“H”

Bana anlattı
Anlatmam için

H. aynanın karşısında durduğu andan başladı anlatmaya. Henüz başına gelmemiş o felaketten beş dakika öncesine kadar hayat mutluymuş, hem de kendi etrafında dönecek kadar mutlu. Anlatırken, öyle geniş bir gülümseme yayıldı yüzüne, ışıldadı, patladı. Havaya saçılan her bir şen zerrecik mutlu olduğu o geçmiş ana karıştı, sanki bir bulut olup tekrar geri gelmek ve şimdinin üstüne tatlı bir yağmur gibi yağmak istercesine. 

“Yaşamımda donup kalmak isteyeceğim tek zaman, o aynanın karşısında geçirdiğim beş dakikadır, biliyor musun?” 

Elbise dolabının üzerindeki aynaymış. Hava çok sıcakmış o gün. Evde kimse yok. “Tek başınalık özgürlüktü benim için,” dedi. “Küçücük bir odada bile.” Aynanın karşısına geçmiş, hohlamış koluyla silmiş, parlatmış, kendi de pırıl pırıl, şıkır şıkır, al al olmuş. 

“Soyunup, çırılçıplak kaldım, müziğin sesini açtım; çal La Vie En Rose çal”

Quand il me prend dans ses bras
Il me parle tout bas
Je vois la vie en rose

Kolları açık döndükçe dönüyor, hızlanıyor, başını eğiyor, yavaşlıyor, sonra yine hızlı, kavuşması hayal özgürlüklere uçuyor, beş dakika daha biraz daha, şu şarkı bitene kadar, toz pembe dağılana kadar, kendi rüzgarından tüyleri kabaran bir tavus kuşu, kendini sevmek çok güzel, sımsıkı tut beni, kollarına aldığında, cennet ayaklarımda, nefesin, sesin, Edouard güzel oğlan, ahh…je taime

Fırıl fırıl dönen fakir odanın sıvasız duvarlarından zihnine edepsiz şekiller akıyor, çıplak, açık saçık, eller o eller ki ergen bedeninde dolaşıyor, hoşuna gidiyor bu, çok hoşuna gidiyor.

Daha hızlı dönerse zamanı geri çevirebilecek, yaşamının başladığı yere gidebilecek, belki bir Matthias’ı seçebilecek baba olarak ya da Alice’i annesi, doğum yeri Hollanda, cinsiyet yok, medeni hali özgür, sevdiği renk gökkuşağı– zamanı geri çevirme arzusunun nedeni beş dakika sonra aynaya gölgesi düşecek olan sert suratlı canavar. Yeri kıra kıra gittikçe yaklaşan adımlar, taşlar çatlıyor, gök ağlıyor, gümbür gümbür. Onun gözleri hâlâ kapalı, kulaklarında hâlâ La Vie En Rose, hâlâ dans ediyor.

Il est entré dans mon cœur
Une part de bonheur
Dont je connais la cause

“Müzik sustu, dans bitti, aynaya sıçrayan kan, tuzla buz olan ayna, duvarlarda kızıl izler, sırtımda açılan kemerli yollar. Tüm bunlara tek şahit pencerenin kenarına konan güvercin. O da sonra uçup gitti, gitti öylece bir tek tüy bile bırakmadan. 

Kafam öyle dağınık, gözlerim bulanmış, yüz çeperlerim genişlemiş, dişlerim ağzımın içinde genleşiyor, kafatasımın yeryüzünde kapladığı alan büyüdükçe büyüyor, sonra kara kapkara bir deniz salyası beynimi yavaş yavaş örtüyor ve o ana dair içimde canlı ne varsa öldürüyor. İşte bu çocuk ertesi gün gözlerini hastanede açacak, o geceye ait olan tüm anılar silinmiş, yok olmuş. 15’lik bir zihin o aynayla birlikte birliğini yitirip parçalandı, tuz buz.” 

