Misafir
I.

       Elfiye’nin ismini anneannesinin annesi koymuş, o doğduğunda gözleri körmüş ama hastane odasında bebeği kucağına verdiklerinde onu görürce tasvir etmiş. Onlar da ismini sen koy bunun demişler. Tamam demiş büyük nine, bebeği yüzüne doğru tutmuşlar, o da kulağına ezan okuyup üç kez Elfiye, Elfiye, Elfiye demiş. Odadakiler çok şaşırmış, bu ismi daha önce hiç duymamışlar ve isim kulağa tuhaf geliyormuş. Yine de anne, anneanneye o da kendi annesine itiraz edememiş ve nüfus kağıdına adı yazdırmışlar.
        Bu hikayeyi ilkokula giderken üveyine durur durur anlattırırdı. İsminin Deniz, Zeynep ya da Aslı olmasını istiyordu, ilk üç harfiyle dalga geçilen bir isim istemiyordu. Aynı şeyleri bir kez daha anlatınca üveyi sinirlenip:
       “18 yaşına gelince değiştirirsin, git başımdan,” diyordu.
       Ergenliğinde ve ilk gençliğinde ismine ısınmış, ona gizemli hikayeler uydurup anlatmaya başlamıştı. Yirmi beşinden sonraysa artık ismini umursamıyordu. Adı ve soyadı onun için eserinin altına atılacak yekpare imzaydı, ilk şiirini yayımlattığından itibaren başkalarının olmuştu.
         Kendine ismiyle hitap ettiği monologlar kurmazdı. İsmine akrostiş yazmamıştı.
Annesi Elfiye’yi adıyla gevşek bağından mı yoksa o yaşlı büyük nine kulağına ezanı okurken büyülü şeyler de söylediğinden mi terk etmişti; Elfiye bunu bilemiyordu. O sekiz yaşındayken yok oluveren annesini sonra da hiç görmemişti; kucağındaki çocukla ne yapacağını bilmeyen babayı altı ay sonra teyzesinin kızıyla evlendirmişlerdi. Teyze kızı duldu; aralarında birer yaş olan iki kızı vardı -kızlar Elfiye’den iki yaş küçüktü-, kocası Nusaybin’de şehit düşünce bir çocuğa annelik yapma durumunu düşünmeden kabul etmişti.
          Babasının annesiyle annenin kardeşi Elfiye için: “Bu ikisiyle büyür gider işte,” demişlerdi. Annesi, anneannesi, kulağına ismini fısıldayan büyük anneanne ancak üveyin anlatmaya gönüllü olduğu hikayelerden ibaretti. Ailesi -baba tarafı- bayramlarda ve kandillerde ancak bir iki xanax alıp arayabildiği bir telefon listesiydi. Üç dakikayı geçmeyen küçük diyaloglarla sevgi sınırlanmıştı.
          Psikiyatristiyle yaptıkları birkaç hipnoz seansından, annesiyle olan birkaç anısını çekip çıkarabilmişti -babası üzerine çalışmayı istememişti-. Doktor sürekli baskılananın geri dönüşüyle ilgili konuşuyor, Lacan çizgisinden çok fazla ayrılmamaya çabalayarak Elfiye’yi açmaya çabalıyordu. İlk birkaç, ağzından çekip çıkardığı bilgilerle üstüne gittiği tek konu annesiydi.
          “Sizce annenizin terk ediş ve yok oluş anlarına sebep siz misiniz? Kendinizi mi suçluyorsunuz?”
          “Peki sizce neden hafızanızı bu denli baskılıyorsunuz, annenizle ilgili kötü tecrübeleriniz mi var?”
          “Bir çeşit elektra mı bu, hmmmm, çözeceğiz, çözeceğiz...”
           “Elfiye, aslında bunlar sevgi bağının yetersizliğinden değil, sizin bir biçimde reddinizden ileri geliyor olabilir mi? Hiç böyle düşündünüz mü? Zaten olmayan anneyi tamamiyle ret etmek...”
           “Peki, annenizin rujunu sürdüğünüzde ne hissettiniz?”
            Hiçbir şeyi çözememişlerdi. Elfiye doktora gitmeyi yazdığı ilaçlar için sürdürüyordu. Çekip çıkardığı anılar içinse asla müteşekkir olmayacaktı.


