‘DÜNYADA OLMANIN SONSUZ BAŞKA YOLU’ 
2020 COVİD-19 SALGINI ÜZERİNE HAKAN YÜCEFER İLE SÖYLEŞİ

1. Karantina deneyiminiz nasıl gidiyor?

Karantina benim hayatımda ciddi bir değişiklik yaratmadı. Zaten normal koşullarda da sürekli evdeydim. Karantina günlerinde eskisine göre daha sosyal olduğumu söyleyebilirim. Uzun zamandır iletişim halinde olmadığım pek çok insanla şu son haftalarda iletişim kurmak zorunda kaldım. Sosyal mesafe ya da mesafesizlik fiziksel değil.

2. Virüs, canlı ile cansız arasında diyebileceğimiz bir ara form; aslında yaşamımızı idame ettirme/anlam yaratma için kurduğumuz mantık ve dil/kavram sistemini biraz çıkmaza sokuyor. Canlı/cansız ayrımımızı tekrar düşündürttüğü gibi, virüslerde görülen inanılmaz evrim hızı-zeka, insanı evrimde piramidin en üstünde konumlandıran düşünce dizgesini tekrar sorgulatıyor... Virüslerle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Felsefede dünyaya insan-merkezci bakışın sorgulandığı, insan-hayvan, canlı- cansız, doğa-kültür, doğa-teknik gibi ayrımların sorunsallaştırıldığı bir dönemdeyiz. Bu salgınla birlikte virüsler üzerine daha çok düşünmeye başladık ve virüsler üzerine düşünmek sözünü ettiğim sorgulamaları derinleştirecek gibi görünüyor. Söylenecek çok şey var ama iki noktaya işaret etmekle yetineyim.

İlk olarak, insan-merkezciliği eleştirmeden önce insan-merkezcilikten ne anladığımızı netleştirmemiz gerek. Gündelik deneyimimizin merkezinde “doğal olarak” biz varız, dünyaya insanın merkezde olduğu bir bakış açısından bakıyoruz ve karşımıza çıkan sorunları bu merkezle ilişkileri bakımından ele alıyoruz, örneğin ekolojik sorular bizim için her şeyden önce insan türünün devamlılığına ilişkin sorular... Bu zorunlu, kaçınılmaz insan-merkezcilik bana sorunlu görünmüyor. İnsanız ve dünyaya ancak insanca gözlerle bakabiliyoruz, bir hayvanın deneyimine yerleşmemiz, karıncanın ya da kaplumbağanın dünyasına girmemiz mümkün değil. İnsan-merkezciliği sorunlu hale getiren şey insana özgü bakış açısının olanaklı tek bakış açısı olduğunu sanmamız. Dünyada olmanın, dünyaya yerleşmenin, dünyaya bakmanın birbirine indirgenemez sonsuz başka yolu olduğunu göz ardı etmemiz.

Herhangi bir varlık düşünelim. Felsefenin o klasik örneğini, “şu anda üzerinde yazı yazdığım masayı” düşünelim. Masayı insan yapımı, üretilmiş bir nesne olarak görebilirim, onun malzemesini, işçiliğini tartabilirim, o zaman masaya marangoz gözüyle bakmış olurum. Ama masaya sosyolog gözüyle, toplumsal ilişkilerin üretimini mümkün kıldığı bir nesne olarak da bakabilirim. Gündelik deneyimimin vazgeçilmez bir parçası olan, her gün kullandığım bir nesne olarak da bakabilirim. Masa hakkında estetik bir değerlendirmede bulunabilirim; masanın çağrıştırdığı şeyleri, zihnimde canlandırdığı anıları düşünebilirim. Masayı yer kaplayan fiziksel bir nesne, bir atomlar toplamı olarak inceleyebilirim. Hatta şimdi yaptığım gibi masayı bir felsefe örneğine dönüştürebilirim. Ölçekleri değiştirerek, mesafeleri çeşitlendirerek aynı nesneyi sonsuz farklı yoldan ele alabilirim. Bu bakışların, ele alışların hiçbiri diğerlerinden üstün olmadığı halde, masayla kurduğum tekil ilişki beni kaçınılmaz olarak belli bir bakışı (ya da bir dizi bakışı) sahiplenmeye, diğerlerini paranteze almaya zorlayacaktır.