***

 “Yatağımda yatıyor, etrafımda konuşulanları hayal meyal duyuyordum; 
Hastaneye getirdiklerinde durumu feciydi
Yüzünün tam ortasında onu böyle ikiye bölen bir kesik
Kendini tam ortadan ikiye mi kesmiş
Yalnız nasıl o kadar muntazam atmış ki o kesiği anlamadım
Acile getirildiğinde hemşire bayıldı çocuğu görünce
Ben hiç böyle bir şey görmedim
Beyin sarsıntısı geçirmiş, sırtı da paramparça kemerle dövülmüş
Kim yapmış
Ameliyat masasından kalkmaz artık diye düşündük. 
Valla kalktı kalkmasına da çocuk, hatırlamıyor bir şey

Kesik yüzünde feci iz bırakacak. 
Böyle kocaman büyük çirkin bir iz. 
Musa’nın yardığı Kızıldeniz gibi, çirkin bir delta gibi
.”

***

“Sonra işte büyüdük. Baba ittirmesiyle akademi sınavına falan girdik sonra kapağı teşkilata attık, adam olduk, fena da olmadık. Polislik büyük meslek, forsluyum mahallede, havalı dolaşıyoruz, bir yürüyorum yerler yıkılıyor. Ama içimde durulmayan deli bir kan var. Akmaktan sıkılmış, coşmak isteyen.” 

H. o zamanlar her gün içiyormuş. Olaysız pek günü de geçmezmiş. Yine onlardan biri. O gün de Ramazan komiserin karşısında ayakta zor duruyorum, diyor. Sabaha kadar uyumamış, ağzına da bir lokma koymamış. “İyice zayıflamıştım. Bacaklarım çöp gibi. Adeta çöpten bir adamım. Yalan da değil hani. Çöp gibi hissediyorum zaten. Yüzüm içeri çökmüş, komiser anlatıyor ben heykel gibi karşısında onu dinliyorum.”

“E be evladım demedim mi ben sana uğraşma şunlarla.”

“Uğraşmadım abi.”

“Nasıl uğraşmadın oğlum, haşat etmişsin kadını.”

 Ramazan komiser homur homur, “derdin ne oğlum lan anlamadım gitti.”

Ben de anlatmaya çalışıyorum güya, bakın Ramazan komiserim de o öyle olmadı da, bunun sevgilisini sorguya çekiyordum da, işte tanıyor pezevenk peşinde olduğum çetenin başını, konuşmuyordu da, ne yapsaydım da, tartakladım biraz, bu kapının ardına saklanmış, silahıma doğru bir hamle yaptı da, çekip vuracaktı beni de, yok uyuşturucu yok bilmem ne, safsatadan bir sürü hikâye. “Karambolden ne oluyor demeye kalmadı, bir arbede bir kavga. İşte öyle, komiserim.”

İnanmadı tabii komiser;

Ya yürü git. Külahıma anlat bunları. Bak oğlum, zaten vukuatlısın. Ne istiyorsun oğlum bu travestilerden, geylerden, lezbiyenlerden, translardan sen. Derdin ne. Zaten Allah vurmuş bunlara, ne idüğü belirsizler gibi dolaşıyorlar ortada.” 

H., bıyık altından mır mır çıkan, içine akan zar zor duyulan bir sesle yanıtlamış:

“Adam olsunlar biraz, erkek mi kadın mı ne halt oldukları belli değil.”

“Ramazan abi çileden çıktı.”

Şşş lan oğlum, bak kendine gel. Milletin kıçından, başından, kiminle yiyiştiğinden, apış arasındakinden sana ne lan! Bir öncekine de kaza dedin. Yok, yolda başka birini kovalıyormuşsun da yok karşına çıkmış da. Git bu zırvalıkları babana anlat. Tepemi attırma. Anladın mı?”

         “Peki komiserim.”

Komiser kızgın değil ama bıkmış. H’yi çok seviyor, ama yeter yahu canına tak etmiş bu taşkınlıklar. Kendi kendine söyleniyor “Tamam üzülüyorum haline, kimi kimsesi yok falan ama kendimi de yaktırmam bir delibozuk için.”

