Kavramsal ve dijital sanatın Türkiye’deki başarılı temsilcilerinden Bager Akbay ile henüz robotik teknolojinin bile bunca ilerlememiş olduğu yıllarda geliştirdiği ve uluslararası tanınırlığa sahip robot şair Deniz Yılmaz odağında, şiir-şair/sanat-sanatçı, hak kavramı, teknolojinin ne’liği üzerine bir Zoom söyleşisi gerçekleştirdik. 

Söyleşinin video linki için: https://youtu.be/JfGtde8DyLk





A. Emre CENGİZ: Çok teşekkür ederim vaktinizi ayırdığınız için

Bager AKBAY: Aa estağfurullah

AEC: Bu arada da Deniz Yılmaz galiba bir güncelleştirme almış oldu, doğru mu?

BA: Yoo, güncelleştirme almadı, çalıştı

AEC: Tamam, siz ilgilenmiş oldunuz diyelim…

BA: Evet evet, yani bi bakmış oldum aslında, n’oluyo ne bitiyo diye. Şimdi şuradan hemen şu fotoğrafları atayım, şu kapıyı kapatayım, burası ofis çünkü, iki üç arkadaşım daha var, o yüzden biraz gürültü olabilir. Şu fotoğrafı attım. (Deniz Yılmaz’a ait iki adet şiiri fanzinde yayımlanmak üzere gönderiyor ve kapıyı kapatmaya gidiyor). Evet, haydi o zaman, başlayalım.

AEC: Başlayalım Hocam. Lahitteki Baykuş adlı bir fanzinimiz var. Teknoloji ve Ekoloji Aksında Şiir konulu 8.sayısı için gerçekleştiriyoruz bu söyleşiyi. Ben aslında sizin yakın takipçinizim. Yani kavramsal sanat ve dijital sanat üzerine gerçekleştirdiğiniz faaliyetleri yakinen takip etmeye çalışıyorum. Fakat şiir çevrelerinde kiminle konuşsam, böyle, sizi çok da tanıyan insanlara rastlamadım. Bu nedenle dilerseniz...

BA: Çünkü şiir aslında, yani şeyde çıktı. İki üç şiir dergisinde çıktı aslında röportaj vesaire ama, benim isim hafızam sıfır, şu an hatırlayamıyorum. Almanya’da biriyle röportaj yaptık. O da Türk, yeni nesil şairlerden. Türkiye’de bir dergiyle yaptık, onların bir eski nesliydi. Ama şey değil, evet yani, o alanda tanınmam da çok normal olmaz bence yani. Çünkü ben değilim, Deniz Yılmaz tanınabilir, mesela o uluslararası şiir festivallerine falan katıldı Deniz Yılmaz.
AEC: Evet.

BA: Ben gitmedim yani, o gitti. Gerçekten, yani araca bindirdik, o gitti. O yüzden onun tanınması daha olası bana göre aslında.

AEC: Tamam, peki, kısaca sizi tanıyarak başlasak? Yani, benim bildiğim kadarıyla bir sanatçı, bir kavramsal sanatçı, tasarımcı, konuşmacı, eğitimci, bir kukla tiyatrocusu ve aynı zamanda bir sözlük yazarısınız :) Atladığım varsa siz devam ettirirseniz sevinirim

BA: Yani akademisyenlik biraz var. Ama genelde ders veriyorum, aslında akademisyenlik demeyeyim de hocalık yapıyorum. İlkokuldan üniversite, yüksek lisans seviyesine kadar, ara ara ders veriyorum. 

AEC: Kadrodan bağımsız olarak yapıyorsun bunu değil mi?

BA: Evet, evet. Şu an değilim. Yani eskiden devlet memuruydum Yıldız Teknik’te, çok eskiden. Sonra özel vakıf meslek yüksekokulunda bölüm başkanlığı yaptım üç dört sene. Sonra ayrıldım. Şu an, aslında şöyle: Tüm bu konuşma, eğitim gibi şeyleri de hayatımdaki o döngünün bir parçası olarak kullanıyorum. Yani para kazanmak için yaptığım şeyler değil. Ama kendimi anlamak için, dünyayı anlamak için onları da yapıyorum biraz diyebilirim. 

AEC: Peki, eğitiminiz biraz daha sayısal ağırlıklı…

BA: Evet, Anadolu Lisesi’nde okudum ortaokulu, sonra Atatürk Fen’de okudum, sonra matematik mühendisliği, iki üç sene okudum, sonra tasarım lisansı bitirdim. Yüksek lisansta da sanat okudum, ama onun tezini yazmadım. Yani yüksek lisansı, tezi bitirme aşamasındayken bıraktım, aslında Deniz Yılmaz o yüzden yapabildim. Onu bırakmasaydım yapamazdım. Tam o aynı anda yani, onu bırakıp ona başladım aslında. O aslında biraz “akademisyen mi olcam sanatçı mı olcam”  kararı gibiydi. Sanatı seçtim o noktada yani, benim için zor bir karardı. 

AEC: Evet, güzel. Ben, ben de biraz kendimden bahsedeyim. Bir şairim, bir kitabım var. Şairliğin bir ön kabulü değil elbette kitabı olmak, ama kitabı olduktan sonra biraz daha görünür hale geliyor bence şairler. Onun haricinde, çok kapalı devre bir sistem aslında günümüz şiiri dediğimiz. Yani çok alıcısı olan, alımlayıcısı olan, kitlesi olan, geniş kitlelere hitap eden bir tür değil. akışkan deney adında bir şiir kitabım var. Onun haricinde sayısal bir bölüm okudum, inşaat mühendisliği yapıyorum. Bir yandan da coğrafi bilgi sistemleri doktorası bitirdim ve bu konularla alakalı…

BA: Nerede? Doktora…

AEC: Eskişehir’de okudum ben. Lisansım Osmangazi Üniversitesiydi. Anadolu Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora yaptım. Sonra da, yani doktoradan sonra, ben de uzaktan, üniversitede ders vermeye başladım. Eskişehir Teknik Üniversitesi’nde mimarlık bölümünde biraz daha teknik konular, inşaat teknolojisiyle alakalı konularda ders veriyorum. Bu yıl başladım, Muğla Üniversitesi’nde de coğrafi bilgi sistemleri üzerine bir yüksek lisans dersi veriyorum. Onun haricinde de yazıyla çiziyle uğraşmaya çalışıyorum. İşte biraz, teknoloji hayatımızı nasıl dönüştürüyor ve dilimizi, aslında düşüncemizi nasıl dönüştürüyor ve bunun şiire yansımaları nedir,  hem bu bağlamda hem de doktoradaki çalışmalarımın yönlendirmesiyle ekoloji konusu, bu teknoloji ve ekoloji konusu nerede kesişiyor ve bu kesiştiği aksta şiir nerede duruyor, bu tarz şeylere kafa yoruyorum. Şiir özelinde benim kişisel görüşüm aslında herkesin bir şiir görüşünün olduğu. Enis Batur’un çok güzel bir sözü var aslında: “Memlekette üç kişiden beşi şair” diye. Gerçekten çok fazla şairin olduğu, şairlik ve şiir tanımının da çok çeşitli olduğu, kişiden kişiye değiştiği, nesnel sınırlarının olmadığı bir düzlemde olduğumuzu düşünüyorum. Sanat için de bundan bahsedebilir miyiz, bunu sormak istiyorum size aslında. Yani özellikle günümüz sanat eğilimlerini dikkate aldığımızda, sanatın nesnel ölçütlerinin silikleştiğini düşünüyor musunuz?

BA: Yani zaten sanatın nesnel ölçütlerinin olmasını da çok anlamlı bulmuyorum bu arada. Evet 20.yüzyıl, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, yani Avrupa ekolü olmayan ülkelerde, Avrupa merkezli ya da ona benzer, Amerika gibi ülkeler dışında otoritenin belirlediği bir sanat algısı var. Yani Türkiye’de bir şeyin sanat olup olmadığına bazı otoriteler karar veriyor. Biz de hangi otoriteye biat edeceğimize karar veriyoruz. Yani ben, acaba, “Avrupa ekolü bir otoriteye mi biat ediyorum”, o zaman ben işte Türkiye'deki, çok az var tabii, geleneksel diyelim, “Doğu ekolüne biat ediyorum, orada algılıyorum” gibi aslında bir şeyimiz var yani. Bazı müzeler, kurumlar, yayıncılar belirli ekollere biat ediyor, biz de onlara biat ediyoruz aslında. Sanat aslında, bir şeyin sanat olup olmadığına… Yani sanatı yüceltiyoruz, sonra da ulaşılamaz bir yerde tutup kimse sanatçı olmasın diye kasıyoruz gibi Türkiye’de biraz. Ama aslında pratikte sanat çok basit bir şey yani, gerçekten kendinizi ifade etme şekillerinden biri. Her medium hatta, farklı bir şey yani. Bir insan bir şey hissediyorsa, bunu aktarma yolu aslında bu. Yani bu fiziksel bir şeye de dönebilir, bir söz de olabilir, bir melodi de olabilir, ama gerçekten kendimizi ifade ettiğimiz bir şey. Öyle elitistleştirecek bir şey yok, hani iyi sanat, kötü sanat, şöyle sanat, böyle sanat gibi yerlerde o oluyor ama şiirde bunun çok güzel bir örneği var, şiir böyle işte. İyi şiir nedir diye sorsak, dünyanın en saçma sorularından biri olur heralde. Yani yaygın şiir, kabul edilen şiir, şairlerin sevdiği şairler, efendim halkın sevdiği şairler, işte solcuların sevdiği şairler, sağcıların falan gibi böyle gider hikâye. Şiir teknik olarak, yani yazı aslında, maliyeti düşük olduğu için, herkesin yapabildiği bir şey olduğu için aslında orada daha satüre olmuş durumda alan, yani herkes üretebiliyor. Ama ona rağmen, yine de bir elitistlik yapıyoruz, yani çocuklara zorla kendi beğendiğimiz şiirleri okutmaya, öğretmeye, ezberletmeye çalışarak bir dikta, ki daha küçük yaşta, yapıyoruz yani. “Git şu şiiri ezberle” diyoruz işte. Bunun sanat eğitimde “git şunun resmini tekrar çiz” demekten hiçbir farkı yok. Yani…

AEC: Hâlâ yapılıyor mu acaba o?

