Nazlı Karabıyıkoğlu 𖦼 Misafir
Category : no 3
Misafir
I. Elfiye’nin ismini anneannesinin annesi koymuş, o doğduğunda gözleri körmüş ama hastane odasında bebeği kucağına verdiklerinde onu görürce tasvir etmiş. Onlar da ismini sen koy bunun demişler. Tamam demiş büyük nine, bebeği yüzüne doğru tutmuşlar, o da kulağına ezan okuyup üç kez Elfiye, Elfiye, Elfiye demiş. Odadakiler çok şaşırmış, bu ismi daha önce hiç duymamışlar ve isim kulağa tuhaf geliyormuş. Yine de anne, anneanneye o da kendi annesine itiraz edememiş ve nüfus kağıdına adı yazdırmışlar. Bu hikayeyi ilkokula giderken üveyine durur durur anlattırırdı. İsminin Deniz, Zeynep ya da Aslı olmasını istiyordu, ilk üç harfiyle dalga geçilen bir isim istemiyordu. Aynı şeyleri bir kez daha anlatınca üveyi sinirlenip: “18 yaşına gelince değiştirirsin, git başımdan,” diyordu. Ergenliğinde ve ilk gençliğinde ismine ısınmış, ona gizemli hikayeler uydurup anlatmaya başlamıştı. Yirmi beşinden sonraysa artık ismini umursamıyordu. Adı ve soyadı onun için eserinin altına atılacak yekpare imzaydı, ilk şiirini yayımlattığından itibaren başkalarının olmuştu. Kendine ismiyle hitap ettiği monologlar kurmazdı. İsmine akrostiş yazmamıştı. Annesi Elfiye’yi adıyla gevşek bağından mı yoksa o yaşlı büyük nine kulağına ezanı okurken büyülü şeyler de söylediğinden mi terk etmişti; Elfiye bunu bilemiyordu. O sekiz yaşındayken yok oluveren annesini sonra da hiç görmemişti; kucağındaki çocukla ne yapacağını bilmeyen babayı altı ay sonra teyzesinin kızıyla evlendirmişlerdi. Teyze kızı duldu; aralarında birer yaş olan iki kızı vardı -kızlar Elfiye’den iki yaş küçüktü-, kocası Nusaybin’de şehit düşünce bir çocuğa annelik yapma durumunu düşünmeden kabul etmişti. Babasının annesiyle annenin kardeşi Elfiye için: “Bu ikisiyle büyür gider işte,” demişlerdi. Annesi, anneannesi, kulağına ismini fısıldayan büyük anneanne ancak üveyin anlatmaya gönüllü olduğu hikayelerden ibaretti. Ailesi -baba tarafı- bayramlarda ve kandillerde ancak bir iki xanax alıp arayabildiği bir telefon listesiydi. Üç dakikayı geçmeyen küçük diyaloglarla sevgi sınırlanmıştı. Psikiyatristiyle yaptıkları birkaç hipnoz seansından, annesiyle olan birkaç anısını çekip çıkarabilmişti -babası üzerine çalışmayı istememişti-. Doktor sürekli baskılananın geri dönüşüyle ilgili konuşuyor, Lacan çizgisinden çok fazla ayrılmamaya çabalayarak Elfiye’yi açmaya çabalıyordu. İlk birkaç, ağzından çekip çıkardığı bilgilerle üstüne gittiği tek konu annesiydi. “Sizce annenizin terk ediş ve yok oluş anlarına sebep siz misiniz? Kendinizi mi suçluyorsunuz?” “Peki sizce neden hafızanızı bu denli baskılıyorsunuz, annenizle ilgili kötü tecrübeleriniz mi var?” “Bir çeşit elektra mı bu, hmmmm, çözeceğiz, çözeceğiz...” “Elfiye, aslında bunlar sevgi bağının yetersizliğinden değil, sizin bir biçimde reddinizden ileri geliyor olabilir mi? Hiç böyle düşündünüz mü? Zaten olmayan anneyi tamamiyle ret etmek...” “Peki, annenizin rujunu sürdüğünüzde ne hissettiniz?” Hiçbir şeyi çözememişlerdi. Elfiye doktora gitmeyi yazdığı ilaçlar için sürdürüyordu. Çekip çıkardığı anılar içinse asla müteşekkir olmayacaktı. Anı 1) Okula başlayacağı senenin yazı. Evdeler. Elfiye elinde bir kitapla dolaşıp duruyor -Ayşegül