilerek arkasını döndü. Sigaradan bir nefes çekip açık cama doğru üfledi. “Neden kalktın sen? Sütünü getireceğim şimdi. Haydi git, birazdan gelirim.” 

“Ben burada kalacağım, götürme beni bu evden.”

Gülümsedi. “Yarın konuşuruz. Haydi sütünü içireyim sana.” Sigarasından, dumanı çalar gibi ürkekçe bir nefes daha çekti.

“İçmem.” Sesi ağlamaklı. “Gidersek bu ev sahipsiz kalır anne, gitmeyelim.”

Yarısına bile gelemediği izmariti pervaza basıp pencereden dışarı fırlattı. Derin derin iç çekerek açık pencereyi kapattı. Daha küçük bir eve geçmeleri gerekti. En az yetmiş yıllık bu devasa tahta konağın artık elle tutulacak bir yanı kalmamıştı. Tek başına yetişemiyordu temizliğine, bakımına. “İlaç vereceğim ama, içmen lazım sütünü. Yemek de yemedin.”

“Masal anlatırsan içerim.” 

Ağrıyan belini zorlamamaya çalışarak aksak aksak tezgaha doğru yürüdü, süt dolu bardağı alıp masaya koydu. Sandalyeyi çekip konuştu “Anlat anlat masal kalmadı. Ne anlatacağım sana ben?” 

Terliklerini sürüyerek mutfağa girdi, kadının çektiği sandalyeye kurulup iki eliyle süt bardağını kavradı. “Bilmediğim bir masal anlatırsan içerim. Bilmediğim bir masal anlat.” Şu haliyle nasıl da sevimliydi. Bildiği bir masalı anlatmaya kalksa ya da hiç anlatmasa, nuh derdi de peygamber demezdi. Sütü içmezse de haplarını veremezdi. Gülümsedi. Yeni boyadığı tırnaklarını saçlarının arasından geçirerek kafasını kaşıdı. “Peki bakalım. Bilmediğin bir masal anlatalım sana. Ama sütünü içmezsen bir daha hiç masal anlatmam.”

İki eliyle kavradığı bardağı kaldırıp dudaklarını uzatarak hüpürtülü bir yudum aldı.

*
“Bir varmış; bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken... Ben annemin beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken uzak diyarların birinde bir küçük kız yaşarmış. Günlerden bir gün bu küçük kız, diğer tüm küçük çocuklar gibi, 8 yaşındayken tek başına çıkması gereken bir yolculuk için hazırlanmış. Yanına küçük bir sırt çantası, elinde gideceği yeri gösteren harita, bir de hayallerinden başka bir şey almadan arkadaşlarıyla birlikte yola çıkmış. Zaman içinde herkes kendi yoluna yürümüş. Küçük kız da elindeki haritada işaretli yolları ve köyleri takip ederek varacağı yere doğru heyecanlı yolculuğuna devam etmiş. 

Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Derken bir sabah üzerinde yıllar yılı yürüdüğü, yemişiyle karnını doyurduğu toprak sarsılmaya başlamış. Küçük kız önce o kadar şaşırmış ki olduğu yerde kalakalmış. Toprak sarsılmış da sarsılmış. Sonra da tam önündeki alan dört bir yönden yarılarak, parçalanıp göçmüş. Göçükle birlikte zeminde oluşan delik büyümüş büyümüş… O kadar büyümüş ki yürüse geçit vermez, çevresini dolansa hiç bilmediği, haritasında olmayan yerlere gideceği bir boşluk haline gelmiş. Kız şaşkınlığını üstünden atınca boşluğun kenarına yaklaşıp, dibinin yüzeye yakın olmasını umarak usulca kafasını uzatmış. Gördüğü manzara karşısında kalbi korkuyla sıkışmış. Genişliği kelimelerle tarif edilemez büyüklükte olan çukurun derinliği de bir o kadar tarifsizmiş. Öyle ki toprak giderek koyulaşıyor, boşluğun aşağısına doğru kapkara bir bilinmeze uzanıyormuş. Küçük kız öyle paniklemiş ki ağlamaya başlamış. Ne yapacağını bilemediğinden günler ve gecelerce çukurun başında çömelip, karnına çektiği dizlerine sarılarak beklemiş beklemiş… Öyle uzun beklemiş ki yemek yemeyi, uyuyup dinlenmeyi, ateş yakıp ısınmayı, kuytu bir köşecik bulup tuvaletini yapmayı unutmuş. Aralarından yürüyüp geçtiği ağaçlar, otlar, çalılıklar gibi yemeye ve yediklerini sindirip çıkarmaya ihtiyacı olmayan bir bitki gibi boşluğun başında beklemiş durmuş. Lakin beklemekle o boşluk ne kayboluyor ne de küçülüyormuş. O bekledikçe boşluk olduğu gibi duruyor, boşluğu yok saydıkça günler haftalara, haftalar aylara, aylar mevsimlere karışıyormuş. Bekleyişinin bilmem kaçıncı ayının bilmem kaçıncı gününde küçük kız, dizlerine sardığı kollarını usulca çözüp üstüne yağan karı silkelemiş. Keçeleşmiş saçlarını sağa sola sallamış. Az öteye gitmiş, kimseyi görememiş. Az beriye seslenmiş, kimse cevap vermemiş. Demek ki onca zaman o, bu koca boşluğun başında korku ve şaşkınlıkla beklerken yardımına kimse gelmediği gibi, merak edeni de olmamışmış. Önceleri üzüntüyle çatılan kaşları bu sefer öfkeyle gerilmiş. Madem onu merak eden, ona yardım etmek isteyen kimse yokmuş o da bu boşlukla kendisi savaşırmış. 

Hiç vakit kaybetmeden bu boşluğun icabına bakmaya karar vermiş. Ama önce acıkan karnını doyurmalıymış. Çevresine bakınmış. Başını ağaçların, gökyüzüne uzanan dallarına kaldırınca bir sürü yemiş görmüş. Ama yemişler o kadar uzağındaymış ki dallara tırmanmak için epey bir vakit harcaması gerekmiş. O yüzden ağaçların kökünde biten tatsız tuzsuz otlardan bir avuç alıp midesinin gurultusunu bastırsın diye ağzına atıvermiş. Ağzını kamaştıran otları çiğnerken gözüne yerdeki çalı çırpı birikintisi takılmış. Aklına hemen bir fikir gelmiş. Uzun bekleyişi sırasında ne de olsa boşluğu tanıma fırsatı bulmuş. Boşluk çevresindekileri çekmediği gibi içinden ne yılan ne de çıyan çıkıyormuş. Bu yüzden boşluk büyükse de, kendi haline bırakıldığında tehlikesizmiş. Eğer boşluğun dibi ulaşamayacağı bir derinlikteyse de, boşluğun içini doldurmaya çalışması halinde karşıya geçme şansı olabilirmiş. Bunca zaman bunu akıl edemediği için kendine saya söve işe koyulmuş. Günlerce, gecelerce çevredeki bütün çer çöp, çalı çırpı, taş, kaya ne bulduysa boşluğun içine atmış. O kadar çok çöp toplamış, o kadar çok çöp doldurmuş ki boşluğun içine, boşluğun bulunduğu yer ve civar köyler tertemiz olmuş. Buna rağmen boşluk birazcık bile dolmadığı gibi çöplerden dolayı çevreye çok kötü bir koku yayılmış. 

