Ben, Persephone



Parmaklarımı beyaz alçı taşından yapılmış küçük büstün kıvrımları arasında gezdiriyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Parmak uçlarım saç kıvrımlarından aşağı doğru kayıyor. Gür saçların bittiği hattın aşağısında geniş bir alın uzanıyor. Kıvrım kıvrım. Gözlerim kapalıyken bile bu yüzün nasıl hiddetle baktığını anlayabiliyorum. Alın çizgilerinin hemen altında çatılmış gür kaşları hissediyorum. Bomboş göz çukurlarına giriyor başparmağımın ucu. Yine aynı parmağımı kemerli burun hattı üzerinde kaydırarak öfkeyle kıvrılmışdudakları buluyorum. Büstü kucağıma yerleştirip iki elimle birden sakallı yanakları okşuyor, sonra soğuk alçı taşını kendi dudaklarıma götürüyorum. Gözlerimi kapatıp onu öpüyorum.

Beni öpüyor. Kocaman, bahçeli evindeyiz. Şehirden uzak, sessiz bir yer burası. Gölgeler içindeki loş salonunda, devasa bir tablonun önünde duruyoruz. Önce ellerini belime doluyor, sonra beni hafifçe kendine doğru çevirip öpüyor. Ateş gibi yakıyor dudakları, ağzımda büyüdükçe büyüyor dili. Soluğum kesiliyor. Korkuyorum ama ondan ayrılmak da istemiyorum. Daha fazla nefes alamayacağımı hissedip güçlükle kendimi geri çekerek gözlerimi tekrar tabloya çeviriyorum.

Derin soluklarını omzumda, boyun kıvrımımda hissediyorum. “Çok güzelsin,” diye fısıldıyor kulağıma. Bense gözlerimi tablodan ayıramıyorum. Büyülenmiş gibiyim. Elimi terleyen alnıma götürüp derin bir soluk bırakıyorum. “İyi misin?” diye soruyor bana. Ağzımı açıp konuşmaya, bu büyülü ânı bozmaya korkuyorum. “İyiyim,” diyorum yine de. Zorla. “Biraz susadım.” Ellerini belimden, dudaklarını boynumdan ayırıyor. “Bekle burada,” diyor. “Sana neyin iyi geleceğini biliyorum.”

Yanımdan uzaklaştığında vücut sıcaklığımın normale döndüğünü hissediyorum. O ağır enerji ortadan kayboluyor. Gözlerimi tablodan ayırmayı başarıyorum. Bu ânın geleceğini her zaman biliyordum. Ona aylardır âşıktım. Ulaşılmaz olduğunu bile bile onu gözümde daha da büyüttüğümü düşündüm başlarda. Ama onu her gördüğümde ne hissettiğimi biliyordum. Bir kadın asla yanılmaz. Bir erkeğin size karşı hissettikleri ya da uygun koşullar oluştuğunda hissedebilecekleri konusunda asla yanılmazsınız. Ben de yanılmadığımı biliyordum.

O gün dersten sonra her zaman gittiğim, öğrenci dostu izbe kafede otururken telefonuma gelen bildirime şaşırmamam gerekirdi aslında. İlk başta, gördüğüm kullanıcı adı ve o minik fotoğrafı tam olarak seçemedim gibi geldi ama sonra emin oldum. Öyle derinden, öyle sesli bir nefes aldım ki daha veremeden kafedeki üç beşmüdavimin gözlerinin bana çevrildiğini hissettim. Oysa ben çığlık atmak istiyordum. Tek elimle ağzımı kapadım. Telefonu tutan diğer elim titriyordu. Kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Kahvemden bir yudum aldım ve telefonu masaya bırakıp takip isteğini kabul ettim. Sonra ben de onu takip ettim. Kapalı olan hesaplarımızı birbirimize açtığımız için bir süre birbirimizin profilinde gezinmiş, fotoğrafları yakınlaştırarak bakmış olacağız. Aslında benim onun hakkında bilmediğim pek bir şey yoktu. Ama yine de aç gibi, susuz gibi saldırdım bütün fotoğraflarına. Karısının ve çocuklarının fotoğraflarını görmekten korktum. Ama yoktu. Karısı da çocukları da yoktu. Yani en azından fotoğrafları yoktu. Ondan ilk mesaj geldiği sırada buna deliler gibi sevinmekle meşguldüm. Uzun bir süre ekranı kapatıp telefonu kendimden uzak bir yere koydum. Sonra eşyalarımı toplayıp kafeden çıktım. Birkaç sokak ötedeki öğrenci evime kadar nasıl yürüyebildiğimi, o mesaja o kadar uzun süre bakmadan nasıl durabildiğimi bilmiyorum. Ama sonunda baktım. Paylaştığım Rilke dizelerine, şiiri “yüzde yüz” beğendiğini belirten bir ifade bıraktıktan sonra bana, ertesi gün benimle görüşmek istediğini söylüyordu. Bu benim için geri çevrilemez bir teklifti. Koskocaman bir amfide, yüz elli kişi arasında, yalnızca iki saat boyunca da olsa her hafta görüşen iki insandık. Ben daha fazlasını istediğimi biliyordum ama şimdi onun da bunu istediğinden emindim. Hafta sonu için sözleştikten sonra bir süre daha havadan sudan konuştuk. O, aklınca beni rahatlatmaya, durumu normalleştirmeye çalışıyor olmalıydı. Oysa benim tek bir amacım vardı: Doğum tarihini ve saatini öğrenmek.

