ANTONINUS VEBASI VE CENNETİN İNŞASI

İskender’in büyük imparatorluğunun başkenti Babil’in kıyısında, bizzat İskender’in komutanlarından Selevkos tarafından kurulmuş ve o sırada Partların kontrolünde olan Seleukia, Avidius Cassius komutasındaki Roma lejyonlarının kuşatmasına daha fazla dayanamamış ve MS 165 yılının yaz aylarında, pek uzun sürmeyen bir çatışmanın ardından kapılarını Romalılara açmıştı. Askerler kentin sokaklarında zafer turu atarken, halk da evlerinin çatısında, işgalci olarak gördükleri İranlıların elinden kurtardığı için onları alkışlıyor, başka bir grup asker de Partların hâkim olduğu tüm kamusal alanların yağmasıyla uğraşıyordu. Tapınakların avlularında tunçtan ve mermerden tanrı ve tanrıça heykelleri, onlardan da önce de var olan bu insansı gösteriyi ifadesiz izliyor, belki de tüm bu hengâme arasında kendi adlarının buhurlarla ve ilahilerle anılmasını, tanıdık öfkeleri ve sabırsızlıklarıyla bekliyordu.

Efsaneye göre Romalı askerlerden biri Apollon tapınağında karşılaştıkları, onlara savaşın tüm bedellerini unutturan ve kim bilir hangi efsunlu kahramana ait olan göz kamaştırıcı altın lahdi, içinde daha fazla altın bulma umuduyla açtığında tapınağın apsisine sızan gaz, antik dünyayı ve tarihi geri dönülmez bir şekilde değiştirecek ve bilinen dünyanın neredeyse tamamına yayılacak olan bir laneti, yıkıcı bir salgını taşıyordu. Tanrının Truva halkına, daha sonra Gelibolu kıyılarında Akhalara, ona karşı bulundukları saygısızlıktan ötürü gönderdiği ölümcül hastalık, şimdi sınırların imparatorluk altında birleştiği bir coğrafyaya yayılıyordu. Hastalık Roma askerleriyle birlikte önce Suriye’ye, oradan da tüm imaparatorluğa yayıldı. Bu defa yalnızca insanları değil, tanrıları da öldürecekti. Ölen ilk tanrı ise bu Doğu Seferi’nin mimarı ve Marcus Aurelius’un eşiti İmparator Lucius Verus oldu. Seleukia’nın düşüşünden üç yıl sonra, Tuna hattında Markomanlar ve Alamanlarla savaşırken hastalığa yenik düştü.

Verus öldüğünde, imparatorluğun başhekimi Galen, dönemin metropollerinden biri olan memleketi Bergama’da ortaya çıkan salgının tedavisi için çabalıyordu. Bu ölümün ardından Roma’ya çağrıldı ve vebanın buradaki yayılımına bakarak bu hastalığın büyük bir ölüm oranına sahip olduğunu ve çeşitli bölgelerden gelen haberlere bakılacak olursa, imparatorluğun her köşesine sıçradığını anladı.

Ateş, boğaz ağrısı, ishal, cilt lezyonları ve hastalığın dokuzuncu gününde görülen göz iltihabı belirtiler arasındaydı. Sonraki yirmi yıl boyunca, Roma İmpartorluğu nüfusunun üçte biri, dünya nüfusunun ise beşte biri kırılacaktı. Bugün yapılan hesaplamalar, salgının ölüm oranının yüzde yirmi ile yirmi beş arasında olduğunu gösteriyor.

Söz konusu döneme tanıklık etmiş tarihçi Dio Cassius, MS 180’de salgından dolayı yalnızca Roma kentinde bir günde ölen insan sayısının iki bin olduğunu ifade etmiştir. Mısır’daki kentlerin nüfusunun yarı yarıya azaldığını vergi listelerinde ortaya çıkmaktadır. Salgından en büyük darbeyi alan askerlerin sayısında da ciddi bir azalma olduğu bilinmektedir. İmparator Marcus Aurelius’un, Atina’nın yönetici konseyi olan Areopagos’u oluşturacak mevcut şartlara uygun yeterli soylu bulamayınca, bu şartları yumuşatmak zorunda kalması ve elli bin Germen’i imparatorluğun kuzey sınırına yerleştirmesi durumun vehametinin göstergeleridir.