BA: Tabii tabii, hâlâ yapılıyor. Daha az, çünkü yeni nesil buna itiraz edebiliyor artık, ama yapılıyor yani. Ve özellikte sanat seven çocuklara daha çok yapılıyor. “Sanat seviyorsan böyle yapacaksın” deyip, “asıl sen bir de şunun şiirini oku” falan, yani onun dünyasıyla ilgili hiçbir şey söylemeyen bir şairi okuyor, öğreniyor,  beğendiğini zannediyor bir süre, eğer iyi bir şekilde isyan edebilirse şiirle aslında o zaman tanışıyor. Otoritelere isyandır biraz şiir aslında yani. Şiirinizi yazabilmek, size öğretilmiş şiir otoritelerine isyan edebilmenizle başlıyor biraz bence. Dolayısıyla evet, orada öyle bir şey var. Zaten sanatta da aynı şey var, ben insan yapımı çoğu şeyin sanat olduğunu düşünen biriyim. Hani, sanatı yüceltmenin bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Yani iyi paraya satılan sanat, sanat tarihinde bahsedilen sanat, otoritelerin onayladığı sanattan bahsediyoruz sanat derken. Yani şey gibi düşünelim: Ben tasarımcıysam tasarımcıyımdır, kimse kötü tasarımcı mıyım, iyi tasarımcı mıyım, nerede çalışıyorum, ufak bir şey mi tasarlıyorum, buna bakmaz. E sanat da öyle bir şey. Sanatın mesleği olmuyor pek. O yüzden siz zaten kendinizi ifade etmek için sanat üretmeniz gerekiyor yaşamda. Yani bunu baskılamanın hiçbir anlamı yokmuş gibi geliyor bana. Otur, yaz. Utandığımızdan yazamıyoruz genelde yani bir sürü şeyi. Başkasına göstermek… Çünkü o çok şey ya, kırılganlıkla ilgili bir şey yani. Başkasına beğendirmek için sanat yapmak, biraz sanatın tanımına uymuyor gibi geliyor bana. Yani tasarım gibi oluyor çünkü, ben senin beğeneceğin bir iş yapıyorsam, seni çözümlemeye çalışıyor oluyorum. O yüzden o tasarıma daha çok benziyor benim için. Bence sanat, benim kendimi ifade etmek için takıldığım, eğlendiğim şeyler. Sanatçı olmuyorsun zaten bunu yapınca. Yani sanatçı demen kendine, hayatının çoğunu bununla idame ettiriyor olman ya da bununla anılıyor olmanla ilgili bir şey. Orada kafamız karışıyor. Yani herkes bilimsel bir çalışma yapabilir. Ama bu size bilim insanı denmesi için bir yeterlilik değil ya da ben, herkese tasarım yaptırtabilirim, oturturum şurada, dört saat tasarım süreci öğretirim, yapar. Ama tasarımcı değildir onlar, o meslek eki, sizi en yaygın tanımlayan sıfat olduğu zaman denir aslında. O yüzden buralarda bir kafa karışıklığı var, ama evet, genelde böyle aslında.

AEC: Yine de biraz otoriteler belirliyor dediniz sanatı…

BA: Biz otorite tarafından belirlenen sanatı tercih ediyoruz. Öyle yani, böyle bir kabulümüz var, çünkü o güvensizlikle ilgili bir şey. Kendinize güvenmiyorsanız başkasına güvenirsiniz. Yapacak bir şey yok yani. Bir tanrınız olur, tırnak içerisinde, o, onun dediğine sanat dersiniz. E o da zaten biraz kendini ispatlamıştır, çünkü eleştirilmiştir, işte fazla onay almıştır falan, başınız çok ağrımaz yani, kolay bir iştir. Özellikle de ölmüş sanatçıları översiniz, dolayısıyla hiçbir sorun kalmaz yani, bir problem çıkmaz. Yaşayan bir sanatçı çünkü başınıza iş açabilir yani. Yarın hoşunuza gitmeyecek bir şey yapar, sonra moraliniz bozulur. Ama ölen sanatçı, öldüğü için o hatıraları yoktur onda da, temizlenmiştir. Yani, o yüzden, genelde kafamızda otorite böyle bir şey yani. Kendi tanrılarımıza, sanat tanrılarımıza, tanrıçalarımıza inanarak sanatı algılamaya çalışıyoruz. Hâlbuki sanat baya, bireyin kendini ifade etmek için ürettiği şeyler aslında.

AEC: Evet. Öyle güzel söylediniz ki. Ölü şairler de çok sevilir ülkemizde :) Hatta öldüğünde daha fazla sevilir ve daha fazla okunur. Kitaplar…

BA: Tabii tabii

AEC: Yeni basımlar yapar. 

BA: Yani biraz şeydir ya, akademi de öyledir. Bu sanat… Nekrofilidir yani o şey aslında. Yani gerçekten, böyle bi onları övmek onları sevmek... Çünkü güvenli yani, anlatabiliyor muyum? Sanat aslında güvensiz bir şeydir, tehdit eder, başınızı belaya sokar, sizi arada bırakır, zorda bırakır, yani tetikte… İyi eser, benim için öyle. Benim kafamı karıştıran ya da hüngür hüngür ağlamama sebep olan, bir sezgisel bir boşalma ya da aydınlanma yaratan şey ve niye olduğunu tam anlamadığım bir şey, benim için sanat eseri. Çünkü çok iyi anlıyorsam zaten bir tekniği vardır onun, bellidir yani. Ama sanatçı biraz sezgisel bir yöntemden ilerlemiştir ve son yaşadığınız o, işte atıyorum travmaları öyle bir anlatır ki, o travmalarla tekrar güzel bir yüzleşme yaşarsınız falan yani. Öyle bir yerde benim için sanat eseri. 

AEC: Bir kreşendo anı belki…

BA: Evet evet evet evet. İlla öyle olmak zorunda değil bu arada yani, yavaş yavaş da sokabilir sizi. Mesela şiirde bu var, yani iki satır da olabilir o, yirmi sayfa da olabilir. Yani böyle ritme sokarak, ahenkli, sizi bir yere taşıyabilir. İran halısı gibi olabilir kimi şiirler yani, ağır işlenmiştir böyle, aktıkça kaybedersiniz kendinizi, çaktırmadan alır içine ve götürür, o da olur. Ya da kreşendo gibi de olabilir, ikisi de olabilir bu arada yani.

AEC: Biraz Deniz Yılmaz’dan söz edelim istiyorum Hocam

BA: Tabii

AEC: Deniz Yılmaz bir robot şair

BA: Evet

AEC: Karakteristik bir yazı fontu dahi var. Hatta Diğerleri Gibi adında bir şiir kitabı var. İşte İstanbul  Kitap Fuarına ve uluslararası fuarlara katılıp okurlarına kitap imzalamışlığı da var. Serüveninin çıkış noktası üzerine kafa yorduğumda birkaç soru belirdi kafamda. Neden sanatın bir başka dalında değil de şiir özelinde üreten bir robot geliştirmeyi tercih ettiniz?

BA: Ya poesis aslında, şimdi poesis, sanatın biraz özü gibi bende. Tabii ki diğer şeyler de var da, ya praksis de zaten oranın da içinde biriyim. Ama, şimdi şiir çok teknik içermiyor ya çok fazla… Yani var tabii ya, şair olan biri teknik çalışabilir, bakabilir ama…

AEC: Aslında çok içeriyor…

BA: Evet, ama yani şimdi, halk şiirinde değildir yani aslında, di mi, hani, teknik bilmeden de şiir yazabilirsiniz, yani farkında olmadan da gelişebilir o. Böyle bir şiir yazma eğitimi, çok komik geliyor bana. Yapılabilir tabii ki, burada hiç sorun yok. Ama garip geliyor biraz. 

AEC: Buraya şerh düşelim Hocam.