Tatilde-. Üveyi onu ayak altında dolaşma iş yapıyoruz diye azalıyor. Anneannesi de var, hamur açıyor. Mantı yapacaklarmış akşama, hem dedesinin canına değecekmiş hem de misafir gelecekmiş. Babasının daireden iş arkadaşlarıymış. Müdürüymüş. Belki terfi edecekmiş. Elfiye onlara yardım etmek istiyormuş çünkü kitabından sıkılmış, mantıyı çiğ yemeyi seviyormuş. Tamam, deyip eline bir tepsi vermişler, al bunları sen katla. Elfiye tepsiyi alıp salona gitmiş ve kardeşinin yanına oturmuş. Beraber küçük hamur parçalarını halıya yayıp bir güzel tekrar yoğurmuşlar, etleri de yeniden hamurlara pay etmişler. Elfiye tepsiyi gururla mutfağa geri götürmüş. Misafir sofrasına çocuklar oturmazmış, onlar misafir çocukla mutfaktaymışlar, salondan üveyi hışımla çıkmış gelmiş, Elfiye’nin kolunu bükmüş: “Şeytan kız, ne koydun bunların içine, kıl mı koydun, ne koydun, hav mı koydun?” diye diye Elfiye’yi dövüp arka odaya kapamış, oda karanlıkmış. “O cadı karı kulağına ne üflediyse içine iblisler koymuş, kal bakalım şimdi, burada da aklın başına gelsin,” demiş üveyi. Anı 2) Herhalde o zaman üç ya da dört yaşındaymış. Biri ölmüş. Kim? Bulamıyor. Yaşlı biri değilmiş ama zamansız bir ölümmüş. Cenaze anneannesinin evindeymiş. Elfiye ağıt yakan kadınların arasında oturuyormuş, sonra birileri bayılıyormuş, herkes ağlıyormuş. Elfiye yemek masasına gidip etli pidelere uzanıyormuş. Ayran istiyormuş ablalardan. Sonra balgamlı bir ses duyuyormuş, bismillah, ya hu, elhamdüllillah, gırtlaktan mevlit çıkarken Elfiye’ye oldukça komik geliyormuş. Yeni bir ağlama dalgasını fırsat bilip holdeki ayakkabı ve terliklere takılmadan geçip arka taraftaki küçük yatak odasına girmiş. Yatağa yatmış. Kucağına beyaz gömlekli bebeğini almış. Külotunu indirmiş, bebeği kendine sürtüyormuş. Çok tatlı bir şeymiş. Üveyi çat diye odaya girmiş, onu öyle görmüş. Koca karanlık bir boşluk var ama bir de baldırlarında kalan tırnak izleri var. Anı 3) Üveyiyle kitap okuyorlarmış. Evdeymişler. “Kız, ezberlediysen söyle bak kızmiycam,” diyormuş ama Elfiye kitabı gerçekten kendi okuyormuş. Kapı çalmış, biri gelmiş. Üveyi Elfiye’yi arka odaya götürmüş, “ben diyene kadar çıkma, al bak bu kitabı oku,” demiş ve kapıyı üstüne kilitlemiş. Elfiye bir erkek sesi ve tezgahtan düşen tencerelerin çınlamasını duymuş. Üveyinin eline tutuşturduğu kitaba bakmış ve adını okuyabilmiş: Yengeç Dönencesi. Kitabı okumuş, okumuş, akşam olmuş, kapı kapanma sesi duyulmuş, üveyi kapının kilidini açmış. Sabahlığının kuşağını bağlarken “gel bakalım” demiş Elfiye’ye. “Acıktın mı? II. on altı kadın yemek masasının etrafında toplandı başlayın, dedi ev sahibi, başladılar hepsi etek giymişti, naylon çorabın esansı ayağınkine kösele ve deri pabuçların rayihası da bunların hepsine karışmış östrojen bulutu oymalı möblelerin tepesinde, elmalı kurabiye, kısır -nar ekşili- içli köfte, ev sahibi antepli vatkalı bluzlarla kazaklar rengarenk, saçları da permalı çoğunun bazılarınınki röfleli, hepsi aynı kuaföre gidiyor, ojeleri sedefli, bir tek adanalınınkiler kan kırmızı on altı kadın çocukların ellerini birbirine sıkıladı haydi siz gidin, leylânın odasında oynayın, dediler, gittiler leylânın odasında erkekler ve kızlar hoşnutsuz bakakaldılar bir diğerine, lahana bebeklerin