Bana kalırsa insan-merkezciliğin tuzağına düşmemek kaçınılmaz olarak insanın merkezde olduğu gündelik deneyimimizi yadsımak değil dünyayı düşünmeye, anlamaya çalışırken bu deneyime hapsolmamak. Dünyanın sonsuz farklı yoldan betimlenebileceğini, dünyaya insan ölçeğinde bakılabildiği gibi gezegen ya da galaksi ölçeğinde, karınca, virüs ya da atom ölçeğinde de bakılabileceğini unutmamak. Bizim bakış açımızdan, piramidin tepe noktasında insan duruyor. Ama aynı piramidin içinde sonsuz virtüel piramit, sonsuz başka tepe noktası var.

İşaret etmek istediğim ikinci nokta güncel tartışmalara dahil olurken felsefe tarihiyle kurduğumuz ilişkiyle ilgili. Bugün insanın çevresiyle, başka canlılarla, bakterilerle, virüslerle, cansız nesnelerle iç içeliğinin önemi tekrar tekrar vurgulanırken geleneksel felsefe kolayca indirgemeci olmakla suçlanabiliyor. Aristoteles, Descartes, Hegel gibi klasik filozofları pek de okumadan insan-merkezcilikle, düalizmle, erekselcilikle suçlayıp çöpe atabiliyoruz. Böyle davranmak yerine bu filozoflarla çok daha verimli bir ilişki kurabileceğimizi düşünüyorum. İlginç ve düşünmeye değer olan, Aristoteles’in köleciliği ya da Descartes’ın kaba düalizmi değil, bu filozofların bugün bizim işimize yarayacak, güncel tartışmalara katkı sağlayacak şeyler söyleyip söylemedikleri.

Bir örnek vereyim. Bugün insan yaşamını onu koşullayan unsurlardan yalıtmadan ilişkiselliği içinde düşünmeye çalışıyoruz. Aristoteles’in zooloji metinlerine baktığımızda ne bulacağız?

Metinleri okumazsak ve sürekli alıntılanan pasajları mekanik biçimde alıntılamakla yetinirsek insan-merkezcilikten başka bir şey bulamayacağımız kesin. Ama metinleri okursak şunu görebiliriz: Aristoteles bir yandan organizmayı meydana getiren organlara (“hayvanların parçalarına”) ilişkin işlevsel bir analiz yaparken diğer yandan bu işlevlerin gerçekleşmesini mümkün kılan maddi koşullara ilişkin ikinci bir analiz ilk analize eşlik ediyor. Hayvan bedeni ağız, göz, mide, kalp gibi belli yaşamsal işlevleri üstlenen parçalardan meydana geliyor. İşte bu parçalar ilk analizin konusu. Ama aynı zamanda bu parçaların dokulardan ve son kertede dört öğeden (ateş, hava, su, toprak) meydana geldiğini biliyoruz. Bu da ikinci analizin konusu. Şimdi yaşam ya da canlılık denen olguya dört öğe açısından bakalım. Dört öğe bir yandan biyolojik işlevlerin gerçekleşmesini sağlıyor; örneğin sindirim ısı dengesine, ısı dengesi de dört öğenin bedendeki hareketine bağlı. Diğer yandan, öğeler organizmanın temel maddi bileşenleri olsalar da organizmadan bağımsız olarak, kendi doğalarına uygun şekilde hareket etmeyi sürdürüyorlar. Ateş öğesi bedende bulunup bulunmadığından bağımsız olarak yukarı doğru gidiyor, toprak öğesi yine ortamdan bağımsız olarak aşağı doğru gidiyor. Dolayısıyla bir hayvanın yaşamını sürdürmesi bedenindeki ona yabancı temel parçacıkların doğal hareketlerini kendi biyolojik gereksinimleriyle örtüştürebilmesine bağlı. Organların biyolojik işlevleriyle temel parçacıkların doğal hareketleri örtüşmediğinde hastalık, yorgunluk, yaşlanma ve ölüm ortaya çıkıyor. Bunları bugün duyduğumuzda aklımıza hemen hücreler, bakteriler ve virüsler gelmiyor mu? Bütün bu fikirlerde bugün kullanabileceğimiz ya da en azından bir şekilde yararlanabileceğimiz modeller yok mu? Köleci değil zoolog Aristoteles’in hala tam keşfedilmemiş bir hazine olduğuna inanıyorum.