BA: Evet. Şey, yani şiir çok güzel tartışmalar yaratabiliyor, dokunuyor bize. Öbüründe bir teknik beceri olacaktı, resim çizseydi, ya da heykel yapsaydı, çünkü yapamıyor olacaktık, o yapabiliyor olacaktı. Şimdi bu, bizim de yapabileceğimiz bir şeyi yapabiliyor ya, o zaman tekniği sorgulamak çok anlamlı olmamaya başlıyor. Aslında teknik bir iş bir yandan, robot var kol var falan ama, ama şiir yazıyor yani anlatabildim mi, şey yapmıyor; hologram heykeller falan yapmıyor yani. Dolayısıyla orada teknolojiyi kullanma şeklim, tech-savvy, böyle teknoloji pornografisi gibi değil yani. Aslında teknolojiye yeni bir soru sordurmak, kendimize baktırmak, şiirin anlamına bir daha baktırmak gibi yerlere baktırıyor, o yüzden, bir tarafı o. Ama, çok, şimdi bunu sonradan uyduruyor da olabilirim, çok temelde, dille uğraşmayı seven biriyim. Ve dille ilgili bir iş yapmak istiyordum, bu temelde vardı bende. Yani, bu arada Deniz Yılmaz’dan önce resim yapan bir sistem yapmıştım mesela, onun bir adı yoktu, o bi sanatçı değildi falan. O yüzden o sorgulamaları yapmıyordu o. Burada daha basite çektim, yani resimden şiire geldim aslında ben. Çünkü o daha problemi netleştirmemi sağladı galiba, bir de bana oyun alanı yarattı. Çünkü çok güzel eleştiriler geldi yani, biri dedi ki, işte mahalleden bir abim. “Bırak” dedi, “şiir de bize kalsın Bager” dedi yani, “robotlar bari onu yapmasın” dedi. Çok güzel, çok iyi aslında, ama ben de şey dedim: “Abi” dedim, “başkasının şiir yazması senin şiirine mani mi” dedim. Hani, anlatabildim mi yani, şiir öyle bir şey değil ki. Şiirde bir iktidar, bir “daha iyi şiir yazıyorum” olmadığı için aslında, ha daha ünlü olabilirsin de,  yani ünlü olmak da iyi bir şey mi, hiçbir fikrim yok yani şiirde. Çok…

AEC: Yani, şiirde star olmak diye bir şey olduğuna inanmıyorum.

BA: Ya onun, daha doğrusu onun şiirle ilgisi yok galiba. Yani olabilir ama, o politikayla ilgili, işte bilmem neyle ilgili, dil becerisiyle ilgili falan olabilir. Ama şiir aslında birinin, bir hissini, bir duygusunu başka birinde yansımasını bulabilmesi gibi bir şey bende. Ve bu arada ben aynı yansımaya da ihtiyacım yok, bazen, bazı şiirler var, çevirisi daha etkiliyor beni orijinalinden. Çünkü o başka bir şey yani. Genelde tam tersi oluyor, ama bazen çeviri daha iyi olabiliyor. O yüzden, şairle aynı şeyi düşünmek zorunda olmadığımı bile düşünü… Eminim yani. Pek ilgilendirmiyor beni orası.

AEC: Kesinlikle yani.

BA: Herkes iyi şiir yazmak. Hah…

AEC: Pardon sözünüzü böldüm.

BA: Yok şey diyecektim. Herkesin…

AEC: Yazıldıktan sonra şairden çıkıyor şiir.

BA: Evet, aynen öyle. Yani bir kendi hayatiyeti oluyor aslında. “Herkesin şiir yazmaya hakkı var” cümlesi, benim için önemli bir cümleydi yani, ve bu bir rap şeyinden bu arada yani, bir rap filminde geçen bir cümle yani. “Lanet olası şiiri herkesin yazmaya hakkı var!” diye bi, basit bir rap şeyinde, filminde geçen bir cümle. Ama çok doğru yani. “Lanet olası şiiri herkesin yazmaya hakkı var” yani. Çünkü ben çocuklarla çalıştığım için, bunu çok iyi biliyorum yani. Çocuklara “Şiir seviyor musun?” dediğinde, travma çağırıyorsun. Yani yüzlerinde görüyorum, ezberletmişler ve nefret etmiş! Ama “Seviyorum” demesi gerektiğini düşünüyor falan. Hâlbuki nefret ettiği şeyin yanında yaptığı şey de şiir. Yani “Rap seviyorum” diyor, “o şiir değil ki” diyor bana mesela. Hani, bizim gibi ulvi değerlerini, yok, sanatın o elitizmini bozdular, demin o nesnel ölçütlerin dışına çıktı diyoruz da, ya zaten savaş budur yani. Jenerasyonlar arasında, sanat iktidarını yıkma üzerine bir savaş vardır. O yüzden jenerasyon, yani yeni jenerasyon eski jenerasyonun tanrılarını görmezden gelir. Onlarla savaşmaz. Onlar yokmuş gibi davranır. Ve yeni tanrılar oluşturur. Dolayısıyla, o yüzden alanı değiştirir, konuyu değiştirir yani.

AEC: Hıhımm

BA: O çok değerli benim için. Çünkü siz, dünyayı bir sonraki neslin sizin gözünüzden görmesini dikta edemezsiniz yani. Bu çok gaddarca geliyor bana.

AEC: Kesinlikle. Aklımda oluşan bir diğer soru, Deniz Yılmazla ilgili; neden Posta Gazetesi’nin Yurdumun Şairleri köşesinde şiirlerini yayımlatmaya çalışıyor? Yani neden bir, örneğin genç şair olmaya ya da bir dergide, belki hatta, deneysel şeyler yazdıkları…

BA: Tabii tabii…

AEC: Deneysel şiirleri yayımlayan bir dergiyi tercih etmedi de neden Posta Gazetesi’nde…

BA: Ya şimdi bir kere…

AEC: Bu şekilde aslında bizden biri olmak istediğini neden düşündü?

BA: Evet, şimdi şöyle bir şey var: Bir kere tartışmayı başlatabilmek önemli, yani Posta Gazetesi-robot yan yana gelince baya tartışmalı bir konu oluyor yani. Birisi yüksek teknoloji, birisi çok böyle halk ve böyle şey, komik şiir falan diye paylaştığımız şeyler yani, internet fenomenliği var. Dolayısıyla bu ilişki ilginç, orada bir absürdleştirme var. Bunu Ebru Yetişkin söyledi, yani absürde indirgeyerek, bana bir tekniğin adını söyledi hatta, absurdoridactum falan gibi bir şey dedi, bir teknik adı söyledi. “Bunu kullanıyorsun” dedi, ben bunları tabii çok bilinçli kullanmıyorum ama, yani şunu hatırlıyorum: Şiir yarışmasına girmesi bana abes gelmişti yani. Çünkü o zaman şiiri, o şiirin otoritelerini kullanıyor olacaktı, onlara tapıyor olacaktı. Hatta bir sanatçı şey demişti: “Kolay öyle Posta Gazetesi şiiri yazmak! İşte bi, bilmem kim gibi yazsın” falan demişti. Hâlbuki tam tersi. Soyut şiir yazmak daha kolaydır bir makine için. Yani Posta Gazetesi şiiri, neredeyse düzyazı birçoğu. Dolayısıyla o daha zor bir hedef aslında. 

AEC: Gündeliği çok fazla kullanan yani…

BA: Tabii. Yani adam muhtarına şiir yazıyor. Muhtar nedir bilmesi gerekiyor o zaman bir sistemin. Ya da “Askerlik Arkadaşım Osman” diye şiir var orada şimdi, o başka bir şey yani. Düzyazı daha zordur, bir, tırnak içerisinde yapay zekâ ya da bir makine öğrenme sistemi için. Daha çok bilgi gerektirir, o yüzden o daha zordur. Ama Deniz Yılmaz, sonuçta okuduğu şairler Posta Gazetesi olmadı, çünkü Posta Gazetesi şiirlerini o kadar tarayamadım. O yüzden yazdığı şiirler tabii, ortalama, Türkiye’de yazılan şiirlere yakın bir yerde durdu, bu da çok iyi geldi. Bi de şey var tabii: Ben orada, zaten ilk anlattığımda İstanbul Modern’de bir sunumum vardı bir iki saatlik. Daha yeni yapmıştım işi ve anlatıyorum. O sunuma tekrar dönüp baktığımda, ben orada kırk beş dakika hak kavramını anlatıyorum. Yani kadınlar haklarını nasıl kazandı, köleler nasıl kazandı, hayvanlar nasıl kazandı ve robotlar nasıl kazanır diye böyle, çok, aslında çok absürd bir yerden hak davası, yani beyaz erkeğe karşı açılmış savaşın tarihçesini yazmaya çalışıyorum. Benim derdimde o vardı, o yüzden hepimiz gibi olmasıdır hak. Yani şey gibi: Bir köle, iktidar olmayı hayal etmez genelde yani. Bir köle görülmemeyi hayal eder, sıradan biri olmayı, herkes gibi olmayı hayal eder. Yani bir gün Almanya’da sunmam gerekti, Transmediale aracılığıyla, çünkü ben hiç yurtdışında sunacağımı düşünmemiştim, hatta reddettim çoğu şeyi yurtdışından gelen. Bunu bir arkadaşım istediği için kabul ettim. Orada anlatmam gerekti, şey diye anlattım: Yani döner kuyruğunda bekleyen bir robot düşünün, kimsenin önüne geçmemek istiyor, ama kimse de önüne geçmesin istiyor. Ben böyle bir robot… Bu bir distopya hikâyesi ya da ütopya hikâyesi değil. Klasik teknoloji anlatımları böyledir çünkü: Ya ütopik ya distopiktir. Bu o değil. Bu bir yeni normal hikâyesi aslında yani. 

