Duvar; Körlüğün, Sağırlığın Sırtı

Duvarlara alıştık demek istemiyorum. Alışmak kabullenmenin ön sevişmesi. Alışmanın, kanıksamanın getirdiği bir konfor var. Konfor bize rahatlık vaat eder. Ancak konforun korunaklı sularında yüzmek boğulmayacağımız anlamına gelmiyor. Aksine, en çok boğulduğumuz yer orası. Konforun gösterdiklerinden çok göstermediklerine bakmak gerek. Veya gözün görmek, kulağın duymak istemediklerine… Duvar biraz da bu körlüğün, sağırlığın sırtı. Ben öyle diyorum. Sırtımız blok blok yük. Taşıyamayacağız kadar ağır karanlığımız. Duvarı yıktığımızda, dış duvardan söz etmiyorum o en kolayı; iç duvar en zoru, çünkü orada korku var, güvende kalma arzusu var. Oysa cesaretimizi ya da ilerlememizi biraz da korkularımıza borçlu olduğumuzu hatırlamak gerek. Korku olmasa cesur olacak nedenimiz kalmayacak. Cesaretlerini  alkışladığımız birçok insanın; mesela ölümü pahasına düşüncelerini söyleyenlerin, yazanların, boyun eğmeyenlerin, insanlık için hayatını feda edenlerin, adalet için mücadele edenlerin korkmadıklarını söylemek yanlış olur. Belki de o güvenli alanlardan titreye titreye çıktılar. Çıkmasalar daha büyük felaketlerin ve korku sarmalının içinde olduğumuz fark edilemeyecekti. 

Bu cesareti bir kahramanlık olarak değerlendirdiğimi düşünmeyin. Kahramanlığa mesafeli durmamın nedeni biraz da mitler. Sanırım kahramanlığın insan üstü, doğa üstü güçlerle, olmayacak mucizelerle hikâyelendirilmesi gerçeklik duygumu zedeliyor. Korkusuz, güçlü, atılgan, yenilmez, dev insanlar…  Öyle mi sahiden? İnsan bir yanıyla da çok zayıf. Acısı ve korkusuyla yüzleşmediğinde mesela… 
 
Babylon Berlin adlı dizide  şöyle diyordu ana karakter: “Biz yeni bir insan yaratıyoruz, insan-makine… Acısı ve korkusu olmayan bir android…” Bunu elbette kahramanlıkla ilişkilendirmeyeceğim. Ancak insanın gittikçe makineleşmesini, hatta androidleşmesini bir metafor olarak kullanabilirim. Verilen komuta uygun adımlarla giden, programlanmış bir yaşamın içinde hislerini kaybederek köle haline getirilmeye çalışılan bir insanlık var. Elbette yeni değil bu. Adım adım gidilen (çok geniş bir zamana yayılmış) bir yol. Şimdi ise, o yolu koşarak geçeceğimiz bir aşamaya geldik. Hatta koşmaya başladık bile. İnsanı, düşünceyi tektipleştiren, sıradanlaştıran bir yapıyla epeydir mücadele ediyoruz. Yine de insan henüz o istenilen seviyeye, son noktaya gelmedi. Hâlâ direniyor. Çünkü insan kuralları çiğnemeye ve başkaldırmaya meyilli; eğer uyuşturulmazsa! 

Sistemin bunun için çeşitli yöntemleri var. Deniyorlar. Dinle, aileyle, siyasetle, sentetik maddelerle, kimliklerle, parayla, otoriteyle… Hiç vazgeçmiyorlar. Gerçeklik algımızla oynuyorlar. Daha doğrusu, gerçek öldü, yeniden üretildi. Baudrillard buna hiper gerçeklik diyor. Bugüne kadar kaç gerçekliğin içinden geçtik? Hangi kavramlar hayatımıza girdi çıktı, hangi söylemler bizi yönetti, önceliklerimiz nerede değişti? Dönüp bakmak gerek, unutmadıysak eğer. Çünkü sürekli güncelleniyor, format atılıyor bize. Ve konumumuz da belli! Erişilebilirsin. Herkes erişilebilir. Her yerdesin. Ama bir o kadar da hiçbir yerdesin. Sanal dünyada ekranın donabilir, görüntün kaybolabilir ama bir imge ve sembole de dönüşebilirsin. O halde ne kadar varız? Nerede varız? Var mıyız? Ya reel dünya?

 Gerçek dünyanın bir realite şova, umudun endişeye, inkarın bir tavra dönüştüğü noktadayız, der Maurizio Ferraris. İnkar, insanın önce kendine yüz çevirmesiyle başlıyor. Kendine yüz çeviren her şeye sırtını döner. Ve sistem amacına ulaşır, seni istediği gibi yönetir. Ama tüm sistemler, yapılar eninde sonunda yıkılır! Yerine başka bir gerçek oturur. Bazen bir virüs gelir düzeninize çomak sokar. İnsanı, yaşamı değiştirir. Alışkanlıklarımızı, korunaklı hayatlarımızı tepetaklak eder. İşlevini çoktan yitirmiş sistemin köküne dinamit koyar. Belki de o virüs bizi uyandırmak için yeni bir yapının önemli bir dinamiğidir. Geleceğin bugünüdür. İleriden akan, henüz gitmediğimiz gelecek zamanın şimdiye gelmesidir belki de. 

 Gelecek olanın hiyerarşisini, denetimini engellemek için, belki de duvarın yıkılma zamanıdır. Çıkın kendinizden. Yıkın! 




@