Neyse, bak severim seni, iyi çocuksun, dürüstsün. Allah’tan daha ciddi bir şey yok. Yırttılar paçayı. Onlarla birlikte sen de yırttın. Formaliteden bir sorgu olacak, imza falan atacaksın. Burada verdiğin ifadenin aynısı. Sonra kapanacak dosya. Bak, bana bak! Bu son olsun anladın mı? Yoksa açığa aldırırım seni bak karışmam.

“Tamam komiserim.”

H. derin bir nefes almış, kuş gibi hafiflemiş. Teşkilat onun her şeyi, anası babası çocuğu ailesi. Eğer kenara atılırsa, bir hiçliğe dönüşür. Hâlbuki geldiği yer bir hiçlik ve H’nin en son dönmek istediği yer orası.

Babacan komiser Ramazan, masasından kalkıp, arkasındaki dosya dolabını çekmiş, sonra aklına bir şey daha gelmiş. H’ye seslenmiş:

Haa unutmadan bir de yarından itibaren terapiye başlıyorsun. Teşkilatın bir psikoloğu var. İyi bir kızcağız. Her hafta oraya gidilecek. Bak raporlarını isteteceğim doktordan ona göre. Külahları değişmeyelim anladın mı?

H. buna hiç hazır değilmiş, kan beynine sıçrıyor. Bu deli doktoru da nereden çıktı?! 

“Aman komiserim, yapmayın. Milletin dilinden kurtulamam.”

“Kes lan! Onu önce düşünecektin. Seninle ilgili baskı var üstten, kaldır diyorlar, sür gitsin. Aman dedim, depresyonu var, gitsin bir görünsün doktora. Bunu zar zor kabul ettirmişim zaten. Bu son şansı dediler. Bak beni rezil etme. Beni de yakarsın. O zaman Allahıma dar ederim sana burayı. Hadi çık git şimdi.”

“Peki komiserim…”. 

“Çok çaresiz hissetmiştim, nereden bileyim çaremin ayağıma geldiğini.”

***

Ofisten çıkıyor. Uzun mavi koridor. Ahlak Büroda geçirdiği 10 yılın ayak izleri var yerlerde. Kapıdan çıkıp, alabildiğine yürümeye başlıyor. Amaçsız, yönsüz. Sanki koca şehri bir kutuya sığdırmışlar. Duvarlar üstüne kapanıyor, yollar o yürüdükçe daralıyor. Kutunun içinde sıkışmış. Her seferinde bu son diyor ama içinde dindiremediği kaynağını bulamadığı o öfkesine hep yenik düşüyor.

Bok içseydim keşke, kafama sıkayım,” bir yumruk savuruyor kafasına, hırsını alamayıp yoldaki bir çöp tenekesine de sıkı bir tekme. Tüyleri yolunmuş kırpık bir kedi can havliyle tenekeden zıplayıp, arkasına bile bakmadan kaçıyor. H. pişman, üzülüyor kediye. Ama asıl pişmanlığı dün geceden kalma. Evet, çok içmişti ve bunu komiser de biliyor. Komiserin yıllardır teşkilatta H.’nin ağız kokusunu çekmesinin nedeni, karakaşı kara gözü değil. Komiser baba olmasına baba adam ama gözünün yaşına bile bakmadan harcadığı onlarca polis var. H. işini iyi yapıyor. “Zaten öyle olmasan çekilecek bir tarafın yok, burada bir dakika daha barındırmam seni.” Komiser babanın durup durup dediği buymuş. 

Bir önceki gece izin günüymüş. Kendini tutamamış, bardan çıktıktan sonra yine Transarea’ya gitmiş. Aylardır kendine uğrak yeri yapmış toplumdan dışlanmışların kutsal topraklarını. “Saplantı yapmıştım. Güya, bölgeyi, mekânları kontrol altında tutacak, bir bir temizleyecek, ahlaksızlığa geçit vermeyecektim,” diyor. 

Gide gele artık bölgenin müdavimleri de tanıyor H.yi. Önceleri illallah ediyorlar sonradan komiserin deyişiyle “kıçlarına bile takmıyorlar.”

“Bela geldi yine.” 

“Şşştt gelsene yakışıklı.”

“Canımm ne işvelisin ayol.” 