3. Karantina sürecinde herkesin düşünsel gelişime yönelmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Entelektüel aktivite sanki buna indirgenmiş gibi...

Herkesin düşünsel gelişime yöneldiğini söylemek biraz abartılı olabilir. Evlerine tıkılmış pek çok insan haber, dizi ve eğlence programı izlemeye devam ediyor. Çoğunluk çalışmak için dışarı çıkmak zorunda. Yine de sıkıntıdan bile olsa edebiyata, felsefeye yönelen insanlar olduğu doğru. Bu yönelim felsefeciler tarafından da yanıtsız bırakılmıyor. Pek çok felsefeci salgınla ilgili ya da ilgisiz yazılar yazıyor, konuşmalar yapıyor, videolar paylaşıyor vb. Bu paylaşımların iyi ve kötü tarafları, güçlü ve güçsüz yanları var.

Önce paylaşımların olumlu yanlarından söz edeyim. Benim için ne kadar medyatik olursa olsun, ne kadar kitleye oynarsa oynasın bir filozofun çıkıp bir şeyler söylemesi, insanların da onun dediklerini tartışması güzel bir şey. Salgın bizi tam olarak ne düşüneceğimizi bilemediğimiz bir durumla karşı karşıya bıraktı, filozoflar da bu durumu düşünülür kılmak için değişken ikna edicilik derecelerine sahip hamlelerde bulunuyorlar. Felsefenin anavatanı Yunanistan ya da Atina değil, bir olay karşısında ne düşüneceğimizi bilememek ve kendimizi tedirgin hissetmek.

Olumlu yanlar hanesine şunu da ekleyebilirim: Agamben salgınla ilgili yazılarında çıplak yaşamdan başka bir şeye inanmaz hale geldiğimizi, hayatın kendisini (Aristoteles’in sık sık dediği gibi “iyi yaşamayı”) hayatta kalmaya feda ettiğimizi söylüyordu. Hayatımız söz konusu olunca insanca ilişkilerden kolayca vazgeçmiştik ona göre. Bence Agamben’in bu saptamalarında açıkça yanlış olan bir şeyler var. Yaşamımız çıplak yaşama indirgenmiş olsaydı şu ya da bu biçimde felsefe yapmaya devam eder miydik? Karantina bizi çıplak yaşama mahkum etmekten çok arkadaşlık, çalışma, kendimizi ifade etme, iletişim kurma biçimlerimizi dönüştürmeye zorluyor. İnternet üzerinden iletişim kurmak yüz yüze iletişim kurmanın soluk bir kopyası, başarısız bir taklidi değil, yüz yüze iletişimden eksik ya da fazla olmayan, doğaca başka bir iletişim biçimi. Hayatta kalmak için insanca ilişkilerden vazgeçmiyoruz, ama bu ilişkilerin doğasını değiştirecek yeni iletişim araçları kullanıyoruz. Bu araçları kullanarak felsefe yapmaya devam etmemiz de “iyi yaşamdan” vazgeçmediğimizin en açık göstergesi.

Şimdi salgın günlerinde felsefenin olumsuz yanlarına gelelim. Felsefe yapmaya devam ediyoruz, normal koşullarda felsefeyle ilgilenmeyen insanlar bile belki karantinada felsefeye ilgi duymaya başladılar. Ama felsefe yapma tarzımız da değişiyor. Kitaplarla değil kısa makalelerle, köşe yazılarıyla, notlarla, mesajlarla, söyleşilerle, 20-30 dakikayı geçmeyen video kayıtlarıyla felsefe yapmaya başladık. Bu ifade yollarının felsefenin kendine özgü ritmine, düşünme hızına uymadığını hissediyorum.