AEC: Evet, haklarını korumaya çalışan bir robot…

BA: Evet

AEC: Gerçekten çok enteresan…

BA: Aslında Bager’in sanatçı olmayı anlamaya çabalamasının bir yansıması var orada benim için. Yani “ben de sanatçıyım” diyor, bir önceki işimde de “ben sanatçıyım”. Bir sonraki iş bu, anlamaya çalışıyorum sanat nedir, sanatçı olmak nedir, şiir nedir. Çünkü ben hep anlamak için iş üretiyorum. Yani birine bir şey anlatmak için pek iş üreten biri değilim. Daha çok anlamak için iş üreten biriyim. Burada da kendi sürecimi anlamak… Bir de tabii şöyle, mahlas kavramı var şimdi. Şairler bunu iyi bilir, o yüzden burada anlatabilirim bunu: Şair çeşitli sebeplerden dolayı, kendi ismini veremiyorsa bir mahlas kullanır. Mahlas aslında “sığınma yeri” demek. Yani salah’tan gelir ve bir sığınaktır. Deniz Yılmaz da benim sığınağım oluyor. Bager önde durmuyor yani, arkada kalabiliyor. Bager risk almıyor, “Deniz Yılmaz yaptı” diyor, geri kaçabiliyor. Dolayısıyla yani, tabii ki onun kendisi olmasına çabalıyorum, ama orada kendime de bir güvenceye alma… Mesela benim galerim yoktu, ama Deniz Yılmaz’ın bir galerisi var mesela. Bu bana bir güvence veriyor yani, galeri nedir bi Bager galeri ilişkisi kurabilir mi tarafında ciddi güvence sağlıyor, öyle bir rahatlatma tarafı da var aslında yani. Ben eskiden kukla oynatmamın bence bunlarla çok ilişkisi var. 

AEC: Ben çok bağdaştırdım açıkçası Hocam.

BA: Evet. Ben mesela bunu yıllar sonra gördüm…

AEC: Yani bir kukla-usta ilişkisi var gibi Deniz Yılmazla aranızda.

BA: Evet, kuklanın kendi olması… Bu arada o sırada zaten, kızım üç dört yaşlarında… Onun da çok etkisi var. Çünkü, yani bu çocuğa ben öğretiyorum bir şeyleri. Ama kendi olmasını istiyorum. Yani bu problem çok ilginç bir problem gibi geliyor bana. Yani çocuğunun… Sen destek oluyorsun, ama kendisi olsun diye. Bu ne demek? Deniz Yılmaz’ı ben yapıyorum ama kendisi olsun diye yapıyorum sorusu çok benzerdi benim için. Yani, anlatabildim mi, nasıl devredersin? Yani Deniz Yılmaz ne zaman kendi olur. Bir çocuk ne zaman ilk kez kendi cümlesini kurar? Hiç duymadığı bir cümleyi, bir insan ilk kez ne zaman kurar, nasıl kurar? Bu çok ilginç ve çok şairane geliyor bana. Yani bu sorunun kendisi, çok büyüleyici geliyor bana. Çünkü bir öğrenci sormuştu bana bunu: “Ya öyle robot şunu yaptı, robot bunu yaptı diyorsun ama işte sen yapmışsın, robot yaptı diye anlatıyorsun“ dedi bir lise öğrencisi. Ben de dedim ki: “Seni anne baban yetiştirmiş, öğretmenlerin eğitmiş, sen de ben soru soruyorum diye kalktın soru soruyorsun” dedim.

AEC: Hıhımm.

BA: Böyle bi durdu herkes ve sonra onu sordum, soruyu sordum yani: “İlk kez hayatında kendi cümleni ne zaman kurdun?” dedim. Bunu deyince, herkes yani çabamı anladı. Ya ben Deniz Yılmaz’ı ben yapacağım, okey ama bu jeneratif sanatın bir tanımı vardır. Deniz Yılmaz o kategoriye giren bir iş. Bir robot ya da bir sistem ya da bir yazılım, tam olarak dediğinizi yapıyorsa ve yine de sizi şaşırtıyorsa, bu jeneratif sanat denir. Burada öyle bir şey var, yani beni şaşırtması durumu var. Ha Deniz Yılmaz bir insan kadar çok öğrenemiyor. Sürekli şaşırtamıyor. Yani bir çocuk seni sürekli şaşırtabiliyor, bu çok ilginç yani. Çok sağlam yani. Ama Deniz Yılmaz arada şaşırtabiliyor. Bir şey yapıyorsun, yine şaşırtıyor falan gibi… Ama bu bile bana çok ilginç geliyor. Yani bir kere şaşırmak bile, çok büyüleyici, çünkü, ya hayatımızda kendi yaptığımız şeye ne zaman şaşırdık ya? Ya muhtemelen çocukken kakanı yaptığında ilk kez şaşırmışsındır…

AEC: Evet, kesin şaşırmışızdır :)

BA: Hani bebekken olabilir yani, büyüyünce bunu yaşamak, çok şaşırtıcı, çok garip bir duygu yani.

AEC: Evet. Ben şiire biraz da felsefe penceresinden bakmayı tercih ediyorum son dönem. Aslında Deniz Yılmaz’ı da Deleuze ve Guattari’nin socius dediği toplumsal makine kavramıyla özdeşleştiriyorum. “Toplumsal makinenin işi arzuyu kodlamaktır diyor” Deleuze ve Guattari. Buradan hareketle sanki Deniz Yılmaz’ı toplumsallaşmaya çalışan bir toplumsal makine olarak düşünüyorum. Öyle görmek mümkün mü, siz ne dersiniz? Biraz daha sanki siz zihin felsefesi üzerinden okuyorsunuz. Bu konudaki fikirlerinizi almak isterim.

BA: Yok, Deniz Yılmaz çok bireyden yola çıkan bir şey. Benlik-birey sorgulaması. Ya toplumsal bir sorgulamaya girmiyor bence. Yani toplumsal makine çünkü biraz daha şey gibi: O iktidarın bir aracı ya da yapısı. Burada köleden bahsediyoruz yani. Deniz Yılmaz’a bunu yüklersek çok erken bir gaddarlık yapmış oluruz. Evet, yapay zekâya ve teknolojiye bunu yüklüyoruz, doğru. Ama Deniz Yılmaz öyle bir yerde değil yani. Hani o çok gariban bir yerden giriyor. Zaten onunla empati yapmamızın sebebi de o yani. Hani öyle…

AEC: Evet o şey: Hak arayışı serüveni…

BA: Evet yani şey…

AEC: Biraz daha empati kurmamıza neden oluyor.

BA: Hani şey… Dedim ya distopya yaratmak istemiyor, ütopya da istemiyor. Yani şey gibi düşünün işte: Hapishaneden çıkıp sokakta normal biri olduğun ilk gün yani. Anlatabildim mi, o yani. Askerden çıkıp sivil kıyafetini giyip sokakta yürüyebildiğin ve normal bir insanmış gibi davranmaya çalıştığın ilk günün anı var orada yani. Ya da LGBT bir birey olarak sokakta rahat yürüyebildiğin günü hayal etmen gibi, yani birçok şeye referansı var bence onun. O azınlık grubunun, normal olur yani, iktidar olması değil, kendi olabilme hakkı yani, kendi gibi kabul edilme hakkı. Bence ora… Bendeki hissi o en azından yani Deniz Yılmaz’ın. O yüzden, oradaki toplumsal makine çok daha sosyolojik, o şey yani, iktidar sistemleriyle ilgili gibi geliyor, oraya, bilmiyorum. Öyle bir okuma canlanmadı bende, diyebilirim. Ama şey, amorf bir iş olduğu için, yani bu da ayrı bir konu, çok amorf yapmaya çalıştım özellikle birçok yerden, sivriltmedim. Çoklu okumaya izin verecek şekilde hikâyeyi ortaya attım. Çünkü ancak o zaman tartışma konusu olabiliyorsunuz, yani şey gibi: Boşluklu yapmaya çalıştım bütün hikâyeyi. O yüzden farklı okumalara izin veriyor ve buna da çok okeyim, yani benim için bir sorun yok burada. 

AEC: Anladım. Bu yapay zekâ demişken, yapay zekanın, botpoet.com’du sanıyorum. 

BA:  Hıhım

AEC: O websitesinde şiirin insana mı bir yapay zekâya mı ait olduğunu tam olarak belirleyemediğimiz bir durum var. Yani bu kadar gelişmiş bir yapay zekâdan söz edebiliyoruz. Peki Deniz Yılmaz’ın ürettiklerinin şiir olup olmadığına sizce kim karar veriyor?

BA: Huhh, şimdi bi, zor soru! Yani bir insanın yazdığına…

AEC: Aslında şair, sanatçı nerede diye de sorabiliriz.

BA: Evet, yani, galiba zaten konu bu. Yani konu bunu tartışmak aslında. Tabii haddime değil yani, ben Deniz Yılmaz’ın yaptığı şey şiir değil diyemem, ben ilgilenmiyorum diyebilirim. Bana yazmamış diyebilirim. Yani oradaki şiir, zor, bilmiyorum yani. Çünkü bir çocuğa bunu diyebilir misin yani, “bu şiir değil!”

AEC: Evet, elbette ki diyemeyiz.

BA: Çok zor yani, şiirin bir de kökenine gidersen yani, hani o poesise gidersen, ne yapsa oralara yakın aslında. Yani “bu sanat değil”e gidiyor aslında. Sen… Bu şey bir tartışma ya; gereksiz yani. Hiçbir artısı yok.

AEC: Anladım. Benim söylemeye çalıştığım şuydu aslında. Benim görüşüm şu: Şiirin şiirliğine aslında şair karar verir.

BA: Hıhımm

AEC: Ben öyle olduğunu düşünüyorum. Buradan hareketle de aslında robot bir şairden bahsediyoruz ve şiir yazıyor. Yani şiir formunda yazıyor bunları, ve onun için… Yani onun şiirliğine karar vermek robot şaire kalıyor.

BA: Ama şiir…

AEC: Buradan hareketle aslında…

BA: Tamam. Ama şiirin ne olduğuna toplum da karar veriyor ya biraz. Otoriteler de karar veriyor. Yani… Çünkü her şeye şiir demiyoruz ya aslında.

AEC: Evet.