Küçük kız yolunu değiştirmemekte kararlı olduğu için henüz yolup ağzına tıkıştırdığı bir tutam otu hırsla çiğnerken tekrar düşünmeye başlamış. Demek bu boşluk çer çöp çalı çırpıyla dolmuyorsa da attıklarının kokusunu taşıyabiliyormuş. Bu yüzden aklına boşluğa değersiz şeyler atarak yanlış yapmış olabileceği, belki de boşluğu ancak değerli şeylerle doldurabileceği gelmiş. Peki bu boşluğun içine ne atabilirmiş? Birden gözlerinin önüne yanından hiç ayırmadığı masal kitabı gelivermiş. Bu kitabı kendini bildi bileli pek severmiş. Hiç düşünmeden kitabı alıp çukurun içine fırlatmış. Kitap boşluğun içine doğru sessizce süzülmüş süzülmüş… Bir süre sonra inanılmaz bir şey olmuş. Gözlerini kısıp baktığında kitabın bir kuş gibi yükselerek döndüğünü, kapaklarını kanatlar gibi çırparak kıza yaklaştığını görmüş. Uçan kitap boşluğun üzerinde ve tam ayaklarının dibinde durunca kız sevinçle zıplamış. Coşkuyla akan ırmaklardan geçit veren taşlar gibi kitap da boşluğun üstünde duruyormuş. Çekinerek bir adım atmış. Evet, kitap onun ağırlığını taşıyormuş, boşluğu doldurmasa da boşluğun üzerinde durabilmesini sağlıyormuş. Kız bu sefer kitabın üstünde beklemeye başlamış. Gece çökmüş. Ormanın derinliklerinden kurt ulumaları, baykuş çığlıkları duyulur olmuş. Kız sıkıntıyla omuzlarını silkip artık korkmadığı bu seslerin geldiği yöne doğru yürümüş. Acıkan karnının gurultusunu bastırmak için yine bir avuç ot yolup ağzına atmış. Her zaman yaptığı gibi yine boşluk üzerine düşünmeye başlamış. Demek boşluğu kitapla da dolduramıyor ama kitaplar sayesinde boşluğun üzerinde durabiliyormuş. Bu yüzden yeni kitaplar bulması gerekecekmiş. Ertesi sabah en yakın köydeki kütüphaneye gitmiş. Bulabildiği tüm kitapları bir el arabasına doldurup boşluğun yanına taşımış. İçlerinden bir tanesini, adını daha önce hiç duymadığı bir yazarın kitabını, alıp boşluğa fırlatmış. Kitap uçmuş uçmuş ve boşluğun derinliklerinde gözden kaybolmuş. Kızın gözleri faltaşı gibi açılmış, demek okumadığı kitaplar hiçbir işe yaramayacakmış. O da hiç vakit kaybetmeden bulabildiği kadar çok kitap okuyup bu boşluğa direnmeye karar vermiş.

Yıllar yıllar geçmiş… Masal bu ya, yaşıtları büyüyüp yetişkin birer kadın ve erkek olurken, küçük kız başında durmadan kitap okuduğu boşlukla birlikte hep aynı boyda, aynı kiloda ve aynı duygularla kalmış. Bulduğu tüm kitapları durmaksızın okuyor, bitirdiği kitapları boşluğa fırlatarak üzerinde durabileceği yeni bir basamak yaratmaya devam ediyormuş. Lakin ne kadar çok kitap okursa okusun henüz boşluk ağzının yarısı bile kapanmamışmış. Günlerden bir gün ormanın içinden şarkı söyleyen bir ses duymuş. O güne kadar oralarda kendinden başka kimsenin sesini işitmemiş olan kız merakla sesin geldiği yöne bakmış. Ağaçların arasından uzun boylu, esmer, genç bir adam çıkmış. Kızla göz göze gelen adam şarkı söylemeyi bırakıp kıza gülümsemiş ve selam vermiş. Kız, oturduğu yerden kalkıp üstünü başını silkelemiş. Adam kıza yaklaşıp elini uzatmış, kendini tanıtmış. Kız da utanarak adamın elini sıkmış ve adını söylemiş. Adam meğerse tıpkı küçük kız gibi ve onunla aynı yaşta bir gezginmiş ve yıllardır yoldaymış. Sadece bir süredir yolunu kaybetmiş. Oraları iyi bilen birisine rastlamadığı için de ormanda dolanıp duruyormuş. Kızı rahatsız etmek istemezmiş ama eğer izni olursa birkaç gün burada kamp kurup dinlenmek ona çok iyi gelirmiş. Kız, yıllar süren yalnız bekleyişine bir süre ara vermesinde sakınca olmadığını düşünmüş. Hem belki bu adam, boşluğu doldurması için ona yardımcı da olurmuş. Böylece arkadaş olmuşlar. Genç adam, kızın kendisiyle aynı yaşta olmasına rağmen çocuk boyda kalmasına çok şaşırmış ama onu hiç yadırgamamış, hatta kızı çok sevmiş. Bu yüzden planladığından daha uzun süre orada kamp yapmaya karar vermiş. Sabahlara kadar konuşmuşlar, günler boyu dolaşmışlar. Hatta genç adam, kızın otlarla beslendiğini görünce üzülüp ağaçlardan meyveler, yemişler toplamış. Böylece günler günlere takılmış, geceler gecelere dolanmış. Küçük kız, genç adamı o kadar çok seviyormuş, varlığına o kadar alışmış ki kitap okumak da, boşluk da aklına gelmez olmuş. 

