Kaçak

“Onu izlemek neredeyse bedensel bir haz,” yazmışım günlüğüme, seni gördüğüm ilk gün. 4-3. Yağmur yokmuş ama Defterdar Yokuşu nedense ıslakmış, anlam verememişim. 6-2. Küfür kıyamet o kavgayı, mendil satmaya gelen göçmen çocukları hala hatırlıyorum ama yokuşun ıslaklığı uçup gitmiş aklımdan. 5-1. Maskesiz gezdiğimiz son günlermiş. “Başka kim kullanabilir parmak uçlarını böyle?” Zarlara dokunuşun, pulları avucunda kavrayışın bana başka kavrayışları vaat etmiş. 6-6, düşeş!

Henüz erken, gelmesine hayli var. Evin içinde neden dolandığımı bilmiyorum. Belki de gözüm bir şeyi arıyor. Tam karşımda, duvarda asılı bir mantar pano. Başı renkli raptiyelerle tutturulmuş birkaç küçük not, tarihi geçmiş iki fatura. Köşede bir Polaroid fotoğrafı. Beş santime sekiz santim çerçeve içinde bir çift gülüyor. Altına da küçük bir not: “No filter, just sunshine.” Bunu görmek için dolanıyordum belki de evde. Fotoğrafı görünce aklıma yeşil kutu geliyor. Onu da masanın üzerine koysam mı? Götürmek isteyeceği bir şey çıkar belki. İçindekileri karıştırırken birden dalar, her bulduğu nesneyi avucunda evirir çevirir, nereden kalma olduğunu hatırlamaya çalışır mı? Tiyatro biletlerini, konser biletlerini, şarap mantarlarını, çikolata paketlerini görüp ne yaptığını unutur, yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yayılır mı? Peki o gülümsemeyi benden saklamaya çalışır mı? Hayır, çalışmaz. Çalışmasın… Kutudan çıkan bir fotoğraf daha: Karantinanın ilk günlerinden kalma. Sokakta virüsün kol gezdiği, polis bütün köşe başlarını tuttuğu günlerden. Kısıtlamaların yasaklara, yasakların dur ihtarlarına evrildiği o günlerde, maskelerin ve siperliklerin arkasından görebildiğim kadarıyla yalnız ve pek de güzel olmayan ülkemiz ateşler içinde sabahlıyordu. İşte bu ahval ve şerait içinde sevmiştim onu. Fotoğrafın hemen arkasında bir zar var. Her şeyi hatırlar ama bu zarın ne olduğunu bilemez. Tanıştığımız ilk gün, o kalabalık arkadaş grubuyla oturup biralar içilmişti, çok geçmeden sedef kakmalı bir tavla gelmişti masaya. Oyunun ortasında, avucunda kuvvetle sallayıp attığı zarlardan biri tavladan sekip yere düşmüştü, mazgaldan içeri kaçtı deyip cebe indirmiştim. Bunun ne olduğunu sorar mı? Diyelim sordu, artık bu evden çekip giderken tanıştığımız günü anımsatır mıyım ona? Zil çalıyor. Söylediğinden daha erken geldi, son konuşmayı planlamak için vakit kalmadı. Kapının balık gözü deliğinden bakıyorum. İzlendiğini bilen her insanın takındığı yapmacık bir duruş vardır, onda fazlası var: İzlenmekten haz alan adam duruşu. Bunu en başında fark etmeliydim. Zarı çarçabuk kutudan alıp cebime atıyorum. Tavlada beni hiçbir zaman yenemedin. Rekabetçi tarafın sandığım şey meğer başka bir yanınmış. Bu kez farklı bir galibiyet için gelmişsin. Buyur içeri gir, hoş geldin.

“Bu maske çok bunaltıyor beni.” İpi kulağının arkasından gelişigüzel sıyırıyor. Ellerini yıkamaya gidiyor. En gergin olduğun anlarda teklifsiz davranma huyunu biliyorum. Ne zaman oynamaya başladığını da. Bu bir doğaçlama değil, umarım ezberlediğin repliklere uygun cevaplar veririm. Her şeyin senin planladığın gibi gittiğine inanır, yapacağımız şeylere yön verebildiğini düşünürsün. Farkında olmadığımı sanman ne acıklı. Ne yalan söyleyeyim, buna müsaade ettiğimi bilmeni isterdim.

