EKOŞİİR – DİL YUVASINI KURMAK
OIKOS – Antik Yunanca. Ekonomi, ekoloji gibi sözcüklerin kökü. ‘Yuva’ manasında. Buna göre ekoloji ‘yuvanın bilgisi’ anlamına gelirken ekonomi ise ‘yuvanın idaresi/yasası’ anlamına gelir. Para piyasalarının hatta takas ideallerinin bile dışına çıkan bir ekonomi hayal edebilir miyiz? Durmaksızın bir alış-veriş ilişkisi içerisinde olan doğa ediyor gibi. Nehrin, denizin, su buharının, bulutun ve yağmurun döngülerinde, çiçeğin arıyı davetinde, döllenmede, birbirini yemede, yaşamda ve ölümde. Şeyleri tasnif edip birbirinden ayırarak ilişkilerini inceleyen bir bilimin ötesinde bir ekoloji düşünebilir miyiz? Öznenin nesnesiyle dost, bazen de hasım olduğu, kendini ötekinden ayırmayan bir bilginin bilimi. Belki ekosofi. Yuvanın irfanı. 

Bugün oikos kavramını tüm dünyayı içine alacak şekilde genişletmeden düşünmemiz mümkün mü? Küresel bir köyde yeryüzünü yuva olarak düşünmekten başka çaremiz var mı ki?

Ancak oikos’un parçası olmak demek ona karşı sorumlu olmak, onun içinde süregiden ilişkilere nitelikli vakit ayırmak ve onun parçası olan “diğerleri”nin farkında olmak demektir. Peki, ilişkileri göreli bir farklılık düzleminden görmek ve ‘öteki’nin yerine ‘bir diğeri’ni koymak mümkün mü?

 “Doğa ziyaret edilecek bir yer değildir, evimizdir.” – Gary Snyder. 

Ziyaret edilecek bir yer oldu mu ki hiç? Olup olacak HER YER yuva.

***

POIESIS – Antik Yunanca. Poetikanın, İngilizce şiir anlamına gelen poetry sözcüğünün kökü. Aslında “birinin daha önce var olmayan bir şeyi ortaya çıkarma eylemi” anlamında. Yaratım? Soyut bir yaratımdan ziyade yapmak, inşa etmek, kurmak. 

“Döşeyiver şu sözcükleri 
Taşlar gibi zihnine:
Sıkıca yerleştirilmiş, el ile
Yoklayıp bularak yerini, oturtulmuş
Zihnin gövdesine
Uzay ve zaman içre (…)”
                              – Gary Snyder

Platon physis’i (doğa) poiesis’in bir neticesi olarak görürken Aristo ise poiesis doğanın bir taklidinden ibarettir, der. 

Martin Heidegger ise poiesis’in bir ‘meydana getirme’ (zuhurat halinde physis) olduğunu söylerken kelimeyi en geniş anlamıyla alır. Poiesis’i bir tomurcuğun açışı, bir kelebeğin kozadan çıkışı, karlar erimeye başladığında şelalenin çağlaması örnekleriyle açıklar. Heidegger’in örnekleri poiesis’i bir eşik durumu olarak niteler: bir şeyin bir diğer şey olmak üzere olduğu halden çıktığı bir ectasis hali. Bu örnekler oluşun yokluktan zuhuratı olarak da görülebilir ki bu bakış açısından yokluk da bir oluştur. 

“Biçim boşluktur, boşluk biçimdir.” – Kalp Sutra  

Heidegger’in poiesis tanımı akla Tao’nun yolunu ve Çinlilerin wu-wei kavramını getirir. Yapmadan yapmak, sonuçlarına dair beklentilerden bağımsız biçimde ‘oluvermek’. 

“Çiçek kelebeği zihinsiz çağırır;
Kelebek çiçeğe zihinsiz gelir.
Çiçek açar, kelebek gelir;
Kelebek gelir, çiçek açar.
Ben bilmem başkalarını,
Başkaları bilmez bizi.
Bilmeyerek izleriz doğanın seyrini.”
                                            – Ryokan 

***

EKOŞİİR – Romantik doğa şiirleri olmadığı kesin. Ekolojik sorunları konu alan şiirlerle de sınırlandırılamaz. Ekoşiir yuvanın şiiridir. Ekopoetika – yuvayı kurmak.
 
Heidegger, “İnsan dili mesken tutar,” der. Lacan buradan yola çıkarak dilin insandan da önce geldiğini ve insanın dilin içine doğmakla kalmayıp bizatihi dil aracılığıyla doğduğunu söyler.