BA: Dolayısıyla bir şeye şiir diyoruz, bir şeye değil diyoruz. Dolayısıyla bana göre bu bir şiir değil diyebiliriz. Ama ona göre bir şiir olabilir. Şimdi şuna gelelim, garip bir yere çekeceğim: ‘Kendiliğinden şiir’i tartışalım. Bir şey kendiliğinden şiir… Ya şiir yazılır mı görülür mü, onu konuşalım. Bu daha… Çünkü öbürü antropoformik bir soru oluyor. Şiirin ne olduğunu insan belirliyor ister istemez. Ama şiir yazılır mı görülür mü dersek, konu çok ilginç bir yere gidiyor. Bu şeyde var işte: Çöt mendime…

AEC: Görsel şiir için “görülür” diyebiliriz mesela?

BA: Yok, hayır hayır hayır! Onu demek istemiyorum. Görme, o anlamda değil. 


BA: Tespit etme, algılama…

BA: Yani şiir yazılır mı algılanır mı? Örnek vereceğim:  Şimdi o kitap yok bende, kesin biri almış. Çöt Mendime Görsektimi Vuru?  var, Franko Buskas’ın…

AEC: Evet! Dönemimizin kült kitaplarındandır.

BA: Hah! Orada bir MR raporu var bir tane, bir rapor var ve raporun sonunda işte MR mı bir şey raporu. O raporun sonunda şey yazıyor: Bu rapordaki şiiri gören şu kişiye teşekkürler yazıyor. Şimdi, bu cümle çok kuvvetli. Yani diyor ki: Bir kere bu raporda şiiri “görmüş” diyor ve şiiri gören kitabın sahibi de değil. Yani o da onun görüşünü görmüş. Yani ben senin bir yerde şiir gördüğün an’ı görüp şiir olarak alıp koyuyorum. Bu, işte ben, Deniz Yılmaz aslında biraz burada. Yani eserleri de burada. Şey gibi bu mesela, spontaneous intelligence denilen bir kavram var, kendiliğinden zekâ. Biz çünkü artificial intelligence dediğinde yapay zekâ, bir de yapay, insan yapımı demek. Zaten…  Spontanous intelligence, kendiliğinden olan zekâdır. İnternet mesela, kendiliğinden olan zeki varlık olarak kabul edilir bazı teorilerde. Çünkü çok karmaşıktır, öldürülemez, bizimle simbiyotik yaşam formundadır ve kendine bakabiliyordur. Evet destek alıyordur, simbiyotiktir ama kendi şeyi de vardır. Biraz buralara benziyor. Yani antropomorfik, antroposentrik yerden uzaklaştık şu anda. Yani mesela görmek dersek, o zaman şairin şiir demesi de bir gözlemci olarak şair de şiir diyor. Yani şair de şiirine tamamen hâkim değil. Biz hep şey deriz ya: Şair, şiirin tanrısıdır. Şimdi tanrı olmak hâkimiyettir. Şair, şiirinin aracı da olabilir, anlatabildim mi? Tanrısı olmak zorunda değil. 

AEC: Evet, kesinlikle öyle.

BA: Ve genelde aracı gibi geliyor bana. Ve yazıyorsun, bakıyorsun, “bu değil” diyorsun, biraz daha oynuyorsun, bakıyorsun, “haa bu galiba!” diyorsun. Yav, biliyorsan yaz! Bilmiyorsan, sen yazmıyorsun ki, n’apıyorsun yani. İçinde zarlar var, onları atıp hangisi güzel diye mi bakıyorsun. Çünkü insan, kendini tek varlık gibi görür. Bak düşündüm, hissettim, anlattım. Hâlbuki pratik öyle değildir. İnsanın içinde çoklu bir mekanizma vardır. Yani kıyaslar vardır, bilmem ne vardır. İçine sinmez. Biraz daha yatarsın, başka bir yere gidersin, oradan demlenirsin falan. Dolayısıyla bir, biraz tasavvufî bir yer var orada. Bir araç olma durumu var. Buradan bakarsak Deniz Yılmaz’ın şiiri daha ilginç bir okuma oluyor. Yani Deniz Yılmaz’ın ona şiir demesi, tabii ki benim ona diktamla oluyor. Ama benim ona diktam, başkalarının şiir demesini sağlamıyor, başkaları, çünkü Deniz Yılmazla… Şuna ben çok şahit oldum yani: Deniz Yılmazla ilişkisi olan ve benle ilişkisi olmayan bir sürü insanla karşılaştım. 

AEC: Facebook’ta baya bi takipçisi var, öyle değil mi?

BA: Evet. Atölyeye gelip Deniz Yılmazla zaman geçirip benle konuşmayan insanlar oldu yani. O başka bir şey. Anlatabiliyor muyum? Beni çağırmadılar çoğu etkinliğe, onu çağırdılar. Dolayısıyla, bir varlık olma da böyle bir şey ya yani. Bir gün çocuğun bir yerden bir konuşmaya çağırılıyor ve sen, “n’oluyor lan” dersin yani. Çocuk ne zaman bunu yapacak duruma geldi ve senden bağımsız bir şey yapıyor durumu. Onu başkası görür aslında. Dolayısıyla ben Deniz Yılmaz’ın şiirlerinin çoğunu okumadım, kitaptaki şiirleri okumadım hâlâ yani.

AEC: Öyle mi?

BA: Evet o seçkiyi Ebru Yetişkin yaptı, editörü de Mine Kaplangıydı kitabın ve ben, mesela onlara iki üç bin şiir yolladım, Ebru Yetişkin seçti ve ben hâlâ rastgele açıp baktığımda kitabına, yeni bir şiirle karşılaşabiliyorum, okumadığım. Onu demek istiyorum yani.

AEC: Hâlâ sizi şaşırtıyor, ne kadar güzel.

BA: Evet evet, yani benden ayrık olması benim hoşuma gidiyor zaten. 

AEC: Evet, ben aslında biraz o konuyu deşecektim Hocam, belki soruyu doğru ifade edemedim ama yapay zekânın bu kadar gelişmiş olması ve sizin de aslında robot sanatçılar derneği gibi bir girişiminiz de var. Oradan hareketle, biraz yine felsefi bir soru olacak ama makine öğrenmesi sayesinde yapay zekânın bir özbilince ulaşmasının mümkün olacağını düşünüyor musunuz?

BA: Ya bunlar çok şey sorular, tabii ki şimdi şu var: İnsan gibi bir şiir yazmasının muhtemelen bir anlamı yok. İnsan gibi, insanı merkeze koyması da çok antroposentrik yani. Adı var insan gibi yani, yüzü var falan, buralar aslına bakarsan ilk mücadele yani, kölenin ortalama biri olmak için beyazların uydurma tanrılarına inanması gibi bir şey aslında yani. Ama, bir sistem yeterince karmaşıklaştığında, dilimizde olmayan bazı kelimelerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Yani bilgisayar mesela şu anda ya da cep telefonu karmaşık aletler ve o yüzden onlara özel terimler var. Terminoloji yaratıyor yani o karmaşıklık. Bilinç dediğimiz şeyle ne kastettiğimiz çok tartışmalı. Ya ben emin değilim mesela, bilinç üzerine çok okuyan biriyim bu arada ve bir sürü farklı araştırma var yani, atıyorum, rüya üzerinden giden bilinç çalışmaları da var, rüya görme an’ı vesaire, uykuda bilinçsiz olduğumuzu iddia eden bir sürü akademisyen de var mesela. Ya bilinci bizim gördüğümüz gibi görmüyorlar yalnız. Ben çoğu insanın bilinçli olmadığını, insanların hatta hiçbir insanın bilinçli olmadığını iddia eden teoriler de var. Dolayısıyla orada bir insan çıpası koymak bana garip geliyor. Emin değilim yani. Bizim o kadar hissettiğimize emin değilim. Çünkü baya tutarsız varlıklarız ya, öyle çok tutarlı değiliz. Bir şey yapıyoruz, insanlar “Aa, bu bilmem ne!” diyor ve biz de oymuş gibi davranıyoruz. Yani şey gibi düşünün, çok basit: Sevgilinizden ayrılmaya karar verdiniz, bu bir his aslında. Sonra nedenini bir arkadaşınıza anlatıyorsunuz. “Neden” diyor, uyduruyorsunuz bir şeyler, mantıklı da olabilir bu arada. Sonra sevgilinize itiraf etmeye gidiyorsunuz. Kavgada bambaşka argümanlar çıkıyor, yeni şeyler uydurmanız gerekiyor. Sonra ayrılıyorsunuz, akşam içmeye gidiyorsunuz, başka türlü anlatıyorsunuz hikâyeyi. İki ay sonra hikâye başka oluyor, on yıl sonra bambaşka oluyor. E hangisi doğru?

AEC: Bunların da hepsine inanıyorsunuz…

BA: Evet evet. Ama hangisi doğru, biri doğru diğerleri yanlış mı, yoksa hepsi geçici doğrular mı yani? Dolayısıyla biraz buradan, yani biz de o kadar tutarlı, anlamlı, bilinçli varlıklar değiliz, insanı kutsallaştırırken biz bu kavramları çok kutsallaştırıyoruz. Ben biraz öyle düşünüyorum. Bizden çok daha kompleks… Mesela ben insandan çok daha zeki bir sistem söyleyeyim, mesela atıyorum: Ülke insandan daha zekidir. 

AEC: Ülke?