Felsefenin bir yavaşlığı var. Bir felsefe kitabını okumak aylar sürebilir, bir felsefi problemin kafanızda netleşmesi yıllar alabilir, aynı metne, aynı probleme sonsuz kez dönebilirsiniz. Ancak bu yavaşlığa teslim olursanız bir düşüncenin, bir kavramın, bir sorunun gücünü sezmeye başlarsınız. “90 dakikada Nietzsche” boşa harcanmış bir buçuk saattir, ama Nietzsche’nin bir kitabına dolu dolu 90 gün harcayabilirsiniz. Biz bu yavaşlığa teslim olma gücümüzü yitiriyoruz.

Dünyada SavaşveBarış’ı ya da Varlık ve Zaman’ı baştan sona okuyabilecek insan sayısı her geçen gün azalıyor. Bugün filozoflardan daha kısa, kolay anlaşılır şeyler yazmaları isteniyor. Çoğu hakemli dergi 8000 ya da 10000 sözcükten uzun makaleleri yayımlamıyor. 15000 sözcüklük bir akıl yürütmem varsa ne olacak? Uzunluktan ve yavaşlıktan vazgeçerek felsefe yapmaya devam edebilir miyiz? Bunları aklımızda tuttuğumuzda salgın günlerinde üretilen 2-3 paragraflık metinlerin, kısa söyleşilerin sahici felsefi sezgiler barındırsalar da düşünceyi tetiklemek yerine kanaatler dünyasında birer kanaat olarak dolaşıma gireceklerini söylemek büyük bir kehanette bulunmak olmaz herhalde.

4. Žižek’in covid-19’la ilgili kitap çıkarması epey olay oldu... Bu salgında hem bir komünizm potansiyeli görecek kadar işleri büyütüyor hem de evde oturup dizi izleyin kasmayın diyor. Žižek’in düşünceleriyle ilgili neler söylersiniz?

Žižek’in düşünceleri ne çelişik ne de göründüğü kadar radikal. Žižek komünizm potansiyelinden söz ederken salgının olası politik sonuçlarını öngörmeye çalışıyor ve bu sonuçları önemsiyor, üzerine kafa yormaya değer buluyor. Oysa can sıkıntısıyla baş etmek için kasmayın, rahat olun, dizi izleyin, bunda utanılacak bir şey yok derken karantina deneyiminin kendi başına ilginç olmadığını, bu deneyimi Foucaultvari bir “kendilik kaygısı” için elverişli bir varoluşsal zemin olarak görenlerin karantinayı romantikleştirdiklerini ima ediyor. Bana kalırsa bu iki tavır arasında çelişki yok, tamamlayıcılık var. Žižek güncel durumda düşünmeye değer olan ve olmayan şeyleri birbirinden ayırmış oluyor.

Diğer taraftan, Žižek’in görüşlerinin ilk bakışta sanılabileceği kadar radikal olmadığını da görmeliyiz. Yazdıkları “salgından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mesajı veriyor gibi görünse de Žižek’in pozisyonu bundan daha karmaşık. Žižek salgından önceki metinlerinde sık sık eylemin çekimine, politik aktivizme hemen teslim olmamamızı, zamanımızın eylem zamanı değil durup düşünme zamanı olduğunu söylüyordu. Hatta bu bağlamda Marx’ın meşhur on birinci tezini tersine çevirip bugün filozoflara düşenin dünyayı değiştirmek değil yorumlamak olduğunu iddia ediyordu. Žižek salgından sonra komünizmin gerçekleşme olasılığı konusunda anlık bir coşkuya kapılıp sakınımlılığını ve “umutsuz olma cesaretini” elden bıraktı mı? Hayır. Her şeyden önce komünizmden söz ederken son derece genel ve sınırları belirsiz bir küresel dayanışma örgütlenmesini kastediyor.