“Cem taşınıyormuş İstanbul’dan. İş bulmuş, Ankara’da galiba. Gitmeden görüşelim dedi mutlaka. Buradan hızlıca çıkıp onu göreceğim, Bilge, Sevgi, Hikmet filan da gelecek. İstersen sen de uğra.” Teşekkür ederim. Evdeyim bugün. Bitirmem gereken bir iş var, montajla uğraşacağım. “Şu video-art mı? Çok merak ediyorum vallahi. Ne olduğunu hiç anlatmadın. Çok zaman oldu üstelik. İsmini koydun mu? Youtube’a da yüklersin herhalde?” Yükleyeceğim, evet. Videonun adı “Mutlu, Bir Hamle.” Gülümsüyor, saklayamadığı bir gülümseme üstelik. Kutunun başında eşyaları ayıklarken onu izlememe gerek kalmadı.

Peki bunca eşyayı en küçük boy bavula nasıl sığdıracak? “Sen çalışmanı bölme, toparlanırım ben çarçabuk.” Montajla ilgileniyormuş gibi yapıyorum. İçeri sesleniyorum: “Masanın üstünde bir kutu var, ona da bak istersen. Alacakların varsa unutma.” Bilgisayarın ekranını görmüyor. Kamerayı açıp birkaç fotoğrafımı çekiyorum. Saklamak istediğim bir görüntü. Yeşil kutudan birkaç şey eksilecekse de yerine yenilerini koyacağım.

Bir odadan öbürüne, mutfaktan salona sakince geziniyor. Bir müzik açayım diyorum. Avishai Cohen çalıyor: “Remembering” Dediği gibi çok kısa sürede hazır. Küçük bavulu kıyafetle değil gündelik eşyasıyla dolu: Tıraş takımları, kahve içtiği kupa, bu evde giydiği, bir ucu delik eski püskü terliği… Eşyalarını değil evdeki yaşamını almaya gelmiş.

“Bir şey unutmadım herhalde, yine de son kez odaları bir dolaşayım.” Bu “son kez”i tanırım. Bugün bu evden çıktığımda aramızda giderek incelen şey artık hepten silinecek demek. Çıkmaz sokaktan bir çıkış yolunu buldum, apartman aralarını, girilmez tabelalı bahçeleri, istinat duvarlarını aştım, artık yeni bir caddeye çıkıyorum demek. Bu eve tabii ki tekrar geleceksin, eşyaların o bavula sığmadı, ceketlerin, ayakkabıların hala duruyor. Bu “son kez”, kalan eşyayı almaya bir nakliyeci gibi geleceğim demek. Buradan giderken, ayakkabılarımın bağcıklarını bağladığımda aramızdaki her şey bitecek demek.

“Bunlar yeni mi? Harika görünüyor. Kısa zamanda ne çok ilerledin, duvara asılacak kadar var. Ben böyle güzel suluboya yapamıyorum vallahi.” Senin dilini biliyorum. “Mercimek çorbasını tutturamıyorum,” aslında “Çok iyi domates çorbası yaparım” demektir. “Fransızcam pek iyi değil” dediğinde gözlerindeki böbürlenmeyi görmemek imkansızdır: “Bendeki İngilizce kimsede yok.” Benim berbat suluboya resimlerinden kendi akrilik resimlerine prestij devşirmeyi bırakıp bu evden ne zaman gideceksin? Lütfen, bir an evvel git. Bana kendini daha fazla küçümsetme.

Eğilip bağcıklarını bağlıyor. Cem’e selamlarımı ilet. Derin bir nefes alıyor: “Kendine iyi bak.” Görüşürüz demediğimi anladı mı? Dur, diyorum, gözlerinde saklayamadığı bir merak var. Hayır, yarım kalan sözlerimi tamamlamayacağım, yakan içeri katlanmış. Uzanıp düzeltiyorum. Biliyorsun ki seni hala seviyorum dokunuşu bu. Ve bunun benim için bir anlamı kalmadı dokunuşu. Şimdi sıra sende. Zarları salla, kapıları boz, pullarını topla.

Bu kez kazanmana izin vereceğim.

@