Ekopoetika bahsinde ele aldığımız esas konu ses ve sözlerle dil yuvasını kurmaktır. Ancak dil sadece insana değil tüm varlıklara aittir. Türler arası dil geçişlerine bakmadan yuvadaki yerimizi anlayamayız.
 
Mesela ormanda yürürken aklımıza bir fikir gelir ve biz genelde o fikrin içeriden bir yerlerden geldiğini düşünürüz. Peki ya yanılıyorsak? Bazı düşünceler içeriden değil dışarıdan gelir. Bizim kendimize ait sandığımız düşünceler o sırada yanından geçtiğimiz ağacın dalındaki bir alakarganın hatta pekâlâ bizzat ağacın düşünceleri de olabilir. Duydun mu cırcırböceklerinin şarkısını? Sen duyduğunun farkında olmasan da kulakların ve zihnin duydu. Yuvayı daha iyi anlamak için türler arası iletişimin farkında olmalı. Ancak unutmamalı; ekoşair sadece kuşların sesini duyan bir romantik değildir, buldozerin de sesini duyar. Doğa evimizdir ve yuva tüm dünyadır. Dere ıslahlarına hapsedilen şırıltılar şairin şiirinin ritminde akacak bir yol bulabiliyor mu? Peki ya müsilaj?


***

SINIRLAR – Peki ‘ben’ nerede bitiyor ‘bir diğeri’ nerede başlıyor ve ‘öteki’nin (?) diliyle ilişkimizi nasıl kuruyor, tercümeyi nasıl yapıyoruz? Yuvanın sınırları – ülke sınırları olarak değil, dağ sıraları, nehirler, kumsalla denizin buluşması gibi düşünmeli sınırları – nerede, nasıl çiziliyor? Sınırları keşfetmeye nasıl başlıyoruz, sınır geçişleri nasıl gerçekleşiyor?
 
Tarihsel olarak baktığımızda bu sanatla yapılıyordu. Güney Fransa mağaralarındaki bizon ve ayı çizimleri bu soydan eserlerdi. Hayvanlar insanlar aracılığıyla konuşarak kendilerini aktarıyordu. Pueblo yerlileri ya da başka yerli halkların danslarında kimileri transa geçip de geyik dansı ya da mısır dansı yapmaya başladığında artık insanlığın dilini konuşmuyor, kendi insanlıklarıyla diğer varlıkların dilini tercüme ediyordu. Hakiki yuvamızı aramaya çıkacağımız yer bu türler arası ilişkiler olabilir. 


“Benliği öğrenmek, benliği unutmak demektir. Benliği unutmak on bin türün tecrübesi demektir. On bin türün tecrübesi, kendi bedeninle zihnin ve ötekinin bedeniyle zihninden sıyrılmak demektir.” – Eihei Dogen

Ekoloji biliminde birbirinden farklı iki ana gövdenin, örneğin orman ve çayır ya da su ve toprağın kesişim alanları ekoton olarak adlandırılır ve buralar biyoçeşitliliğin serpilip geliştiği yerlerdir. Aynı şekilde iyi bir ekopoiesis ‘kenar etkisi’nden faydalanarak sınırlarda inşa edilmiş bir evdir. Şiirin ekoton alanının en hası da zihin ve beden sınırıdır. Şu beden bizim ilksel evimizdir. Duyularla zihnin ilişkisinde kurulur ekoşiir. 

***

YUVAYA DÖNÜŞ – 

“iz bırakmasalar da gökte
kuşlar unutmaz hiç
yuvanın yolunu”
		– Eihei Dogen

Diğer hayvanlar için olduğu kadar bizim için de ‘yuva’ yaşadığımız ve bir sonraki nesli yetiştirdiğimiz bir yerleşim alanını ve aynı zamanda bunu destekleyen ortam ve çevresel şartları da ifade eder. Kuşlar yuvalarını yaşayıp üreyebilecekleri ve ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri şekilde kurar ve uzun yollar kat ederek kendileri için uygun yere, yuvaya dönerler. Şair de gökte yol iz bırakmayan kuşların yuvaya dönüşü gibi şiirin izsiz göğünde bulur dil yuvasının yolunu.