Bu açıdan Žižek’in dedikleriyle örneğin Harari’nin dedikleri arasında neredeyse fark yok. Ayrıca Žižek salgının bizi komünizme götürmekte olduğunu söylemiyor, komünizm ve dayanışma üzerine düşünmeye götürdüğünü söylüyor. On birinci tez ters çevrilmiş haliyle duruyor, çünkü kriz dünyanın mevcut durumunun derinlemesine yorumlanmaya muhtaç olduğunu açığa çıkarıyor sadece. Žižek’in dediklerini bu şekilde anlarsak söyledikleri çok daha makul ve kabul edilebilir hale geliyor belki, ama açıkçası baştaki heyecan vericiliğini de yitiriyor.

5. Catherine Malabou covid-19 ile ilgili yazısında Rousseau’nun karantina anılarına değiniyor. Buna göre Rousseau gemide diğerleriyle birlikte, açık havada karantinaya girmektense penceresiz, soğuk bir binada tek başına karantinaya girmeyi tercih etmiş. Hatta bunu seçen o gemideki tek kişiymiş. Siz olsanız gemide diğerleriyle birlikte olmayı mı tercih ederdiniz yoksa binada tek başınıza olmayı mı?

Ben olsam çok da düşünmeden tek başıma kalmayı seçerdim. Birçok felsefeci böyle bir durumda muhtemelen yalnız kalmayı seçerdi, Malabou’nun kendisi de tek başına kalmayı seçiyor. Sokrates gibi şehir meydanında dolaşıp insanlarla konuşmaktansa Rousseau, Nietzsche, Heidegger gibi tek başına yürüyenler bugün bize yakın geliyor.

Rousseau’yla birlikte kalabalığı değil yalnızlığı seçmekte sorun yok, ama Malabou’nun Rousseau’nun karantinayla ilgili metninin tamamını alıntılamamış olması da ilgimi çekiyor. İtiraflar’ın Malabou’nun alıntıladığı kısmında, Rousseau mobilyasız bomboş bir binada adada tek başına kalan Robinson gibi nasıl yeni bir yaşam örgütlediğini adeta bir çeşit zafer duygusuyla anlatıyor. Ama Rousseau üç haftalık karantinanın yalnızca ilk iki haftasını tek başına bu binada geçirmiş. Metnin alıntılanmayan kısmında, Rousseau yazdığı bir mektup sayesinde son haftayı nasıl M. de Jonville’in evinde geçirdiğini anlatıyor ve evde kalmanın karantina binasında kalmaktan daha iyi olduğunu itiraf ediyor. Bunu yorumlamayı size bırakıyorum.

Bir başka mesele: İstediğimiz kadar oyumuzu Rousseau’dan yana kullanalım, bugün içinde yaşadığımız koşullarda Rousseau’nun yalnızlığını hayal etmemiz bile zor. İki haftayı hiç kimseyle iletişim kurmadan geçirmek belki çoğumuzun hayatında hiç yaşamadığı bir deneyim. Karantina nedeniyle evde yalnız kalanlar da sürekli iletişim halindeler. Tam bir iletişimsizlik, tam bir yalnızlık, yapacak hiçbir şeyin olmaması ve sıkıntıdan duvardaki çatlakları ya da halıdaki desenleri ezberleyecek hale gelmek...

Bunlar tadını artık unuttuğumuz, belki uzak bir geçmişten hayal meyal bize gelen duygular.

Sıkıntıyla yaratıcılık arasında bir bağ olduğuna inanıyorum. Yapacak bir şey bulamadığımızda sıkılıyoruz. Sıkıldığımızda, yani dünya bizi eyleme çağırmayı bıraktığında, aksiyon bittiğinde ise etrafımızdaki nesnelerle işlevsel olmayan, yeni ve yaratıcı ilişkiler kurmaya başlıyoruz. Ancak çok sıkılmış biri bisiklet tekerleğine ya da pisuara Duchamp’ın baktığı gibi bakmaya başlayabilir. Ancak sıkıntının sınırına varmışsanız Aristoteles’in M etafizik’i gibi bir metni satır satır yorumlayacak sabrı bulursunuz. İletişim kesildiğinde, aksiyon bittiğinde yaratıcılık başlıyor.