 Anı 1) Okula başlayacağı senenin yazı. Evdeler. Elfiye elinde bir kitapla dolaşıp duruyor -Ayşegül Tatilde-. Üveyi onu ayak altında dolaşma iş yapıyoruz diye  azalıyor. Anneannesi de var, hamur açıyor. Mantı yapacaklarmış akşama, hem dedesinin canına değecekmiş hem de misafir gelecekmiş. Babasının daireden iş arkadaşlarıymış. Müdürüymüş. Belki terfi edecekmiş. Elfiye onlara yardım etmek istiyormuş çünkü kitabından sıkılmış, mantıyı çiğ yemeyi seviyormuş. Tamam, deyip eline bir tepsi vermişler, al bunları sen katla. Elfiye tepsiyi alıp salona gitmiş ve kardeşinin yanına oturmuş. Beraber küçük hamur parçalarını halıya yayıp bir güzel tekrar yoğurmuşlar, etleri de yeniden hamurlara pay etmişler. Elfiye tepsiyi gururla mutfağa geri götürmüş. Misafir sofrasına çocuklar oturmazmış, onlar misafir çocukla mutfaktaymışlar, salondan üveyi hışımla çıkmış gelmiş, Elfiye’nin kolunu bükmüş: “Şeytan kız, ne koydun bunların içine, kıl mı koydun, ne koydun, hav mı koydun?” diye diye Elfiye’yi dövüp arka odaya kapamış, oda karanlıkmış. “O cadı karı kulağına ne üflediyse içine iblisler koymuş, kal bakalım şimdi, burada da aklın başına gelsin,” demiş üveyi.


 Anı 2) Herhalde o zaman üç ya da dört yaşındaymış. Biri ölmüş. Kim? Bulamıyor. Yaşlı biri değilmiş ama zamansız bir ölümmüş. Cenaze anneannesinin evindeymiş. Elfiye ağıt yakan kadınların arasında oturuyormuş, sonra birileri bayılıyormuş, herkes ağlıyormuş. Elfiye yemek masasına gidip etli pidelere uzanıyormuş. Ayran istiyormuş ablalardan. Sonra balgamlı bir ses 
 duyuyormuş, bismillah, ya hu, elhamdüllillah, gırtlaktan mevlit çıkarken Elfiye’ye oldukça komik geliyormuş. Yeni bir ağlama dalgasını fırsat bilip holdeki ayakkabı ve terliklere takılmadan geçip arka taraftaki küçük yatak odasına girmiş. Yatağa yatmış. Kucağına beyaz gömlekli bebeğini almış. Külotunu indirmiş, bebeği kendine sürtüyormuş. Çok tatlı bir şeymiş. Üveyi çat diye odaya girmiş, onu öyle görmüş. Koca karanlık bir boşluk var ama bir de baldırlarında kalan tırnak izleri var.


 Anı 3) Üveyiyle kitap okuyorlarmış. Evdeymişler. “Kız, ezberlediysen söyle bak kızmiycam,” diyormuş ama Elfiye kitabı gerçekten kendi okuyormuş. Kapı çalmış, biri gelmiş. Üveyi Elfiye’yi arka odaya götürmüş, “ben diyene kadar çıkma, al bak bu kitabı oku,” demiş ve kapıyı üstüne kilitlemiş. Elfiye bir erkek sesi ve tezgahtan düşen tencerelerin çınlamasını duymuş. Üveyinin eline tutuşturduğu kitaba bakmış ve adını okuyabilmiş: Yengeç Dönencesi. Kitabı okumuş, okumuş, akşam olmuş, kapı kapanma sesi duyulmuş, üveyi kapının kilidini açmış. Sabahlığının kuşağını bağlarken “gel bakalım” demiş Elfiye’ye.        “Acıktın mı?


II.

on altı kadın yemek masasının etrafında toplandı 
başlayın, dedi ev sahibi, başladılar

hepsi etek giymişti, naylon çorabın esansı ayağınkine
kösele ve deri pabuçların rayihası da bunların hepsine karışmış 
östrojen bulutu oymalı möblelerin tepesinde, elmalı
kurabiye, kısır -nar ekşili- içli köfte, ev sahibi antepli
vatkalı bluzlarla kazaklar rengarenk, saçları da permalı çoğunun 
bazılarınınki röfleli, hepsi aynı kuaföre gidiyor, ojeleri
sedefli, bir tek adanalınınkiler kan kırmızı

on altı kadın çocukların ellerini birbirine sıkıladı
haydi siz gidin, leylânın odasında oynayın, dediler, gittiler