Gel zaman git zaman, bir sabah genç adam, kıza yolculuğunda ona eşlik etmesini teklif etmiş. Artık yanında yürüyecek birinin onu daha çok mutlu edeceğini anladığını söylemiş. Onun yolu da beklediğinden uzun sürmüş, üstelik çok dalgın olabildiğinden arada bir yolunu da kaybediyormuş. Küçük kız bu teklifi duyunca önce çok mutlu olmuş ama sevinmeye fırsat bulamadan aklına uzun zamandır hiç getirmediği boşluk düşüvermiş. Sonra göğüs kafesinin tam ortasında tarifi imkansız, kopkoyu bir korku peyda olmuş. Genç adamın ellerini tutmuş. Birlikte giderlerse bu boşluğun sahipsiz kalacağını, eğer yalnızlıktan sıkıldıysa neden burada onunla yaşamaya devam etmeyi düşünmediğini sormuş. Genç adam üzüntü ve şaşkınlıkla küçük kıza bu boşluğu doldurmanın ya da sahiplenmenin kendi işi olmadığını, ömrünü bu boşluğun dolmasını bekleyerek ya da o boşluğu doldurmaya çalışarak geçirmek istemediğini, bu yüzden eğer kabul ederse batıya doğru birlikte gidebileceklerini söylemiş. Küçük kız kızgınlık ve hayal kırıklığı ile ellerini çekerek genç adama bağırmış. Eskiden kaybolacağı için terk etmekten korktuğu bu boşluğu artık bir şekilde sahiplenmişmiş. O yüzden o boşluğu doldurmak için gerekirse bir ömür orada kalırmışmış. Genç adam duydukları karşısında bir tercih yapmak zorunda kalmış ve sabaha karşı, kızı uyandırmadan ona sessizce veda ederek batıya doğru olan yolculuğuna başlamış. Kız ertesi sabah uyandığında genç adamın artık orada olmadığını görmüş. Gözyaşlarını tutamamış ve bağıra bağıra ağlamaya başlamış. Ağlarken hiç ummadığı bir şey olmuş. O ağladıkça boşluğun üzerinde duran kitaplar bir bir boşluğa düşüyor, daha da kötüsü boşluk giderek genişliyormuş. Küçük kız o günden sonra boşluğu doldurmak için daha evvel denemediği yollara başvurmaya karar vermiş. Eskiden somut şeyler atarak doldurmaya çalıştığı boşluğa artık elle tutulamayan şeyler doldurmayı deneyecekmiş. Boşluğa önce nefretini koymuş, boşluk dolmamış. Kinini salmış, hayal kırıklıklarını basmış, acısını akıtmış yine yine yine olmamış. Kimi geceler boşluğun başında durup saatlerce çığlık atmış, ağlamış, yerlerde debelenmiş ama nafile. Boşluk eskisinden daha kocaman, derin ve geçit vermez haliyle var olmaya, küçük kız da yıllar yılı dolduramadığı bu boşlukla ne yapacağını bilemeden yaşamaya devam etmiş. 