Bir ay önce yine böyle bir gecede H’yi kötü benzetmişler. Öyle böyle değil. Köşede duran üç beş transa sataşmış, itip kakmış. Oradan uzaklaştıktan sonra arkasında gelen yüzleri maskeli iki serseri boğazına bıçak dayayıp duvara yapıştırmışlar bunu. Orada öyle savunmasız kalmış H, kıpırdayamamış. Ağız dolusu küfürle tehdit etmişler, “Bir daha buralarda gezme bak kötü olur sonun.”

“Ama yine de herkes benden çekinirdi, polisten çok çekiyorlar tabii, azınlıklar ne de olsa. Ben de onların inine çomak sokmaya devam ettim,” diyor.

Aslında olay gecesi H’nin komisere anlattığı gibi olmamış. Uyuşturucu satıcısı falan da değilmiş peşinde olduğu. H’nin taktığı birisiymiş, bir trans. Bununla sohbet ediyorlar gide gele bir tanışıklık kuruluyor aralarında. Sonra bir gün ikisi de içmiş. Bardalar. H’ye abuk subuk konuşmuş kadın. Demiş ki bak var bu işin içinde bir iş. Buraya gelmelerin gitmelerin, bizden, Transarea’dan kopamaman. 

H köpürüyor. İçinde o susturamadığı öfke, patlamak için hep bir çatlak arayan öfke. Ona sorsan bölgede düzen kurmaya gidiyorum diyor. Pek inandırıcı değil. Nafile.

“O zamanlar erkeklik diklenmek demek, laf söyledi ben de giriştim.” 

***

“Komiserle o konuşmamızdan sonra zorunlu olarak terapiye başladım,” diyor H.

İlk seansına beş dakika erken gitmiş. Sekreter H’yi odaya almış, orada bekleyebileceğini söylemiş.  Terapistin ofisi, düşündüğünün aksine –aklında sürekli filmlerde seyrettiği beyaz soğuk sıkıcı seans odasının ortasında duran boş bir yatak, ya da deri kaplı yatar koltuk varmış – sıcak renklerle döşenmiş, mis gibi kokan çiçeklerle dekore edilmiş. İçeride çalan müziğin yumuşaklığı uykusunu getirmiş. 

“Teşkilatın psikoloğu, terapisti, karanlık işlerin aydınlık yüzü Ayça adında çıtı pıtı bir kadındı. Kafasını sıyıran ona gidiyor, herkes çok memnun, nasıl bu kadar şey bildiğini kimse anlamıyor, polislik ağır yük omuzlarda ama bu kadın işte yardımcı,” diyor. 

Ayça’nın geldiğini duymamış H, koltuğa yayılmış uyukluyor.  Kapanan kapının sesiyle yerinden sıçrayıp toparlanmış. Ayağa kalkıp, kibarca Ayça’nın elini sıkmış. Ayça da yaşlı ama içten bir gülümsemeyle karşılık vermiş. H’yi nedense karşılaşmayı beklemediği bir huzur sarmış o anda.

“Sonraki günler, çok kolay geçmedi. Kalın bir sicimin bir ucundan ben diğerinden Ayça tuttu, bazen koparmak için gerdik, bazen neredeyse elimizden düşürecek kadar serbest bıraktık. Ama ikimiz de tutmaktan hiç vazgeçmedik.  Ayça giderek daha çok yaklaşmıştı bana. Son zamanlardaki en büyük destekçilerimden biri olmuştu. Üç koca ay sürdü, kısa gibi gözüküyor ama değil. Hasta doktor ilişkisinin ötesine geçtik biz. Başka bir boyuttaydı aramızdaki kimya; derin, sıcak, sarsılmaz. Güvendi galiba bunun adı. Tam bilmiyorum. Yanında ilk ve tek rahat ettiğim kadın oldu Ayça.”

 “Bir öğleden sonrası seansı daha gerçekleşirken üzerimde yine bir türlü atlatamadığım rüyalarımdan kaynaklı tedirgin ve yorgun bir ruh hali vardı. Ayça ile tuttuğumuz sicimin gerildiği anlardan biriydi. Böyle olduğunda içimi umutsuzluk kaplar, yolumu kaybeder, neden orada olduğumu sorgulamaya başlardım.” 