“Bir çift turna gördüm durur dallarda
Seversen Mevla’yı kalma yollarda”
                                           –	Anonim  

Göçmen bir kuş olan turna (bilhassa da telli turna) Anadolu’nun gurbet, sıla hasreti ve kavuşma temalı halk şarkıları ve şiirlerinde yuvaya dönme irfanının taşıyıcısıdır. Turnaların uçuş dansları semahlarda insan diline tercüme olunur. Turna dansları 10.000 yıl öncesine kadar gider ve Neolitik yerleşimlerde yuvaya dönüş danslarında giyilen kıyafetleri süsleyen tüylerin yanı sıra evlerin duvarlarına saklanmış turna tüyleri de bulunur. Yerimizden yurdumuzdan edildiğimiz – dil yuvamızdan koparıldığımız bir dünyada bu danslar ve şiirler yuvaya giden yolun nişaneleri olabilir. 

İnsanın yer yön bulma güdüsü temelde işaret ve simgeleri okuma üzerine kuruludur: belli bir tepeyi, ağacı, bulut geçişlerini tanımak, ayın, güneşin ve yıldızların seyrini izlemek. Ekoşiir çevresinin farkında bir şiirdir, yuvaya giden ipuçlarını dikkatle okur. ‘Ben’den çıkarak ‘bir diğerini’ keşfe çıktığımız ve bohçamızda imgelerle, hikâyelerle ve hediyelerle geriye döndüğümüz bu keşif yolculuğunda zihin ve duygu coğrafyasının işaretlerine de ayık olmak gerekir. Ninniler, masallar, çocukluk anıları, rüyalar sadece zihnimizde var olan ve fiziksel bir mekânı olmayan dil yuvasının dönüş yolundaki yol göstericilerimiz olabilir. Ay, güneş ve yıldızlar zihnin göğünü de kaplar. Dışarıda oldukları kadar içeridedirler de. Yeryüzünün dağları ve nehirleri aynı anda hem varlıkta hem yokluktadır. Böylesi bir kavrayış içinse düzenli bir pratik içinde olunmalı. Bu beden/zihinle bütünsel öğrenimdir (shinjingakudo).

Mahayana Budistleri Bodhisattva Yolu yeminini ederken “Duyarlı varlıklar sayısız olsa da onları kurtaracağıma ant içiyorum,” der. Japon Zen ustası Eihei Dogen buna bir ek yaparak “Tüm duyarlı varlıkların diğer tüm varlıkları kurtarmasına yardımcı olacağıma ant içiyorum,” der. Gary Snyder ise sözü tepetaklak eder: “Tüm duyarlı varlıkların beni kurtarmasına izin vereceğime ant içiyorum.” Neyden kurtarmak? Elbette ayrık bir varlık olarak ‘ben’ mefhumundan. Yuvanın parçası olmak burada başlar işte. 


“Dünyayı ele geçirme arzusu
Dünyayı elden geçirme arzusu
Denenmiştir, yenilgiye mahkûmdur.”
	– Lao Tzu

Dünyayı gerçekten kurtarmak istiyorsak önce dağların, nehirlerin, ağaçların ve kuşların bizi ‘ben’lik kurgusundan kurtarmasına izin vermeliyiz.

“Bütün olmak parça olmaktır. Gerçek yolculuk geriye dönüştür.” – Ursula K. LeGuin
	
***

Dil Yuvasını Kuracak Bir Ekopoetika 

•	Yeryüzü’nün kendisini Şair-i Azam olarak tanımalı. Bu dünyadaki tüm oluş onun poetikasıdır.
•	Okuryazar olmalı - yani doğayı okuyup yazabilmeli. (Şehrin de bir ekosistem, makinenin de bir varlık olduğunu unutmadan. En yakınından başla: yazdığın kalemi, daktiloyu, bilgisayarı ne kadar tanıyorsun?)
•	Ayağını yere sağlam basmalı, mekânı tanımalı. Şiirde açıkça görünecek olmasa da ekolojik ve sosyopolitik düzlemlerde yerel hususiyetlere dair bilgi sahibi olmalı. Tarih –toplumsal tarih ve çevre tarihi– bilmeli.
•	Maneviyattan korkmamalı. Her şeyi bilemeyeceğini, bütünün bir parçası olduğunu ve yeryüzünün işleyişindeki bilinemez güçlerin varlığını kabul etmeli. 
•	Bilimden korkmamalı. Romantik bir doğa kavrayışının ötesine geçerek şiirinin öznelerini tanımalı, öncü alanlara yelken açmalı – peyzaj ekolojisi, koruma biyolojisi, çekici kaos, karmaşık sistemler kuramı.
•	Bilimi de ötelere taşımalı - sözde nesnelliğin sorunsal ve umulmadık yanlarının farkında olmalı.
•	Zihin ve dil üzerine çalışmalı - yabanıl sistem olarak dil, yabanıl ortam olarak zihin, ‘yaratı’ (şiir) olarak dünya, yaban zihnin bir yaratığı olarak şiir.


@