Mevsimler mevsimleri kovalamış. Sert geçen kışlardan daha sert bir kışın sonunda, ılık bir mart sonu sabahı kız uyanmış. Usulca doğrulup masmavi gökyüzüne, sabah yeliyle birlikte doğuya doğru sürüklenen pamuk gibi bulutlara bakakalmış. Sonra sakince ayağa kalkıp derin derin nefes almış ve kararlı bir şekilde bulutların peşine takılıp doğuya doğru yürümeye başlamış. Tüm derinliği ile geçmişinin orta yerinde duran boşluğun kapanmayacağını kabullenerek onu olduğu yerde bırakmış ve bir daha dönmemek üzere oradan ayrılmış.”

*
Boş bardağı masaya bırakmış, iki elini masaya koymuştu. Boynu bükülmüş garip kuşlar gibi bakıyordu genç kadına. “Bitti mi?”

Kadın yorgun çenesini son bir gayretle açtı, “Evet bitti.”

“Sonsuza kadar mutlu olmuş mu küçük kız?”

“Olmuş tabii. Sütün de bitmiş. Haydi yatağa.” Karşı koymadan kalktı. Genç kadın da hızla yanına gitti, telaşla koluna girdi. Küçük adımlarla eski evin gıcırdayan parkelerinde yeni izler bırakarak yatak odasına  dönüştürülmüş salona yürüdüler. Oda misler gibi yeni yıkanmış çarşaf ve beyaz sabun kokuyordu. Bütün gün temizlik yaptığına değmişti işte. Ev en az üç gün temizlik istemezdi. Köşedeki abajurun fişini prize taktı.

“Anne beni götürme bu evden ne olursun.” Olduğu yerde duruyor. Alt dudağı titriyor.

Gecenin ikisi olmuştu. “Bütün gün fakültede ders dinledim, eve geldim saatlerce temizlik yaptım. Daha dönem sonu projeme bakacağım. Çok yorgunum. Ne olursun iç ilaçlarını da uyu. Yalvartma beni.” Bazen öyle çaresiz hissediyordu ki pencereden kafasını uzatıp uluyası geliyordu.

Direnmedi, ilaçlarını içip yatağa girdi. Yorganı kafasına kadar çekip dudaklarını büzdü. Koca gözlerinden iri iri yaşlar yuvarlanmaya başladı. Duvarın kabarık yüzeyine yansıyan gölgelerin arasında ne kadar aciz, ne kadar muhtaç, ne kadar kederli gözüküyordu... “Evi sevdiğimden değil anne. Ben babamı çok özledim. Babamı çok özledim. Babamı çok özledim anne, gidersek bizi bulamaz, ne olur götürme beni buradan.”

Boğazına bir ağrı çöktü. Ne deseydi şimdi?

“Dişlerini çıkar anneanneciğim. Yarın konuşuruz. Söz.”

işbu
işe koyulmadan önce bankoda ritim
birbirine eklenmeden dağılan permütasyon
parmak hesabıyla görülür gibi çalgın
- perküsyon demek istedi aslında

işe koşulmayan kelime 
ne kadar anlamlı, tek başına satır arası
görev tanımı gereği açılmayan kalgı
- satirik daha uygun olur

işine gelmeden dişlerinde beliren hayvan
içerde mi dışarda mı tasarımını tüyler
dilinde bitmesine yorulmadan arışık
- vardır bir bildiği

- iş işten geçti'den iyi yol olur
icraata ilk ışık ilk para ilk tiyatro
aynı pazarda bulmaca kariyeri
kurgulama ustalarına kalsa kargan

işten arta kalanla boş zaman etkisi
kablolarıyla oynayınca doğmasına sevinilen yalgın
fekat molozlarından doğmayan hangi kuş...
- yeme gelmiyor 






@