“Ayça ben hâlâ her gece aynı rüyayı görüyorum. Dayanamıyorum artık!”

“Hadi gel otur sakinleş, belki unuttuğumuz bir detay vardır. Bu kadar yol aldık. Pes etmek yok. Ben bırakmam seni. Beraber çözeceğiz bunu. Yaslan bana ve anlat.”

         “Aynı kız yine ortaya çıkıyor. Fener alayının tam ortasında kalakalmış hangi yöne döneceğini bilemeyen küçük kız. Sanki bunu umursamıyor. Bir anda önünde bir köpek beliriyor, ruhunda orman şeytanının kaybolduğu deli bir köpek. Kızı uzaklara götürüyor. Peşinden gidiyorum, ormana giriyorum. Kız kaybolmuş, yok. Sonra kendimi karla kaplı bir tepenin üstünde buluyorum, tepede marşmelovdan yapılmış bir adam var, yumuşak aletine dokunuyorum. Bir anda karlar da eriyor. Yazmış. Bir kadınla sevişiyorum. Sıcak. Elbisesi bacaklarına yapışmış, apış arası ıslak, tırnakları avuçlarını kesiyor, dudaklarını ısırıyor, meme uçları dikleşiyor,  kızarıyor, şişiyor şişiyor şişiyor ve patlıyor. Kendime geliyorum, rüyadan çıktım sanıyorum, bir sokak köşesinin başında bir kadın, sanki ormanda kaybolmuş o küçük kızın büyüklüğü. Simsiyah kuzguni saçları var, yüksek topuklu ayakkabıları, incecik elleri. Çok alımlı. Bana gel işareti yapıyor. Büyülenmiş gibi peşinden gidiyorum. Ama yakalayamıyorum. Ne kadar hızlı koşsam da yetişemiyorum. Bütün sokaklarda caddelerde onu arıyorum. Ve ter içinde uyanıyorum. Uyandığımda bile onu arıyorum.”

“Bak çok güzel, sona geliyoruz, bana güven. Lütfen.”

“Ayça,”

“Efendim?”

“Biriyle bir olmak nasıl bir duygu?”

***

“Ayça bekârdı. Kendi kendime acaba daha önce birisi olmuş muydu hayatında, diye soruyordum. Benim olmamıştı. Nasıl olur onu da bilmiyordum. Öyle sormuştum işte, pattadanak, pek düşünmeden, yüzüm de kızarmıştı. Ayça durdu, gözlerimin içine baktı, içime huzur salan bir çift göz. Kimsenin göremediklerini gördüğünü biliyordum. Kalbimdeki yumuşamayı hissediyordu. Gülümseyip, hiç tereddüt etmeden cevap verdi Ayça,”

“Bu şey gibi sanki birlikte olduğun insanın hücrelerinde dolaşmaya başlıyor ve onu keşfediyorsun. Onun her santimetrekaresi ile sevişiyorsun. Yeri geliyor nefesin oluyor, yeri geliyor canı oluyorsun, ama yine de kendine yaşıyorsun. Özgürleştirici birlikteliğin olmadığı yerde sevgi köleliktir. İşte öyle bir huzuru bulunca, senden yansıyan dünya onun hayal ettiğine yani en tutkun olduğu şeye denk gelince, cennet yeryüzüne iner. Dünyalarınızı keşfederken, katlanırsınız, büyürsünüz, işte o sevgidir. Birbirine ayna tutan ruhlar, birbirini sonsuzluğa çoğaltır.”

H. tam burada uzaklara daldı galiba Ayça’yı hatırladı, sonra toparlandı ve anlatmaya devam etti. 

“Belki de tek katlanamadığım şey kendimimdir Ayça. Belki bu yüzdendir tüm kabullenemeyişlerim, tüm öfkem. Ne dersin?” 

“Hadi bugünlük yeter bu kadar.”

“Rakı içelim mi akşam.”

“Ayça gülümsemişti, ışıl ışıl.”

“Hadi içelim!”