6. Sizce Malabou’nun dediği gibi karantinayı karantinaya almak mümkün mü?

Malabou, gemiyi değil boş binayı, kalabalığı değil yalnızlığı seçiyor. Ama yalnız da olsak başkalarıyla birlikte de olsak asıl meselenin karantina bölgesi içinde kendimize ait bir alt bölge yaratabilmek olduğunu da vurguluyor. Hayatın normal akışı içinde fark etmeden kendimize ait, başkalarının izinsiz giremeyeceği bir bölgenin sınırlarını çiziyoruz aslında: bizim kahve molamız, bizim parkta dolaşma saatimiz, dizi izleme ya da bulmaca çözme vaktimiz vb. Karantina koşullarında bu sınırlar bulanıklaşıyor, herkes her an hayatımıza girebilmeye başlıyor. Dolayısıyla Malabou’nun karantinanın içinde ayrı bir karantina yaratma önerisi pragmatik bir öneri gibi anlaşıldığında bana makul geliyor, herkesin hayatına devam edebilmek için şu ya da bu şekilde kendi özerk bölgesini zaten yarattığını düşünüyorum. Ama kendi özel alanımızı koruyalım derken romantizme kapılmamaya, “kendiyle baş başa kalmak”, “kendiyle ilgilenmek” temalarını idealize etme tuzağına düşmemeye dikkat etmeliyiz.

7. Dışsal olayların kontrol dışılığının farkına varmak bizleri içsel dünyamıza yöneltti, ama burada da içsel dünyamızda bir kontrolümüz mümkünmüş gibi davranmaya başladık. Sizce içsel dünyamızı kontrol edebilir miyiz?

Bu soruya Bergson’dan esinlenerek belki biraz beklenmedik bir yanıt verebilirim. Çoğu zaman tersine inansak da kontrol edilebilir, denetlenebilir, ölçülebilir, öngörülebilir olan şey aslında içsellik değil dışsallık. Virüsleri kontrol etmek duyguları ya da anıları kontrol etmekten daha kolay. Virüs salgınının eninde sonunda geçip gideceğini biliyoruz, salgının yayılma hızıyla ya da aşının ne zaman bulunacağıyla ilgili öngörülerde bulunabiliyoruz, öngörülerimiz doğrultusunda önlem alabiliyoruz.

Oysa bir hayal kırıklığının ya da öfkenin ne zaman “geçeceğini” kim bilebilir? Dışsal olaylar karşısında hiçbir zaman tamamen savunmasız değiliz. Kontrol edemediğimiz şey iç dünyamız, “ruhsal” yaşantımız.

Bergson felsefesinin çıkış noktası zamanın mekan gibi olmadığı sezgisiydi. Zaman kendi başına ölçülemez, denetlenemez bir şeydi; zamanı ancak mekansallaştırarak, döngüsel ya da çizgisel bir zaman temsilini devreye sokarak ölçülür hale getiriyorduk. Bergson bu zaman-mekan ayrımının iç dünyamızı da katettiğine inanıyordu. Yani saatlerle zamanı ölçtüğümüz gibi iç dünyamızı da mekansallaştırabildiğimiz ölçüde kontrol edebiliyorduk. Bergson benliğimizin bu kontrol edilebilir, öngörülebilir yanına “yüzeysel benlik” adını vermiş ve onu derin benlikten ayırmıştı.

Bergson’un ayrımlarına bağlı kalarak konuşacak olursak içsel dünyamızın ancak en yüzeysel, en mekanik, mekansallaştırılmaya en elverişli yanlarını ya da katmanlarını kontrol edebileceğimizi söylememiz gerek. Salgın günlerini evlerinde geçiren pek çok insan bir anda önlerinde açılan boşluktan zarar görmemek için bu tür kontrol mekanizmalarına başvurdu; insanlar yeme içme alışkanlıklarını, uyku saatlerini düzenleyerek, gündelik çalışma-dinlenme dağılımını dengede tutarak bir tür “ruhsal” sağlığı korumaya çalıştılar. Aynı şekilde, daha genel bir ölçekte beğenilerimizi, zevklerimizi, alışkanlıklarımızı kontrol etmek ve değiştirmek mümkün. Ama en derin arzularımızı, tutkularımızı, korkularımızı, bizi biz yapan eğilimleri istediğimiz zaman değiştirebilir miyiz? İç dünyamızdaki sıçramaları, kırılmaları, sapmaları öngörebilir miyiz?