Demografik çöküşün ekonomiye ve politikaya yansıması da yıkıcı oldu. İki yüz yıllık Roma Barışı’nın yarattığı kısmi zenginlik, salgın boyunca İmparatorluk düzenini ayakta tutmuştu. Fakat yirmi yıl sonra pandemi anlamlı ölçüde gerilediğinde bazı kaçınılmaz sonuçlar kendini göstermeye başladı. Nüfustaki düşüş ekilmeyen arazilerin ortaya çıkmasına neden oldu, bu sırada gelen kuraklıkla birlikte imparatorluğun bazı bölgelerinde kıtlık baş gösterdi. Roma aristokrasisi fakirleşti, dolayısıyla kölelik sistemi de büyük oranda zarar gördü. Devlet, arazilerin değerlendirilmesi adına bizzat çiftlikler kurdu, bu yerlere de memur aileler yerleştirdi. İç ticaret ise yavaşladı ve hatta bazı ticaret yolları önemini yitirdi. Germen topluluklarının sınıra sürekli baskı yapmasından kaynaklı daha da önem kazanan orduda kendini gösteren rahatsızlıklar ise kısa sürede politik bir krize dönüştü. İmparator Severus Aleksander’in suikastiyle birlikte “asker imparatorlar” dönem, başladı. Tüm bu ekonomik ve politik krizlere eklenen Goth istilası, elli yıl içinde imparatorluğun bölünmesine, düzenin alaşağı olmasına neden oldu. Bu dönem Roma tarihinde “Üçüncü Yüzyıl Krizi” olarak bilinmektedir.

Salgının ve ardından yaşanan krizin toplumun psikolojisi üzerindeki etkisi de oldukça büyüktü. Pandemiyle birlikte ortaya çıkan bu kitlesel kırım, en başta toplumsallaşmanın sınırlarını küçülttü. İmparatorluğun tebaası, özellikle de taşrada kültürel bir kapanma ve yerelleşme yaşadı.

Salgın ve kıtlık sırasında devlet ve soylular, panteonlarının parlak tanrılarına kurbanlar sunup tapınaklar inşa ederken, sıradan halk daha çok kendi kadim tanrılarına ya da hikayelerde anlattıkları ve onlara çok benzeyen kahramanlara dualar ediyor, ilahiler söylüyordu. Hastalığa ve salgına karşı Zeus’a, Apollon’a ve Athena’ya ait pek çok tapınak inşa ya da restore edilirken, bir yandan da insanlar köylerde, kasabalarda ve kendi evlerinde bulunan küçük mabetlerde, diğer tüm tanrı ve tanrıçaların özelliklerini kendinde toplayan kurtarıcılara dua etmeye başlamıştı. Salgın sona erdiğinde, bu tanrılar, tanrıçalar ve kahramanlar, devletin tasvip ettiği kültler tarafından üstü kapatılamayacak derecede gerçek kılınmıştı. Böylece, tarihin ve belleğin kendini otoritenin elinden kurtarabildiği nadir zamanlarda, sonrasındaki büyük değişimlerin ve kırılacak olan fayın bir kıyameti andırır gürültüsünü kendi içinde barındırdığı bir defa daha ortaya çıktı.

En büyük değişim ise ölüm ve tarih anlayışında gerçekleşti. Klasik Hellen ve Roma dininin ön gördüğü öteki dünya pek iç açıcı değildi. Kahramanlık mertebesine erişenler ya da yarı tanrılar haricinde herkesin gideceği tek yer Hades’ti ve onları bu yerde sonsuz bir uyku, yarı-bilinçli bir öteki yaşam bekliyordu. Fakat hastalıktan, kıtlıktan, savaşlardan ve fakirlikten bunalan insanlar için bu yeterli değildi. Onların bir müjdeye, teselliye ve kendilerini ait hissedecekleri cemaatlere ihtiyacı vardı. Çoğunun kökeni Hellenistik Dönem’e dayanan, çeşitli felsefe akımlarının bir ürünü olarak ortaya çıkan tarikatvari yapılar imparatorluğun her yerine yayıldı. Doğanın ve mevsimsel döngülerin ifadesi olan mitler çevresinde gelişmiş, ölüm ve yeniden doğuşu içinde barındıran dinlerin mürit sayıları arttı. İnsanlar, o zamana kadar döngüsel olduğunu düşündükleri zamanın -ya da daha teolojik ifade etmek gerekirse kaderin- bir sonu olduğunu düşünmeye başladı.

Bu durum, insan zihninin tarihteki en büyük dönüşümlerden biriydi. Tektanrıcılık ve cemaatçilik eğilimi, imparatorluğun en ısrarcı senkretik dinlerinden biri olan Hristiyanlıkta kendini meşru hale getirdi. İnsanlar ölecekti belki fakat tüm benliğiyle yeniden doğacaktı. Yeniden doğacakları yer korkutucu bir yeraltı dünyası ya da çürüyen, politik bir mekanizma değildi; dinin ve cemaatin gerekliliklerini yerine getirdikleri sürece onlara vaat edilen şey, sonsuz, mutlu, hastalıktan ve sefaletten uzak bir krallıktı... Tanrının Krallığı.

MS 4.yüzyılın başlarına tarihlenen ve Mısır’da bulunan bir papirüste, bu krallığı koruyan muhafızlardan biri olan başmelek Gabriel’e şu şekilde yakarılmıştı:

“Ey sen, yüce Zeus’un başmeleği
Parnassos Dağı’nı ve Delphoi’u terk et
Seni, Gabriel, Olympos’tan aşağıya çağırıyorum seni, Dudaklarımdan dökülen bu gizli kelimelerle.”
@