***

“Buluştuk gece. Hasta doktor değildik artık. Neydik bilmiyorum ama. Dubleleri devirdikçe devirdik. Coştuk, kenetlendik, sadece o ve ben vardık. Dünya tüm çirkinliklerini de alıp yok olmuştu. Ellerimin kadehe uzanırken titrediğini hatırlıyorum. Neden bilmiyorum. Heyecan, mutluluk, sevinç?  Uzun gece, bol alkollü, bol hatıralı, bol dünya kurtarmalı geçiyordu. Peltekleşmiş dillerimizle eğreti yaşamlarımızı yeniden örmeye çalışan iki kayıp ruhtuk o masanın başında. Ayça da titredi biraz, içi üşüdü. Gülerek ağzım karışa karışa ona bağırdım sanki karşımda değil gibi, sanki benden uzakmışçasına, Ayçaaa, ben demiştim sana, üşürsün. Boğazım kurumuştu. Rakıyla çalkaladım, üç beş öksürdüm, sonra daldım uzaklara, uzakların dumanlı dağlarına, dağ dumanlı, kafam dumanlı, ağır ağır koyu koyu o arabesk dağlardan seslendim Ayça’ya:

         “Ah be gülüm ayaz olur bu şehirde geceler, sınır bekçilerinin kanla sıvanmış elleri dilsizdir. Griye hapsolmuş havasından ağır bir et kokusu yayılır. Bulutlarından parlak damlalar yerine, çelimsiz kara çekirgeler yağar. Suları bulanık nehirler akar caddelerinde, sokak köşelerinde satıcılar, kadından bozma erkekler, babalarını arayan sabiler.

İtleri vardır buraların, hem sümsüktür bir o kadar da sinsi, ulumayı çoktan bırakmış avanta peşinde koşarlar, bedava bir kemiğe yüzyıl kıç yalarlar.

Öyle elini kolunu sallayarak dolaşamazsın sokaklarda, ağır abileri vardır bu şehrin. Kollarında altın saat gibi taşırlar taşradan aldıkları on yedilikleri. Ne çatılarının altında yuvalanan dirilere güvenirler, ne de toprağın altında çürüyen ölülerine. Damarlarında dolaşan zehirli dumanların ardınca yalpalar kelimeleri. Uçurumun kenarından alıp, cehennem kapısına sürükledikleri itaatkâr ruhlara iğne izleri hediye ederler.

Arada soluklanıp bir ezine yuvarlıyordum, üstüne de bir rakı. Fonda da yanık bir şarkı, değmeyin keyfimize.

Çıplak tepelerinde yeşil bitmez nicedir bu şehrin. Kanatları kesilmiş kuşların çırpınışları, nasır tutmuş ellerin arasında son bulur. Meydanlarda dev aynası satar umut tacirleri, ceplerinde parselledikleri yaşamların vasiyetleri. Ne gözlerinde ayrılığın yakıcı hüznü vardır bu şehrin, ne de limanlarında arsızca dolaşan âşıkları. Sahtedir bin bir renge boyalı yüzü, kara kaplı defterinde her ihanet üç kuruşa örtülü.

Ah be gülüm ayaz olur geceler bu şehirde, üşürsün de kimse gelmez sarmaya seni.

Sustum, terleyen alnımı peçeteyle sildim, bağırdım “Daha ne olsun,” dedim “Daha ne olsun.” Sonra gözlerinde yaş birikmiş Ayça’ya dönüp ağlamaklı bir sesle güldüm. Aslında hem ağladım hem güldüm. Dedim Ayça, neden senin bir manitan yok? Sen bir manita yapsana kendine kızım. Git seviş, gece gündüz. Sonra bir başkası olsun, sonra bir diğeri. Gece yattığın yatakta sabah uyanma lan ne olacak. Keyifliyse siktir et gitsin. Tutunduğun değerler bir gün karşına gardiyanın olarak dizildiğinde bunun farkında bile olmayacaksın. Veeee içinden onca anı geçmiş bir hayatın son damlalarını dolduruyorum kadehime, hepsi tekrardan ibaret. Senin için şerefe diyorum Ayçaa!.”