dizildiği karyolaya birkaçı oturdu ve evcilik kurdu, erkek çocuklar kurabiye tabağını boşaltıverip tabakları direksiyon yaptılar koridora çıktılar, yarıştılar, evcilik ya da bebekler şimdiden bozmuştu onları ve odası pespembeydi leylânın, yine de içlerinden biri sarışın olduğu için leylâ, ona hayrandı, ne isterse yapardı bir oyuna katılmakla koridorda koşturmak arasında kararsız küçük bir Elfiye bebek vardı, merak ediyordu salonda kadınların ne yaptıklarını on altı kadın bir ağızdan konuşmaya başladı benimkisi yatakta bir harika, dedi en sarışınları. Elfiye sıvıştı gürültülü koridordan, “oğlum azmayın!” diye bağıran kadınlara görünmeden yemek masasının gerisine düşen kolonun ardına konuşlandı, hep hoşlanırdı büyük lafı dinlemekten huriye alamanyadan yeni dönmüştü, müslümüm, diyordu çayından höpürdetirken, bir yılan gibi sarar beni yatakta, herkes coşuyordu hepsi kendi kocasını, kendi yatağını anlatmaya can atıyordu müzeyyen ev ayakkabısını ayağının ucunda sallarken iç çamaşırlarını nasıl seçtiğini, sevda ise onunkinin arkadan istediğini ama yapmadığını anlattı, herkes bunu çok ayıpladı on altı kadın kocalarını yarıştırıyordu hırsla bizim apartmana benim adımı verdi hulusi, dedi en esmerleri. Elfiye zorla giydiği etini kaşındıran ekose elbise üzerinden karnını tutuyordu, bu duydukları onu hep kuşa benzetiyordu, kanatlı ama yine de sinirine gidiyordu elindeki açık çayı karıştıran annelerin oğluna seslenişleri savaş, oğlum, gel bak sana paşa çayı yaptım altı yaşındaydı, seneye okula başlayacaktı ve orada kurulan düzenin bütün dinamiklerini farkındaydı Elfiye Üvey annesi çayına likör katmaya kalktığında asıl filmin başlayacağını bilirdi, kadınların çoğu evde kendi yaptıkları çeşit çeşit likörleri getirirlerdi, vişne muz, portakal, çikolata, nane, böğürtlen, Elfiye portakalı severdi şişenin üstünden gizlice içip üzerine su doldurmayı o zamanlardan keşfetmişti. on altı kadın on altı çeşit likör çıkardı çantalarından şekerim benimkisi çok hafif alsana biraz, dediler yanındakilere. babasını nasıl avucunun içine aldığını anlatırken üveyinin ağzı sulanırdı, bazen dudağının kenarından minicik akardı vişne likörlü türk kahvesi, sonra yalardı orayı ve bakardı seleflerine saraya dayanan köklerinde harem adabına yönelik izler bulduğundan bunları osmanlıca sözcüklerle donatıp herkesi susturmakta ve kendi hikayesini istediği gibi anlatmakta ustaydı, babasının erkekçe zaaflarını ondan hıncını alırcasına anlatışında üveyinin, zehirli bir yan vardı, babası bunlar yüzünden zayıf düşmüştü gözünde Elfiye’nin, kukladan farksızdı ne isterse karısı yapmaya ayarlanmış düzeneğini kurmakta maharetli kadın boynundaki altın kolyeyle oynayarak yatakta orospu olmanın mekruh olmadığını açıklardı ve muhakkak yeni evliler olurdu o grupta, bir ilaha bakarca dinlerlerdi üveyinin yatakta orospuluk stratejilerini on altı kadının hepsi çakırkeyifti ve çoğu yakalarını gevşetip birbirlerine fazlaca sevgi gösteriyordu. Elfiye şimdi asker olup cephelere ayrılmış oğlanların arasından geçip bebeklerini uyutmaya çabalayan yorgun kızların yanına döndü. ona, sen de şu yemeği pişirsene, dediler çingene pembesi plastik mutfak takımına bakakaldı tencerenin kapağını açtı, beriki kağıtları koparıp tencerenin