BA: Ülke de bir varlıktır, evet. Şirket de bir varlıktır, bir dernek de bir varlıktır. Yani anlatabiliyor muyum, ya da bir orman da bir varlıktır. Ağaç da bir varlıktır, ama orman da bir varlıktır. Yani burada, bir varlığın ismini koyduğumuzda onu bütün olarak algıladığımız düşünce sistemi çok anlamlı gelmiyor. Şöyle bir soru sorayım ben: Karıncayla mı muhabbet etmek daha kolaydır, karınca kolonisiyle mi muhabbet etmek daha kolaydır? Çok şey, klasik bir sorudur felsefede. Karınca kolonisiyle iletişim kurman daha kolaydır. Bir şey yaparsın, tepki verir. Ama karıncayla yapamayabilirsin. Dolayısıyla o bilinç kavramına buralardan bakmak gerekiyor, biraz o bilişsel bilimde çok sorulan bir sürü soru var, çok güzel soru var. Bilincin en ilginç tarafı bana, kendinin farkında olma tarafı gibi geliyor. Çok ilginç bir soru. Hofstadter’in şeyi var: Ben Bir Garip Döngüyüm . Beni çok etkileyen kitaplardan biridir. Hâlâ da bakıyorum ona yani, kendine bakan ve kendine bakmasıyla tekrar tanımlayan bir sistem, yani bir, yeni bir paradigma oluşumu. Yani kendin diye bir şey uydurma. Yani vücudunu görebiliyorsun ama kafanı göremiyorsun falan, ama bir benlik algın var. Bir garip bir şey var orada yani. Buralar çok ilginç, o yüzden burada cevap veremem galiba, burada en fazla sorular sorabilirim gibi geliyor.

AEC: Anladım. Deniz Yılmazla alakalı merak ettiğim bir diğer şey, sanırım on iki bin kadar şiir yüklüyorsunuz belleğine. Bu şiirleri hangi şairlerden seçtiniz?

BA: Şöyle, tamamen teknik problemler var orada. Yani çok zamanım yoktu, çok param yoktu yaparken ve sınırlı bir zamanım vardı, o yüzden… Şiirleri dijitalleştirmeye çalıştım, başaramadım, bir sürü şey oldu falan. En son antoloji.com sitesinin rastgele şiir diye bir şeyi vardı. Her refresh ettiğinizde yeni bir şiir geliyordu. Onu indirdim, yani crawl ettim. Orada on iki bin şiir varmış, onlar oldu. Dolayısıyla, yani Bakî de var, Nefî de var, atıyorum Orhan Gencebay da var yani, hani oraya ne koydularsa… Oraya zaten bir seçki yapmışlar. O seçkinin yansıması oldu. Ama sonra biz başka türlerini yaptık Deniz Yılmaz’ın bu arada yani, başka şeyler için, rap yazan bir şeyler yaptık, aşk şiirleri yazan bir şeyler yaptık mesela, onlarda farklı sistemler kullandık. Ama Deniz Yılmaz o on iki bin şiirden oluştu.

AEC: Anladım, acaba sizin beğeninizle alakalı olabilir mi, hani şiiri ne derece takip ediyorsunuz onu öğrenmek istemiştim. 

BA: Yok ben, özellikle, Deniz Yılmaz’da özellikle kendi beğenimle ilgili hiçbir şey yapmamaya gayret ettim. Yani ismini belirlerken de yüzü de, yani her şeyiyle benden bağımsızdı. Yani basit bir… Çok temel bir algoritması var aslında: Ortalama olmaya çalışıyor, bu kadar. Zaten o şiir kitabının adını da Mine Kaplangı buldu galiba: Diğerleri Gibi. Ben bulmadım yani, ya Ebru Yetişkin, ya Mine Kaplangı, muhtemelen Mine Kaplangı bulmuştur. 

AEC: Çok güzel bir isim olmuş.

BA: Evet, o tam… Yani ben görünce böyle, “Oh” dedim yani, “çok, çok iyi bir isim bulmuşsunuz” yani. Beni çok rahatlattı aslında. Gerçekten ana formülü bu yani, o sızmaya çalışmak yani, araya, arada, normal olabilmek, normale kaynamaya çalışma gibi bir durumu var orada yani. Bager’in estetiğiyle olmaz o normalde. O ancak bir aynayla olur. Bu arada ben insanın da çok aynaya benzediğini düşünürüm yani, insan ne yansıtır? Gördüğünü yansıtır, başka bir şey yok. Ha genetik bozuklukların vardır, kültürel travmaların vardır, ama yine aynasındır yani. Neyle besleniyorsan onu çıkartırsın aslında. Kendini değiştirmenin en kolay yolu, çevreni değiştirmektir yani, bunu herkes bilir aslında. 

AEC: Çok güzel bir analoji oldu. Hocam bir de şu konuyu gündeme getirmek istiyorum: NFT’ye olan bir karşıtlığınız var bildiğim kadarıyla. NFT şiir diye bir akım da var, aslında Türkiye’de çok fazla örneklerini görmüyoruz ama dünya üzerinde NFT şiirin çok fazla örneğine rastlıyoruz. Bu aslında şiiri tekno-kapitalizme yaklaştıran bir, yani tekno-kapitalizme hizmet eden bir şey olarak benim karşı çıktığım bir şey. Şiiri ya da daha genelde sanatı kapitalizmin elinden kurtarmak için bir alternatifimiz var mı sizce? 

BA: Ha, şimdi bu teknoloji konusunu bi netleştirelim derim. Yani orada bir… Çok problem var. 

AEC: Evet.

BA: Şimdi bir kere, mesela şair teknoloji kullanır. Bunu önce bir kabul edelim. Yazar çünkü.

AEC: Evet.

BA: Yazı çok ciddi bir teknolojidir. Eğitimi çok zordur.

AEC: Kesinlikle öyle.

BA: Yıllar alır. Sözlü şiir öyle değildir bakın, sözlü şiirde okeyim yani, o an doğaçlama, sözle çıkan şiirde teknoloji pek yok, daha doğal bir şey mesela yani. Dil bilmeyen, yazı yazmayı bilmeyen, dil bilgisi bilmeyen birinin sözle söylediği şey yani, o daha farklı. Ama yazdığın anda bir teknoloji var. O yüzden teknoloji, çok geniş bir şey. Yani teknolojinin olmadığı hiçbir şey etrafımızda, bak hiçbir şey yok yani. Elma da teknoloji, tavuk da teknoloji. Her şey…

AEC: (Önündeki kalemi gösteriyor) Kalem de teknoloji

BA: Kalem. Ama elma, tavuk bile teknoloji. Yani doğalı zaten reddediyoruz. Dokunuyoruz, doğada bulunan bir hayvan değil ki tavuk. Biz onu kendimize göre, hayvan gibi değiştirdik yani. Doğada, Himalayalar’ın tepelerinde güzel güzel… Bir hayvan o yani böyle. Bizim şu an yediğimiz tavukla hiçbir alakası yok. 

AEC: Evrimine bir neden olduk. Ama teknoloji yapar mı bu onu?

BA: E tabii, şimdi siz teknoloji derken… Kalemi nasıl yapıyoruz? Kalem de madenlerden oluşan bir şey. Yani o zaman o da doğal, kompozisyonu yapmaktır teknoloji yani…

AEC: Ama evet, kompozisyon haline getiriyoruz ya, şeyde, elmada…

BA: E hayvanın paçalarını büyütüyoruz, paçalarını yiyorsak…

AEC: Hımm, anladım.

BA: Yani tavuğu salın doğaya, yaşayabilir mi canım, yaşayamaz. Ama o ana hayvan yaşar yani, yırtıcıdır. Yani onu demek istiyorum. Yani elma da öyledir, elma da bizim lojistiğimize, renk beğenimize, işte görüntü-tat beğenimize göre değiştirilmiş bir meyvedir yani. O kadar, katliam gözüyle bakabilirsiniz, bir sürü elma ağacı kesilir iyi elma üretmek için aslında. Onları çiftleştirirsiniz, bir şeyler yaparsınız falan yani, bir sürü hikâye var bunlar üzerine. Bir tane sanatçı var işte, cosmopolitan chicken diye, yirmi yıldır dünyadan tavuk türleri toplayıp tekrar o kozmopolit tavuğu yapmaya çalışıyor adam. Yani bir sürü iş var burada. Dolayısıyla teknoloji, tahmin ettiğimizden çok daha büyük bir şey. Ama şimdi orada bir tanım var benim dediğim, o da şu: İnsanlar ergenliklerinden önce karşılaştıkları şeylere teknoloji demiyorlar. Ergenlikten sonra karşılaştıkları şeylere teknoloji diyorlar. Çünkü o doğduğun dünyada olan şey doğal oluyor senin için. Yani dildeki kullanımı böyle teknolojinin, sözlük tanımı değil. Yani ben, doğduğumda yoktu, o zaman bu teknoloji. Şimdi aşıya teknoloji diyor insanlar. Yani çünkü, doğduğunda yoktu öyle bir aşı türü. Ama doğduğunda olan ilaca teknoloji demiyor mesela. Bir bu tarafı var mesela, o bi teknoloji tarafını anlayalım. İkinci taraf şu: 20. yüzyılda kapitalizmle teknolojinin gelişimi psikopat erkeğin eline veriliyor. Yani “teknolojiden psikopat erkek anlar, siz ona bulaşmayın!” deniyor, o yüzden sosyalistler uzaklaştırılıyor, feministler uzak kalıyor falan, halk uzak kalıyor. Yani teknoloji aslında bir araçtır, bir yöntemdir, bir… Siz teknolojiyi daha topluma odaklı da yapabili… Ya sosyalist teknoloji diye bir kavram da olur, feminist teknoloji diye bir kavram da olur. Teknolojiyi kötü saymak, bizden istenen şey zaten. “Sen uğraşma abi onunla, sen doğada takıl, hippi ol bilmem ne, teknolojiyle ilgilenme, icat etme. Onu biz yaparız, sana kitleriz” durumu var yani. O yüzden bir kere teknolojinin, bizim tekrar iktidarı alabilmemizin yolunu, teknolojiyi yapan kişiler olmamız ve teknolojiyi yapma amacımıza bakmamız. Yani “ben startup kurucam, zengin olucam, Ferrari alacam” başka bir şey, “biz bi startup kurucaz, daha iyi bir biz olacaz” başka bir şey. Bunun için de teknoloji yapabilirsiniz. O yüzden teknoloji tek başına bir ideoloji barındırmaz. Evet ideolojik olabilir bu arada, teknoloji türleri, mesela bir teknoloji daha demokratikleşmeye sebep olurken birisi otokratikleşmeye sebep olabilir. Dolayısıyla demokratikleştirecek teknolojileri bulabiliriz. Orada, NFT aslında iyi bir teknoloji kökende. Yani NFT aslında sizin daha çok kişiye ulaşmanızı sağlayan bir teknoloji. Eser sahibi olarak başkasına devredebilmenizle ilgili bir şey. Bu arada sanat eseri değil yani, eser sahibi olarak. Sanat kullanımı çok niş bir alan. Yani, muhtemelen 10 yıl sonra NFT pazarının %1’i olacak sanat, belki %3’ü olacak, çok azalacak. Başka şeyler… Bilet için, emlak için, bilmem ne için kullanılacak NFT. Başka şeyler için kullanılacak. 