“O gece orada meyhane kapanana kadar kaldık. Yalnız ve soğuk sokaklarda boş boş dolaştık. Kol kola girdik, şarkılar söyledik, neşeli şarkılar, içli şarkılar. Sarhoşlar nasıl söylerse öyle. Hem ağladık, hem güldük taa ki ayaklarımız, bizi Transarea’ya götürene kadar. 

Ayça renkli sokaklara, yükselen seslere, ışıl ışıl evlere baktı, kimliğinden arınmış gökkuşağı bir dünyadan yayılan canları gördü orada. Bana kaydı gözleri. Büyülenmiş bir ben duruyordu sokağın başında, kendi koyu perdesinin aralığından bakan.

Elimi tuttu, eli sıcacıktı, anne eliydi, baba eliydi, sevginin eliydi. Orada bir süre kımıldamadan durduk. Buzlar nasıl çözülürse, benim de kalbi erimeye, açılmaya, açıldıkça acımaya başladı. Sırtıma bir bıçak saplanıyormuş gibi nefessiz kaldım, iki büklüm oldum,  o can havliyle yere kapandım. Ayça da benimle birlikte yere eğildi. Ben tir tir titrerken, kendime isyan eden dudaklarımdan benim olmayan kelimeler döküldü “ben yapamam, yapamam.”

Ayça sırtıma dokundu, şefkatle, yaralı bir hayvanı incitmemeye çalışarak, ürkütmekten çekinerek nasıl olursa öyle: “Biliyorum, sakin ol, hepsi geçecek.”

Orada daha fazla bu ağırlığı taşıyamadım, yerimden fırladım, Ayça geride bir nokta kalana kadar koştum koştum, sokak aralarından, kaldırımlardan, araba yollarından, rüzgârdan, sessiz haykıran geceden, bozacının naralarından, bir kocakarının çığlığından kısacası hayata can veren her şeyden kaçtım. Yolum, benim gibi kırık dökük tahta bir iskelede son bulana kadar hiç durmadan tükettim sokakları. 

İskelenin ucuna çöktü ölgün bedenim, ay ışığı ile çalkalanmış durgun denizin yüzeyine baktım, damarlarımın arasında saklanmış, kanımı kaynatan, çok uzun süredir çıkmayı bekleyen isyanımı, öfkemi o yüce karanlık boşluğa kustum; 

*“Seni bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara, Akan yıldıza, Bir kibrit çöpüne varana, Okyanusun en ıssız dalgasına, Düşmüş bir kibrit çöpüne.” 

Avazım çıktığı kadar haykırdım; yorgun düşene, ses tellerim kopana.

Sonra, dalgalarım ufaldı, küçüldü, duruldum kıyıda. Yüreğimden suya kayan yıldızların arasından, kendi yansımama baktım, aynanın önünde parçalanmış o çocukla gözlerim buluştu, beni izliyordu, tuzla buz olmuş geçmişini, şimdisini, geleceğini, içimdeki unutturulmak isteneni, bana seslenen, rüyalarıma giren kadını, bana kendi kimliğimi seslenen kadını. Hatırlıyordum.

“Sen çok güzelsin böyle,” dedi su, ince kemikli ellerinle, yıllar yorgunu bedeninle. Yüzümü ikiye bölen o derin çizginin suyun üzerinde yavaş yavaş kaybolduğunu gördüm. Ardından, babam kayboldu, sırtımdaki izler yok oldu karanlık boşluğa karıştı. Kırık aynam yeniden tek tek birleşirken, rüyalarımda kovaladığım kadını gördüm. 

Orada, o su kenarında ne kadar acı verse de ne kadar yok saymış olsam da, bir zamanlar bölünmüş diğer parçamı bulmuştum.

Artık birdim, bir insan, bir Hayat.”

****

Hikâyeyi anlatmayı bitirmişti. Ayça’yı merak etmiştim, sordum. “Ona ne oldu?” 

Güldü kahkahalarla güldü. Yüzüme muzip bir bakış attı;

“N’apsın, gece gündüz sevişiyor.”

*Ahmed Arif/Hasretinden Prangalar Eskittim

@