leylânın odasında erkekler ve kızlar hoşnutsuz
bakakaldılar bir diğerine, lahana bebeklerin dizildiği karyolaya
birkaçı oturdu ve evcilik kurdu, erkek çocuklar
kurabiye tabağını boşaltıverip tabakları direksiyon yaptılar
koridora çıktılar, yarıştılar, evcilik ya da bebekler şimdiden
bozmuştu onları ve odası pespembeydi leylânın, yine de içlerinden biri
sarışın olduğu için leylâ, ona hayrandı, ne isterse yapardı
bir oyuna katılmakla koridorda koşturmak arasında kararsız
küçük bir Elfiye bebek vardı, merak ediyordu salonda kadınların ne yaptıklarını

on altı kadın bir ağızdan konuşmaya başladı 
benimkisi yatakta bir harika, dedi en sarışınları.

Elfiye sıvıştı gürültülü koridordan, “oğlum azmayın!” diye
bağıran kadınlara görünmeden yemek masasının gerisine düşen 
kolonun ardına konuşlandı, hep hoşlanırdı büyük lafı dinlemekten 
huriye alamanyadan yeni dönmüştü, müslümüm, diyordu çayından 
höpürdetirken, bir yılan gibi sarar beni yatakta, herkes coşuyordu 
hepsi kendi kocasını, kendi yatağını anlatmaya can atıyordu 
müzeyyen ev ayakkabısını ayağının ucunda sallarken iç 
çamaşırlarını nasıl seçtiğini, sevda ise onunkinin arkadan istediğini 
ama yapmadığını anlattı, herkes bunu çok ayıpladı
on altı kadın kocalarını yarıştırıyordu hırsla
bizim apartmana benim adımı verdi hulusi, dedi en esmerleri.

Elfiye zorla giydiği etini kaşındıran ekose elbise
üzerinden karnını tutuyordu, bu duydukları onu hep
kuşa benzetiyordu, kanatlı ama yine de sinirine gidiyordu 
elindeki açık çayı karıştıran annelerin oğluna seslenişleri
savaş, oğlum, gel bak sana paşa çayı yaptım
altı yaşındaydı, seneye okula başlayacaktı ve orada
kurulan düzenin bütün dinamiklerini farkındaydı Elfiye
Üvey annesi çayına likör katmaya kalktığında
asıl filmin başlayacağını bilirdi, kadınların çoğu
evde kendi yaptıkları çeşit çeşit likörleri getirirlerdi, vişne
muz, portakal, çikolata, nane, böğürtlen, Elfiye portakalı severdi 
şişenin üstünden gizlice içip üzerine su doldurmayı o 
zamanlardan keşfetmişti.

on altı kadın on altı çeşit likör çıkardı çantalarından
şekerim benimkisi çok hafif alsana biraz, dediler yanındakilere.

babasını nasıl avucunun içine aldığını anlatırken üveyinin 
ağzı sulanırdı, bazen dudağının kenarından minicik akardı
vişne likörlü türk kahvesi, sonra yalardı orayı ve bakardı seleflerine 
saraya dayanan köklerinde harem adabına yönelik izler bulduğundan 
bunları osmanlıca sözcüklerle donatıp herkesi susturmakta
ve kendi hikayesini istediği gibi anlatmakta ustaydı, babasının 
erkekçe zaaflarını ondan hıncını alırcasına anlatışında
üveyinin, zehirli bir yan vardı, babası bunlar yüzünden 
zayıf düşmüştü gözünde Elfiye’nin, kukladan farksızdı
ne isterse karısı yapmaya ayarlanmış düzeneğini kurmakta 
maharetli kadın boynundaki altın kolyeyle oynayarak 
yatakta orospu olmanın mekruh olmadığını açıklardı ve 
muhakkak yeni evliler olurdu o grupta, bir ilaha bakarca 
dinlerlerdi üveyinin yatakta orospuluk stratejilerini