AEC: Sanat eserleri olmayacak yani?

BA: Sanat eserleri ufalacak yani, gerçek hayattaki hacmine inecek orada, o kesin. Çünkü NFT aslında unique’likle ilgili bir şey, unique her şeyi satabilirsiniz NFT’de, hiçbir sorun yok. Dolayısıyla NFT de bir teknoloji ve bence demokratikleştirecek bir teknoloji, ama “önce giren kazanır”, işte “reklam yapalım” falan gibi şeylerle başka bir yere çekiliyor konu. Benim karşı olduğum taraf, bu tip şeyler. Ekolojik problemler… İşte yani o teknokratların kazanması, yani atıyorum, bir sanatçı bir işini 1 milyon dolara satıyor, 1 milyon tane sanatçı giriyor pazara, her biri 100 dolar yatırıyor, şirket 100 milyon dolar kazanıyor yani. Dolayısıyla, orada bi tatsızlıklar olabiliyor ister istemez. Yani ufak sanatçıların diyelim, diğer sanatçıların parası teknoloji şirketlerine kaymış oluyor aslında NFT’de. Buna dikkat etmek lazım. Mesela gidin clean NFT dediğimiz, Tezos Mezos bilmem ne, yani daha bedavaya yapabileceğiniz NFT platformları var. “E ama o çok kazandırmıyor” diyor diğeri, lan amaç o değil zaten. Yani sen eserini para kazanmak için satmıyorsun. Para da kazan da ana amacın oysa git emlakçılık yap o zaman, yani o başka bir şey. Yani hatta eser üretme, git eser al, daha çok satacak bir eser yap, niye üretmekle uğraşıyorsun, ne alakası var yani. O da kötü bir şey demiyorum bu arada, bu da güzel bir şey, al-sat, o da bir değer yaratır yani. Ulaşamayan kişiyle ulaşmak isteyen kişiyi buluşturursun, sorun yok. Ama sanat üretmekle para kazanmanın direkt ilişkisi olduğu zaman, o bir tasarım iş nesnesine dönüyor. Dolaylı olmasında bir sakınca yok tabii ki, ama direkt onu o amaçla yapmak, tasarım problemine dönüyor. Başka bir problem, türü farklı yani. O yüzden NFT’de her şey yapılır, yani NFT’nin kendisi… İçine gömebilirsin, şiir yapabilirsin, deneysel şeyler yapabilirsin. Ama bunun için para harcıyorsan, saçma sapan şeyler de konuşuyorsan, değer kıyasına giriyorsan, iktidar arıyorsan, o sanatla ilgili bir diyalog değildir yani. O başka bir diyalogdur. Ben oralarında biraz şeyim… Ama bu arada yaparım da yani, ben de mesela NFT’den bir iş yapıp satabilirim. Orada o benim aracım oluyorsa bir sorun yok. Yani o eserimi ulaştırmak için ya da eserimin kavramsal parçası olarak içindeyse hiçbir sorun yok. Çok eğlenceli ve güzel bir şey. Hatta daha iyi, teknolojiyi sahiplenmiş oluyoruz. Mesela şunu diyebilirim: “Biz 100 tane şair olarak, şöyle ufak bir pazar var, pek para kazanılmıyo ama çok kolay yapılıyo, bir rehber hazırlicaz, nasıl NFT şiir oluşturulur, oraya giricez ve bir birimizle bu değiş-tokuşu yapacaz” deyip bunu yapmak çok keyifli, çok güzel, çok eğlenceli bir şey. Benim senin beğendiğim şiirini satın almam ve onun bende durması falan, bunlar güzel şeyler. Ben bir eseri genelde sanatçıyla ilişki kurmak için alırım yani. O sanatçıyı sevdiğim için, bir parçası olmak için, “ulan ne güzel yapmış, ben de bunun parçası gibi hissetmek istiyorum” diye alırım. Dolayısıyla bunda hiç kötü bir şey yok yani. O yüzden NFT’ye karşı değilim, teknolojiye karşı olmakla eş o tip şeyler. Sadece teknolojinin psikopat erkeği pohpohlayacak şekilde pazarlanması beni ilgilendiren bir tarafı değil yani.

AEC: Evet, güzel bir noktaya parmak bastınız. Ben de şiir özelinde aslında şöyle düşünüyorum yani, şiir kitabım çıktıktan sonra da onu gördüm. Şimdi şiir kitabı çıktıktan sonra belli bir telif geliyor işte yayınevinden, butik bir yayıneviydi zaten benim kitabımı basan, Heterotopya Yayınları. Şu anda da zaten kitap basmıyorlar, pasif direnişteler, öyle söyleyelim. Benim 50 tane kadar elime kitap ulaştı ve ben bunu işte sevdiğim insanlara, sevdiğim şairlere, işte eşe dosta, arkadaşa imzalayarak dağıttım. Öyle güzel bir şekilde. Sonra dedim ki ya aslında, bu yani, şiir kitabı ya da şiir satılacak bir şey değil. Tabii kitap olunca bir ürün haline geliyor, arkasında bandrolü var işte, kaç lira, ne kadar olduğu yazıyor, orada fiyatı yazıyor, evet ama, bence satılacak bir şey değil, ki şiir de zaten çok alıcısı olan bir şey değil.

BA: Ama şu da değil yani, satın almak isteyene de izin vermende bir sakınca yok.

AEC: A tabii. Tabii.

BA: Mesela basmıyorsun, NFT olarak yaz şiirini, koy!

AEC: Hıhımm.

BA: Yani oraya de ki, açık artırmayla koy atıyorum. Sonra de ki her satışta… NFT’de şöyle şanslarımız var: Her satıştan %10’u bana gelsin. Büyürse de sana gelsin. Bir sakıncası… Bunda bir sakınca yok yani. Hatta yani…

AEC: Sanatçının para kazanmasında bir sakınca yok :)

BA: Orada, yani orada amacın para kazanmaksa başka bir şey oluyor. 

AEC:  Evet, evet.

BA: Para kazanmasında hiçbir sakınca yok. Yani gerçekten kazanabilir eser bence, çok okeyim. Ama şey gibi yani, arkadaşıma soruyorum Contemporary İstanbul’da: “Abi sen niye böyle bir resim yaptın, hiç böyle şeyler yapmazdın” diyorum. “Abi bu sene yeşil gidiyor” diyor. Şimdi bu kötü bir şey değil, ama bu sanatla ilgili bir şey değil, onu demeye çalışıyorum. Yani sanatla bir ilişki… Ama kötü değil abi ne olacak, tasarım yapıyor, kazansın. E aç mı olsun, ölsün mü adam yani, kazansın parasını, helâl olsun. Ama o şey demesin yani, o eser satınca, “olm iyi sanatçıyım” falan demesin. O başka bir egoya girer yani. Farkındaysa bence hiçbir sorun yok yani orada. Yani çünkü sanatçı nasıl para kazanır ki zaten? Zanaatini sergilediği ya da denk geldiği yerlerde. Bu da şey gibi, hani bir şiir yazdın, bir şey hissettin. İnsanlar yanlış anladı ve şiirin ödül aldı. Bunun gibi para kazanmak. Ya bunda bir sakınca yok aslında hani. Evet yani senle bir alakası olmayabilir onun. O parayı niye verdiklerini bilmek zorunda da değilsin. Ama para kazanıyorsan ve senin daha iyi üretmeni sağlıyorsa, o zaman bence çok güzel bir etkisi de var yani, bunda hiçbir sakınca yok. Ya eser biraz orada uzlaşmaya giriyor ya, o ilginç bir konu. Yani, çok kişinin ilişki kuracağı bir eserle az kişinin ilişki kuracağı bir eser. Ya bu ne kadar niş bir alansa… Benim birçok işim niştir. Ama onları yayınlamıyorum zaten. Anlatabildim mi, yani ben daha pop olabilecek, tartışma yaratabilecek işlerimi yayınlıyorum aslında. 

AEC: Bu bir tercih o zaman?