Klasik filozoflar da popüler kişisel gelişim kitapları da hep insanın iç yaşantılarını kontrol edebileceğini varsayıyorlar. Pierre Hadot’nun “ruhsal alıştırmalar”, Michel Foucault’nun “kendilik kaygısı”, “benlik teknolojileri” dediği çalışmalarla insanın kendi üzerine etkide bulunarak daha erdemli, daha mutlu, tamamlanmış, bilgece, tutkulara yenik düşmeyen vb. bir hayata yönelebileceği varsayımı etik denen şeyin temelinde yer alıyor. Oysa Bergson bu varsayımın kolayca kabullenilir olmadığını güçlü biçimde gösteriyor: Derin benliğin süreklilikleri ve değişimleri kontrol edilemez. Ne yaparsanız yapın bir insanı başka bir insana dönüştüremezsiniz.

Belki insanların bugün bile astrolojiye ilgi duymasının ardında batıl inançlara yatkınlıktan çok Bergsoncu bir sezgi vardır. Burçların dünyası insanların değiştirilemez özelliklere sahip olarak kavrandıkları ve oldukları gibi kabul edildikleri bir dünya. Boğa burcu olunmaz, boğa burcu doğulur, bunu değiştiremezsiniz. Tıpkı bizi biz yapan adlandırılamaz sonsuz tekil farkın seçimlerle, kararlarla değiştirilememesi gibi...

8. Sizce koronavirüs salgınının iyi yönleri ve kötü yönleri (eğer böyle bir ayrım yapmamız olanaklıysa) nelerdir?

Böyle bir ayrım yapmak için çok erken. Bir felaketin de olumlu sonuçları olabilir, belli bir açıdan yıkım getiren bir olay başka açılardan yeni olanaklar açabilir. Ama bu olumlu sonuçlara, yeni olanaklara işaret edebilmek için o olayın tanığı olmaktan çıkıp ona inceleme mesafesinden bakabilmemiz gerekir. Biz şu anda virüs salgınının tanıkları ve özneleriyiz. Ölenlerin yasını tutuyoruz, karantina koşullarına alışmaya, salgının etkileriyle başa çıkmaya çalışıyoruz. Bu durumda salgının iyi yönlerinden ya da sunduğu fırsatlardan insanları rahatsız etmeyecek ve kulağa ikna edici gelecek biçimde söz etmek mümkün değil. Bir gün salgın geçip gittiğinde dönüp bize ne oldu diye bakacağız, iyi ve kötü yönleri tartmak o zaman mümkün hale gelecek.

9. Lucretius, Nietzsche ve Blake’i birleştirerek söylemek gerekirse her yöne doğru düşerken bir anda saptık... Peki sizce bu sapma kendi yaratımımız olan bir gelecekte yaşama potansiyeli taşıyor mu? Sizce Minerva’nın baykuşunun kanatlarını açtığı bir an mı bu?

Yine Bergson’a gönderme yaparak yanıt vereyim. Bergson ilk yapıtlarında zamanı psikolojik bir çerçevede, bilinçle ilişki içinde kavrarken bir noktada bütün canlı varlıkların, hatta cansız varlıkların “süreli” olduğunu fark ediyor. Yaratıcı Evrim’in başlarında yer alan meşhur şeker parçası örneğinin anlamı bu. Şeker parçasının suda erimesini beklemem gerek. Nasıl bilim- kurgu filmlerinde olduğunun aksine salt zihin gücüyle nesneleri yerinden oynatamıyorsam aynı şekilde düşüncemle bir olayı yavaşlatamam ya da hızlandıramam, şeylerin süresine müdahale edemem. O halde salgının da bir süresi var, “sapma” dediğiniz şeyin sonuçlarını görmek için beklemekten başka yapacak bir şey yok. Hegel bu bakımdan Bergson’dan farklı düşünmediği için Minerva’nın baykuşunun ancak karanlık çöktüğünde kanatlarını açacağını söylüyordu. Felsefe yaşlanmış olanı gençleştiremez ama onu düşünülebilir hale getirir diyordu.







@