on altı kadının hepsi çakırkeyifti ve çoğu
yakalarını gevşetip birbirlerine fazlaca sevgi gösteriyordu.
Elfiye şimdi asker olup cephelere ayrılmış oğlanların
arasından geçip bebeklerini uyutmaya çabalayan yorgun
kızların yanına döndü. ona, sen de şu yemeği pişirsene, dediler 
çingene pembesi plastik mutfak takımına bakakaldı
tencerenin kapağını açtı, beriki kağıtları koparıp tencerenin içine attı 
al, dedi leylâ fosforlu yeşil kepçeyi uzatırken
bununla karıştırmalısın çorbayı, yoksa dibi tutar,
türkçe konuşamadığını ilk o gün mü anladı yoksa
daha önce miydi hatırlayamaz Elfiye, zihninde plastikten
bir de ilkyardım çantası imgesi var, beyaz üstüne al hilalli
doğum başladı, diye telaşlanan ezgi ile bacaklarını açmış
çektiği sancıyla iki büklüm olan çiğdemin arasında telaşlandı
çokça, neşteri sok dediler karnına, soktu ama sonra ne yapacağını 
bilemedi, leylâ bağırdı: aptal, çeksene bebeği, öldü bak işte.

on altı kadın on altı ata lira çıkarıp
yemek masasının üzerine liraları dizip bereket olsun dilediler

banyoya kaçmakla kurtuldu doğumhanenin stresinden Elfiye 
kapıyı da kilitledi, bir süre burada kalıp zamanın geçmesini 
bekleyecekti, duş perdesinin ardında kıpırdayış sezdi ve
gördü ki küvete uzanmış içerdekilerden biri, onun da
elbisesi ekoseliydi ve başının üzerinde saten pembe kurdele vardı 
kaça gidiyorsun? diye sordu Elfiye’ye bir yandan
küvette ona yer açtı, seneye başlayacağını söyledi okula
Elfiye onlara benzemeyen birini bulduğuna sevinmişti
ama, dedi. okuyabiliyorum, ve Eda’ya en sevdiği masalları 
hızlıca anlattı. Eda da ona kurtuluştaki yayasını, ermeni 
olduklarını ama bunu başkasına asla anlatmaması gerektiğini

on altı kadın sekiz bardak paşa çayını su bardaklarında 
oğullarına sundular

Eda’nın beni dudağının kenarında, benin resmini yapma isteği
ve bu yanaklarla iri yüzün Elfiye’nin içini sardı, elini uzatıp kurdelesine 
dokundu, benimki benim saçımı hiç yapmaz, dedi.
gerçek annem değil, diye hemen açıkladı, gerçek annesi olsa
saçını yapacağından çok emindi. kurdeleyi çıkardı Eda, saçı iki yana 
döküldü ve onu Elfiye’nin bacakları küvetin kenarına dayanmış 
eteği karnında toplanmışken tam göbeğinin üzerine bıraktı
senin olsun bende çok var, derken parlayan gözlerin
mükafatını daha o yaştan anlamlandırabilen bir çocuk
olduğunu göstermiş oldu. küvet, lavabo ve klozet bebek mavisiydi

on altı kadının on beşi kocası Müslüm olana
gıpta ile baktılar kırk beş dakika üstünden inmezmiş haspanın.

banyonun kapısını kale yapmış oğlanlar çat çut
topla şut çekiyordu, salaklar, diye söylendi Eda ve bir
baş hareketiyle ona katıldığını belirtti Elfiye
ne zaman külotlarına bakmak akıllarına geldi hatırlayamaz 
beyaz yünlü külotlu çoraplarını sıyırıp
küvete çaprazladıkları bacaklarının arasına ilgiyle
baktılar, ikisininki de aynıydı
uzanıp kızı öpen Elfiye’ydi dudağından ve yuvasında
tam çevrilmemiş anahtarın şutlarla gevşemesi
gözünü açtığında oğlanlar çoktan bağırmaya başlamıştı 
Eda Elfiye’ye kuku gösteriyor! Elfiye Eda’yı öpüyor, anne!

on altı kadın birden ayılıp kösnüllüklerini
salonda bıraktılar ve içlerinden ikisi çocukları adına fazlaca utandılar.

çocukluk dayağını unutulmaz kılan bu utanç duygusuydu,
ancak yaş aldıklarında o günün hayatlarını nasıl
şekillendirdiğini anlayacak iki kız çocuğu, salonun ortasına 
getirildi, oğlanlar kıkırdayıp dururken on dört kadının on dördü de 
diğer ikisini teselli etti, ölüme yok çare şekerim, dediler
iyi doktorlar var, tedavi ettirirsiniz ya da bunların içine 
cin kaçmış şekerim, bir okutmak lazım, diye söylendiler.

on dört kadın diğer ikisinin hastalıklı evlatlarına 
bakıp iyi ki bizim başımıza gelmedi diye sevindiler.
@