içine attı al, dedi leylâ fosforlu yeşil kepçeyi uzatırken bununla karıştırmalısın çorbayı, yoksa dibi tutar, türkçe konuşamadığını ilk o gün mü anladı yoksa daha önce miydi hatırlayamaz Elfiye, zihninde plastikten bir de ilkyardım çantası imgesi var, beyaz üstüne al hilalli doğum başladı, diye telaşlanan ezgi ile bacaklarını açmış çektiği sancıyla iki büklüm olan çiğdemin arasında telaşlandı çokça, neşteri sok dediler karnına, soktu ama sonra ne yapacağını bilemedi, leylâ bağırdı: aptal, çeksene bebeği, öldü bak işte. on altı kadın on altı ata lira çıkarıp yemek masasının üzerine liraları dizip bereket olsun dilediler banyoya kaçmakla kurtuldu doğumhanenin stresinden Elfiye kapıyı da kilitledi, bir süre burada kalıp zamanın geçmesini bekleyecekti, duş perdesinin ardında kıpırdayış sezdi ve gördü ki küvete uzanmış içerdekilerden biri, onun da elbisesi ekoseliydi ve başının üzerinde saten pembe kurdele vardı kaça gidiyorsun? diye sordu Elfiye’ye bir yandan küvette ona yer açtı, seneye başlayacağını söyledi okula Elfiye onlara benzemeyen birini bulduğuna sevinmişti ama, dedi. okuyabiliyorum, ve Eda’ya en sevdiği masalları hızlıca anlattı. Eda da ona kurtuluştaki yayasını, ermeni olduklarını ama bunu başkasına asla anlatmaması gerektiğini on altı kadın sekiz bardak paşa çayını su bardaklarında oğullarına sundular Eda’nın beni dudağının kenarında, benin resmini yapma isteği ve bu yanaklarla iri yüzün Elfiye’nin içini sardı, elini uzatıp kurdelesine dokundu, benimki benim saçımı hiç yapmaz, dedi. gerçek annem değil, diye hemen açıkladı, gerçek annesi olsa saçını yapacağından çok emindi. kurdeleyi çıkardı Eda, saçı iki yana döküldü ve onu Elfiye’nin bacakları küvetin kenarına dayanmış eteği karnında toplanmışken tam göbeğinin üzerine bıraktı senin olsun bende çok var, derken parlayan gözlerin mükafatını daha o yaştan anlamlandırabilen bir çocuk olduğunu göstermiş oldu. küvet, lavabo ve klozet bebek mavisiydi on altı kadının on beşi kocası Müslüm olana gıpta ile baktılar kırk beş dakika üstünden inmezmiş haspanın. banyonun kapısını kale yapmış oğlanlar çat çut topla şut çekiyordu, salaklar, diye söylendi Eda ve bir baş hareketiyle ona katıldığını belirtti Elfiye ne zaman külotlarına bakmak akıllarına geldi hatırlayamaz beyaz yünlü külotlu çoraplarını sıyırıp küvete çaprazladıkları bacaklarının arasına ilgiyle baktılar, ikisininki de aynıydı uzanıp kızı öpen Elfiye’ydi dudağından ve yuvasında tam çevrilmemiş anahtarın şutlarla gevşemesi gözünü açtığında oğlanlar çoktan bağırmaya başlamıştı Eda Elfiye’ye kuku gösteriyor! Elfiye Eda’yı öpüyor, anne! on altı kadın birden ayılıp kösnüllüklerini salonda bıraktılar ve içlerinden ikisi çocukları adına fazlaca utandılar. çocukluk dayağını unutulmaz kılan bu utanç duygusuydu, ancak yaş aldıklarında o günün hayatlarını nasıl şekillendirdiğini anlayacak iki kız çocuğu, salonun ortasına getirildi, oğlanlar kıkırdayıp dururken on dört kadının on dördü de diğer ikisini teselli etti, ölüme yok çare şekerim, dediler iyi doktorlar var, tedavi ettirirsiniz ya da bunların içine cin kaçmış şekerim, bir okutmak lazım, diye söylendiler. on dört kadın diğer ikisinin hastalıklı evlatlarına bakıp iyi ki bizim başımıza gelmedi diye sevindiler.