kum saati kumu yetiştirme sanatı
kum saati yapan bir atölye vardı, adamın biri de kum saatleri için kum satıyordu atölyeye. hep merak ederdim nerden getiriyor bu kadar ince kumu diye. pikabının, ne bileyim 50nc kamyonunun arkasında kum saati kumu yüklenmiş ilerliyor işte. kum saati kumu satan adam işin 'nasıl?' kısmındaysa, örneğin son çuvalı 50 nc'ye yükledikten sonra kamyonun arka kapağını kapatmadan önce o son çuvala bir yumruk atabilir, atması muhtemel yani. diyelim böyle oldu, ee n'oldu peki şimdi 'neden?'e?
zaman daralıyor...

kum saati kumu satıcısının sağ elinin üstü hafifçe kızarmış. kamyonu sürerken sadece
asfalta bakıyor, etraftaki kuma, tarlaya bakacak değil; alt yapı-üst yapı meselesi.



                   SON 1:
                   arnavutköy belediyesini aradım. 78m2 toprak kiralıyormuş belediye. 
                   10 m2'si kazma kürek türü malzemeleri koymak için küçük bir depoymuş 
                   geriye kalır 68 m2. yıllarca yaşadığım o bodrum katının yüzölçümü. geçmişten kaçılmıyormuş, ha-ha... kibar kibar anlattı                 
                   bunları telefondaki kadın. kibar insanları seviyorum, "ince ayrıntıları ezdiğinden dolayı kaba olan her şeyin hayatın egemen           
                   örgütlenmesinden yana olduğu"nu düşünüyorum; 
                   "bir durumcu sözlüğe önsöz".
                   neyse,  toprak parçasının yıllığı 500 liraymış. 520 olsa haftalığı 10 lira yapar,
                   aylığı 40 lira. fena gelmedi bana, ayda 40 liraya deposuyla 78m2 toprak sahibi olmak. ismimi yazdırdım, arayacak. insan     
                   sadece kum saati kumu tarlası yapsa orayı yine mutlu olur. hadi mutluluk büyük kelime, memnuniyet diyelim o zaman.    
                   üstelik de o son çuvala hiç ihtiyacım olmayacak...



"iki insanın bir araya gelmesi aynı şekilde bir daha asla olamaz. zen'in çay töreni,
o tekil anın altını çizer hep." sahaflık yaparken sattığım zen'le ilgili bir kitaptan mıydı bu, hatırlayamadım şimdi, herhangi bir yerde okumuş da olabilirim, belki de bir filmdendir...

'nasıl?' sorusu yerine 'neden?' sorusuna eğilmek başka bir dünya çıkartır karşımıza,
kişilikler açısından da. 'nasıl?' yüzeye, 'neden?' içeriye gönderir, çoğunlukla. bir
böcekbilimci vardı şaşkın bakkal'da oturan, çekememiştim fotoğraflarını; 'neden?'.
konu değişiyor biliyorum ama, aklıma gelmişken bir daha yazayım: insan türünün
su üstünde durma çabasını hiçbir zaman anlamadım, şu yüzme dedikleri şeyi yani.
su orada, sen de kıyıdasın, şart mı şimdi içine girmen, içine girdin hadi şart mı üstünde
durmaya çalışarak o tuhaf debelenmeleri yaratman?
nerede geçiyordu, biri sinirlenip mekandaki sandalyeyi kırmıştı da yan taraftaki biri sakince sormuştu: sandalye sana ne yaptı ki? bir kişi de tutup sormaz, bakalım su seni istiyor mu? yok illa işgal edecek. dünya balık kaçışmıştır, o su üstünde durup o acıklı hareketleri yapacak diye. zavallılar milyon yıldır alışmaya çalışıyorlardır bu insan denilen formata suda. bu sandalye meselesi berbat bir diyalog gibi tınlamıştı ilkin bende, şimdi öyle düşünmüyorum.
neyse.



                   SON 2:
                   borges'in öykülerinden birinde sanırım ibn-i sina'ydı bahsettiği bir iki 
                   paragraf tutmaz bir kısım vardı. ibn-i sina odasında çalışıyor, sonbahar. 
                   çocuk sesleri duyulmaya başlıyor avludan. bir ara başını el yazmalarından kaldırıp pencereye doğru gidiyor. avluda çocuklar           
                   bilmediği bir oyun oynuyorlar, bruegel olsa bilirdi. dalıyor ibn-i sina. rüzgar çıkıyor.
                   avluda kumlar havaya kalkıyor. 
                   kum saati kumu satıcısının en sevmediği şey, rüzgar.

                   zaman, garip ağrı...


                   SON 3:
                  "fenikelilerin başkalarını düşünen insanlar olduğu" doğru mu?..









@