Tam tahmin ettiğim gibi. Güneş akrep, yükselen akrep. Sekizinci ev akrep. Bilmeyenler için, sekizinci ev, akrep burcunun evidir. Hades’in evi yani. Ölüm ve yaşam evi.

O günkü buluşmanın ardından, bir sanat galerisini andıran salonda o devasa tablonun önünde dikilirken beni, Antik Çağ Felsefesi dersinden buraya kadar neyin getirmiş olduğundan emin oluyorum. Elbette bu, üç Moira’nın işi. Tanrılar bile onlara karşı koyamamışken ben koyabilir miyim? Yine yüzümün kızardığını, ateşimin yükseldiğini hissediyorum. Biraz sonra omzumda onun elini hissediyorum. Dönüp baktığımda, elinde bir kadehle bana gülümsediğini görüyorum. Kadehi bana uzatırken, “Nar şarabı,” diyor. “Çok seveceksin, tatlıdır.”

Kadehi alıyorum ve şarabı kana kana içiyorum. Kendimi ona bağladığımı bilerek içiyorum. Ona hapsolduğumu, artık geriye dönüşün olmadığını bilerek. Şarabı birden içince hafifçe başım dönüyor ama yine de gözlerimi tablodan ayırmıyorum. Bu kez o da tam yanımda durup dikkatle tabloya bakmaya başlıyor. Kadehi elimden usulca alıyor ve diğer elini yine belime doluyor. “Persephone ve Hades,” diyor. “Biliyorum,” diyorum.

Elbette biliyorum. Ben Kore’yim. Demeter ve Zeus’un kızı Kore. Hades’in diyarına götürüldüğünde, ağzına aldığı bir nar tanesiyle orada hapsolan ve artık Persephone olan Kore. Ama ben buraya kendi isteğimle geldim. Moira’ları suçlayabilir miyim? Peki ya beni kurtaracak bir Demeter var mı?

Dudakları tekrar dudaklarıma kapanırken bu kez geri çekilmiyorum. Kendimi tamamen bırakıyorum ve bütün tanrılar ve ölümlüler gibi kendi kaderimi yaşamaya razı oluyorum.

Gözlerimi açıyorum. Alçı taşından yapılmış büstü dudaklarımdan uzaklaştırıp gözümün çevresindeki morluğun, alnımdaki şişliğin üzerine koyuyorum. Bu hafif serinlik, sızıyı pek dindirmiyor ama yine de rahatlıyorum. Geniş kanepeye iyice yayılıyorum. Kerberus gelip yanıma uzanıyor. Köpeğin o güzel, simsiyah başını okşarken düşünüyorum: Beni seviyor. Burada mutluyum. Bana istediğimi veriyor. Ama yine de bazen o devasa tabloya arkamı dönerek Zeus’a dua ediyorum. Beni buradan kurtarmaları için bütün tanrılara yakarıyorum. Moira’lara isyan ediyorum.

Ben, Persephone’yim. Ama bazen Kore olmayı özlüyorum.







@