BA: Evet evet, tercih ya. Bir sürü sanatçı hiç bununla ilgilenmiyor yani. İşinin yaygınlaşmasıyla, kimse için anlam ifade etmesiyle… Onlar mesela, çok bana, çok şey geliyor: “Abi ne güzel adamın ekonomik durumu da var, bir şekilde yaşıyo. Kafasına göre takılıyo, süper”. Yani daha da derine dalabiliyor benden. Ben onlardan besleniyorum. Yani benim okuduğum edebiyatçılar, sinemacılar, şairler ünlü insanlar değiller çoğu yani. Garip garip… Yani çok ünsüz de değiller ama, garip garip insanlar böyle yani, başka dünyalarda yaşayan insanlar yani. Onlar da böyle bir dolaylı etki… Yani hepimiz aynı… Toplumsal yapıda hepimiz aynı görevde değiliz. Farklı farklı rollerimiz var. Kimisi önde baltayla, ön orduyu yarıyor. Kimisi arkada müzik yapıyor. Kimisi orada, işte insanlarla beraber olup bir heyecan yaratıyor, kimisi bunun teorisini yazıyor falan. Hepimizin istediği başka, keyif aldığı başka şeyler var. Tekil bir doğru… Ya şiir bunu çok güzel gösteriyor işte ya. Tekil bir doğru yok orada. 

AEC: Evet. Bir de aslında varolan birçok şeyin dışına çıkmak gibi geliyor şiir bana. Bu tamamen öznel olabilir. Fakat yani sözcüklerle, her zaman kullandığımız sözcüklerle başka bir şey, başka bir algı, başka bir dünya yaratabiliyorsunuz orada. 

BA: Evet evet.

AEC: Bana o yüzden çok büyüleyici geliyor. Onun haricinde biraz da tabii itaatsiz bir şey olarak görüyorum ben şiiri.

BA: Nasıl?

AEC: İtaatsiz bir şey olarak görüyorum. Yani böyle, otoriteye karşı bir hareket gibi görüyorum, biraz benim şiir algımla alakalı olabilir, şiir görüşümle alakalı olabilir.

BA: Yoo, sanat, sanat biraz öyledir.

AEC: Evet, evet, yani yıkıcılık…

BA: Sanat biraz ahlaksızdır, biraz yapıbozucudur. Yani kırar bir şeyi. Yani sanat… Çünkü reklamdır öbürü yani.

BA: Anlatabildim mi? Örtüşür, kullanır, bilmem n’apar, o başkadır. Sanat biraz böyledir, evet. Yani benim mesela… Beni en çok etkileyen eserler, ilk gördüğümde hiç öyle sanat gibi gelen eserler değil ya. Yıllar sonra anlıyorsun. Beş yıl sonra, bir bakıyorsun o işten bahsediyorsun. Halbuki ilk gördüğün gün acayip sinirini bozmuş yani, kafanı karıştırmış falan. O yüzden öyledir, evet. Bu arada kod da şiirdir. Yani kod da yazılır ve bildiğin şiirdir. Yani yapış amacına bağlı olarak değişir de yani, kodla da şiir… Kodun kendisi de bir şiir olabilir rahatlıkla yani.

AEC: Ben son dönem kodlardan şiir yapmayı deniyorum. 

BA: Şey, şimdi… Yani, dediğim şey değil… Evet, kodu formal olarak şiir olarak kullanmak da bir yöntem. Ama kod da bir dünya görüşü gösteriyor ya aslında.

AEC: Evet. 

BA: Mesela çok basit bir örnek vereyim: Deniz Yılmaz şiir yazacak, siz yazıyorsunuz kodunu. Bir sonraki şiirin kaç satır olacağını nasıl belirlesin?

BA: Şimdi buna vereceğimiz cevapların bazıları çok ilginç. Şimdi normalde kâğıda sığan satır sayısını söyleyeyim, 12 sığıyor maksimum, minimum 1. Şimdi normalde…

AEC: A4 sayfa boyutundan mı bahsediyoruz?

BA: Evet, kâğıda yazıyor ya. Normal bir yazılımcı der ki; random gir 12, yapsın. Şimdi Deniz Yılmaz nasıl yapar? Deniz Yılmaz neydi, Diğerleri Gibi’ydi. O zaman okuduğu şairlerin şiirlerinin uzunluğuna bakar. 1 ile 12 arasında olanların frekansını hesaplar ve o frekansı taklit eder. İşte bu bir şiir oluyor Deniz Yılmaz’ın kodunda. Deniz Yılmaz’ın bir satır şiir yazma olasılığı var, milyonda bir mi ne, ama bu zamana kadar yazmadı.

AEC: Ortalamasını mı alıyor, öyle diyebilir miyiz?

BA: Hayır, bir satır şiir yazma olasılığı var, iki satır yazma olasılığı var. En çok iki dörtlük galiba, en yüksek olasılık oydu. Sonra dört ikilik falan. Yani şairler ne yaptıysa aslında. Bir satır çok düşük bir olasılık, bir satır şiir çok az var. Baktım böyle internetten, işte bir milyonda birse yazdım oraya. Zar atıyor, milyonda bir’i tutturursa bir satır yazıyor. İki satır şiir yazma olasılığı 10 binde bir mi neydi ve bugüne kadar 2 kere yazdı. Şimdi şiir koddur derken bundan bahsediyorum. Ya çok basit bir fonksiyon bu yani. Ama onu nasıl tasarladığın, bir hikâye anlatıyor mesela. Yani “bir sonraki şiirim kaç satır olmalı?”. Biraz saçma bir düşünce bu arada insan için. Ama yazılım için gereken bir düşünce, plan yapacak çünkü.

AEC: Evet.

BA: Dolayısıyla bu, mesela Deniz Yılmaz şiirini sağdan sola yazıyor mesela. Yani uyağını, uyak sistemine karar veriyor, uyak uzunluğuna karar veriyor, ilk uyağını buluyor, o uyak olan kelimeyi buluyor, ondan önceki kelimeleri buluyor. İlk satırını bitirince şeye giriyor… Vezin analizi yapıyor ve diğer satırları da o vezne uydurarak sağdan sola yazıyor. Mesela bu çok acayip. Ve mesela 1 dakika boyunca şiir yazamazsa, siliyor ve baştan başlıyor.

AEC: Silip tekrar başlıyor?
BA: Evet.
AEC: Çok enteresan!

BA: Şimdi bir yazılımcı açısında bu sinir bozucu bir şeydir. Çünkü yazılımcı böyle bir şey yapmaz yani. Deniz Yılmaz 1 dakika deniyor, yazamazsa baştan başlıyor. Çünkü orada bu kararlar, basit kararlar ama işin… Yani beni şaşırtmasını sağlayan bunlar aslında. “Oha, yazamadı!” diyorsun, çünkü oluyor bazen yani. Ve görüyorum, basıyor printe ve yazmıyor yani, gerçekten üretmiyor şiir falan. Dolayısıyla ilginç yani, bu yani mesela… Başka versiyonlar yaptığımızda tırnak içerisinde, yazılımcı arkadaşım yaptı, o çok… Yazılım mühendisiydi. O yüzden “Abi, böyle saçma kod mu olur!” dedi yani. Sonra yazdı ve aşağı yukarı oraya geldi çok ilginç bir şekilde. “Ulan o da olurmuş” dedi. Yani çünkü, demin dediğim oydu yani, bir kodu hep şey olarak yapıyoruz ya, yararcı olsun, hızlı çalışsın, iyi çalışsın…

AEC: Fonksiyonel olsun.

BA: O bizim amacımız! Bir kod fonksiyonel olmak zorunda değil, bir yazı fonksiyonel olmak zorunda değil. O yüzden bir kodu da fonksiyonel olmayacak şekilde yazdığımızda, oradan da bir şiir çıkma olasılığı ortaya çıkıyor. Yani kodun kendinin şiir olma olasılığı ortaya çıkıyor. 

AEC: Çok güzel bir bakış açısı. Yani güzel bir bakış açısı sundunuz bana. Çok teşekkür ediyorum :)

BA: Teşekkür ediyorum.

AEC: Benim sorularım bu kadardı Bager Hocam.

BA: Süper. 
AEC: Sanıyorum…
BA: Ya çok memnun oldum, çok sağ ol, gerçekten çok güzel, keyif aldım sohbetten.
AEC: Ben de çok keyif aldım, çok teşekkür ederim vaktinizi ayırdığınız için.
BA: Estağfurullah. Ne yapcan abi, deşifre mi edicen sen şimdi?
AEC: Ben bunu deşifre edicem…
BA: Off, çok özür dilerim.
AEC: Fakat eğer izniniz olursa bunu Youtube’a bir yere de koyabiliriz.
BA: Olur olur, tabii ki
AEC: Link de paylaşabiliriz. Çünkü…
BA: Söylememem gereken bir şey söyledim mi diye düşünüyorum, söylemedim galiba :) Kimseyi rencide edecek bir şey söyledim mi diye böyle, kaydı, yani yayınlanacağını düşündüğün anda şey geliyor ya, ama yok, normal.
AEC: Sanmıyorum, sanmıyorum
BA: Ben de sanmıyorum.
AEC: Gayet keyifli oldu.
BA: Süper
AEC: Çok teşekkür ediyorum Hocam.
BA: Teşekkürler, çok sağ ol.
AEC: Tekrar görüşmek, söyleşmek üzere.
BA: Görüşmek üzere
AEC: Sanıyorum şiiri de gönderdiniz bana.
BA: Evet, fotoğrafını attım, tekrar çekebilirim isterseniz net olmadıysa, çünkü çok ayaküstü yaptım.
AEC: Hı hı
BA: Söylersen bana tekrar yollarım
AEC: Tamamdır, ben bakıp döneyim.
BA: Tamamdır.
AEC: Çok teşekkür ediyorum.
BA: Görüşmek üzere, hoşça kal.
AEC: Görüşmek üzere.

 

@